
Olgun insan hakikati bulmaya daha yakındır. Asla yalnızca “akıl hocalarının “salt bilginin, bilimin, sadakatin ya da eylemin yoluna gitmez. Kendini herhangi, belirli bir yola adayan insan olgunlaşmamıştır ve böyle biri asla başı sonu olmayan, ebedi hakikate ulaşamayacaktır çünkü kendisini adadığı o yol zamana aittir. Zamanın içinden geçerek zamandan bağımsız olan bulunamayacağı gibi ıstırap içinden de mutluluğa ulaşılamaz. Mutluluk aranıyorsa ıstırap bir kenara konmalıdır. Sevdiğiniz zaman o sevginin içinde tartışma ya da çatışmaya yer yoktur. Karanlığın ortasında ışık olmaz, ancak karanlıktan kurtulduğunuzda ışığa kavuşursunuz. Benzer bir şekilde sevgi de ancak sahiplenme, mahkum etme ve kendini ispat etme kaygısı olmadığında var olur.
“Eğer sözcükleri bir tür köprü gibi kullanırsanız, o zaman karşılıklı anlayış halini inşa edebilirsiniz ve sözcükler gerçek değerine kavuşmuş olur.”
— Krishnamurti
Merhaba
Krishnamurti, hakikatin doğası üzerine çağlar boyu süren ve bir kısmımız açısından şüphesiz ki tamamen modası geçmiş ve basit, kalanlarımız açısındansa vadesi uzun zaman önce geçmiş bir tartışmayı canlandıran klasik anlamda bir filozoftur. Ancak genel olarak ve Pontius Pilate’nin her daim kuşkucu “Gerçek nedir?” sorusuna karşın, hepimiz insan ilişkilerinde neyin doğru olup olmadığı ya da uluslar arasındaki anlaşmazlıklardan hayatın tüm pratik meselelerine kadar neyin gerçek olup olmadığıyla ilgilenmek durumundayız. Hoşunuza gitsin ya da gitmesin, hakikat kavramı, hayatlarımıza davetsiz de olsa girecek bir yol bulur. Birkaç yıl önce bir ana akım yayınevi, genel olarak okuyucuların en çok hangi temel meseleyle ilgilendiğini ortaya çıkarmak için bir anket yapmış ve liste başı hakikat olmuştur.
Krishnamurti’nin hakikat konusunu irdeleyerek felsefenin köklerine döndüğü iddia edilebilir. Her nasılsa Krishnamurti, kendine özgü yöntemlerle günümüzde felsefe, psikoloji, bilim ve din arasında çizilmiş son derece yerleşik akademik sınırları parçalamayı başarmıştır. Krishnamurti; başkalarını, hayatı ve evreni nasıl gördüğümüzle bağıntılı olduğunu farz ettiği herhangi bir eylem alanı içinden herhangi bir meseleyi ele alabilir. Kişi, o meseleye dair taze bir özgürlük duygusu hissetmek adına onun görüşlerini paylaşmak durumunda değildir.*
Krishnamurti her ne kadar kendisi için filozof teriminin kullanılmasını çoğu kez reddetse de, felsefe kelimesinin “hakikate duyulan sevgi ve kişinin günlük hayatta edindiği bilgelik” şeklindeki gerçek anlamına olan saygısını ifade etmiştir. Bu açıdan bakıldığında önsözün başlığında yer alan terim yerindedir. Neden şu an kendisine dair kullanılan filozof tanımlamasını reddetmiştir? Belki ölümünden birkaç yıl önce 1986 yılında yapmış olduğu bir konuşmadan bu konuda bir ipucu elde edebiliriz. Dinleyicisine şöyle bir soru sormuştur: Tüm zamanların ötesindeki nedir ve tüm yaratılışın kökeni ve başlangıç noktasını ne oluşturur?
Krishnamurü’nin felsefesine ait bir başka önemli nokta, söylenenlerin “sınanması”, “şüphe uyandırması” ve hatta “parçalara ayrılması” gerekliliğidir. Özünde bunun anlamı, günlük hayat deneyimlerimize aksi yönde bize karşı ileri sürdüğü önermelerin sınanmasıdır. Şayet kişi bunu yapmazsa, tartışmaya devam eder ve burada “sözcüklerin külleri” arasında kalırız. Elbette ki böyle bir sınama esnasında birtakım zorluklarla karşılaşılacaktır, İnsanın bir başkasına tapınma eğilimi, siyasi liderleri ve dinsel kurtarıcıları idol haline geörmeye olan yatkınlığı ve birtakım düşüncelere duygusal olarak tutunması ve tabii ki “inanç sahibi olması”, en yaygın biçimde karışıklık ve çatışmaların temel nedenini meydana getirir. Diğer psikologlar arasında Erich Fromm; Tanrıyla, ruhani liderlerle ve hatta koşulsuzca sevdiğimiz fakat hiçbir zaman sahip olmadığımız ana—baba figürü haline kolayca getirdiğimiz politik diktatörlerle ikna edici savlarla tartışmaya giren kişi olmuştur. Fromm aynı zamanda bu eğilimde otoriteye karşı mazoistçe bir teslimiyet görmüştür. Bu görüş, Sovyet karşıtı açıklamaları yüzünden on beş yıl Sibirya’da bir çalışma kampında hapsedilmiş bir Rus’un, Stalin öldüğünde bir kapı dikmesine nasıl sarılıp ağladığım BBC radyosunda aktarmasıyla ortaya çıkmıştır, Mahkûmun söylediğine göre bu olay, orada bulunma nedeninin Stalin olduğunu kavramasından birkaç yıl öncesinde meydana gelmiştir.
Kendisinin de söylediği gibi, “Benim sözlüğümü, sözcüklerin ardında yatan anlamları öğrenmelisiniz.” Belli bir dereceye kadar bu kısıtlılık; tüm psikolog ve filozofların, zihnimizin işleyiş ya da başarısız olma hallerini karmaşık ve incelikli yollarla açıklamaya çalışırken karşılaştığı zorluğu yansıtmaktadır. Söyleyecek yeni bir sözü olduğunu hisseden bu kişiler, genellikle uydurdukları sözcükler aracılığıyla birtakım yeni kavramlar üretirler. Krishnamurti bunu bilinçli olarak reddetmiş ancak 1930’larda bu soruna bir açıklık getirmek için dili özel bir şekilde kullanmış olabileceğini belirtmiş ve aynı zamanda dinleyicilerini dilin doğasından kaynaklanan kısıtlamalara karşı uyarmıştır.
“Sözcükler, ancak sözcüklerin ardında yatan düşüncenin anlamını doğru olarak aktarabildiklerinde değerlidir. …Sözcüklerle ifade edilemeyen bir şeyi anlatabilmeniz mümkün değildir. Sözcükler, tıpkı bir ressamın kendi bakışını aktarabilmek için boyasını tuval üzerinde kullanması gibi kullanılmalıdır. Şayet salt resim tekniğine takılmışsanız ressamın iletmeye çalıştığı anlamı yakalamanız da mümkün olmaz. Tüm konuşmalarımda sözcüklere yeni bir yorum katıyorum. Yalnızca sözcüklerin kendisine takılmışsanız, beni anlamanız sizin için oldukça zor olacaktır. Sözcüklerin ötesine geçmeli, onlara yüklediğim anlamı kavramaya gayret etmeli ve yalnızca kendi geleneksel anlamlarınızı vermekten kaçınmalısınız.
İnsanların çoğunluğu sabit bir düşünme alışkanlığına sahiptir ve ürettikleri her yeni fikri öncelikle bu sabit düşünme alışkanlığıyla düşünceye dönüştürürler. Doğal olarak benim için yeni bir şeyi eski sözcüklerle ifade etmek oldukça güçtür. Ancak eninde sonunda eski sözcükleri kullanmak zorunda olduğumdan yeni bir dil yaratmam mümkün değil ama kullandığım sözcüklere yeni bir yorum katmak benim elimde. Eğer sözcükleri bir tür köprü gibi kullanırsanız, o zaman karşılıklı anlayış halini inşa edebilirsiniz ve sözcükler gerçek değerine kavuşmuş olur. Kendinizi sözcükler arasında boğulmaktan kurtaramazsa, sözcüklerin de bir değeri kalmaz.
Krishnamurti tekrar tekrar “asıl olanın sözcük olmadığı” noktasını vurgular. Sözcükler kastettikleri anlamın kendisi değildirler. Bu şekilde düşünmek dış dünyaya ait nesneler açısından kolay olabilir.
Kitabın “Sözcükler ve Anlamları” adlı ikinci kısmı, Krishnamurü’nin”yeni” anlamlar yüklediğini belirttiği birtakım “eski” sözcük örnekleri içermektedir. Onu ilk defa okuyan okuyucu böyle bir yenilemenin farkına varmadığı takdirde, ifadelerinin çoğu bir tür yapboza dönüşebilir ve açıklığını yitirebilir.
Krishnamurti’nin dili alışılmadık biçimde kullanması birkaç farklı pasajda da öreklerle açıklanmıştır.
Krishnamurti’ye göre soruların cevaplanması —ya da daha iyisi kendimizi önemli sorularla baş başa bırakmamız— ve problemlerin çözümü içsel ve dışsal olarak yaptığımız gözlemlerin niteliğiyle doğrudan ilintilidir.
Krishnamurti’ye göre insanların kendi içlerinde ve çevrelerinde olup bitenleri gözlemlemeleri sırasında yaşadıkları özel bir sorun mu vardır? Hayatın gerektirdiği açıklık ve nesnelliğin önüne geçen, çatışma ve yanılgılarla çoğunu harcayan bizler değilsek nedir? Bu konuda Krishnamurti’nin bizi sınamaya davet ettiği belli bir sorun mu vardır?
Yaptığı hemen her konuşmada Krishnamurti “gözlemci, gözlenen şeyin kendisidir” tabirini kullanmış ve “gözlemci olmadan gözlem yapmak” üzerine bahsetmiştir.
Kendinizi sadece kendinizin farkında olmadığınızda, hesap yapmadığınızda, korumadığınızda, devamlı yönlendirmeye, dönüştürmeye, baskılamaya ve kontrol etmeye çalışmadığmızda tanımaya başlarsınız. Kendinizi beklenmedikbir anda görmeniz; zihnin kendine dair herhangi bir önyargıya sahip olmadığı, tümüyle açık ve bilinmeyene karşı hazırlıksız olduğu anda görmeniz demektir.
İnsan Olmak, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…
Bir Cevap Yazın