“Hayatta kalmak, bir imtihan ve muammadır.”
— Şair Kobayaşi İssa
“Dünyada hiçbir şey düzelmiyor sanki! Bir kez başımıza gelen, bir daha yakamızı bırakmıyor. Her seferinde şekli değişiyor sadece ve hiç kimse bunun farkına varmıyor, ne biz ne de başkaları.”
— Romancı Natsume Soseki
“Hiçliğin uzun gecesi ezelden beri insanların üzerine uzanmıştır ve karanlık, bazı yerlere özellikle büyük bir ağırlıkla çöker. Hiroşima ile Nagasaki’de de böyle olmuştur. Yosuke Yamahata’nın fotoğrafları böyle bir gecenin meyveleridir; ölüm çevresindeki her şeyi talan ettiğinde bile hayatın var olduğunu hatırlatan uysal şekiller, kaçak hayaletlerdir onlar.”
— Fotoğrafçı Yosuke Yamahata
Merhaba
Philippe Forest (d. 18 Haziran 1962), Fransız yazar ve edebiyat profesörüdür. İlk Roman Prix Femina (1997) ve Prix Décembre (2004) ödüllerine layık görüldü ve eserleri İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Japonca, Korece ve Çince’ye çevrildi. Cambridge, Edinburgh ve Saint-Andrews ve Nantes Üniversitesi de dahil olmak üzere çeşitli üniversitelerde ders vermiştir.
Philippe Forest, Sarinagara’da üç önemli Japon sanatçı bağlamında Japon şiirinin, romanının tarihini, Japonya’da fotoğrafçılığın doğuşunu, Nagasaki’yi, Kobe depremini anlatırken, yazar Japonya’yı bir başka gözle görmemizi sağlıyor ve hayata dair sorularla karşı karşıya bırakıyor okuru.
Bilgiçlik taslayan önyargı, şiirin hiçbir şey anlatmamasını, saf ve amaçsız söz olmasını ister hep. Ya da, sözcüklerin hiçliğe doğru kesintisiz akışında asla yerine getirilmeyen bir durma vaadi olmasını. Bu önyargı, şiir konusunda boşluktan başka bir hakikati kabul etmez: Zamanın beyhude boşluğunun ışıdığı, biricik aydınlanmadır o.
sadece muallaklığı anlamın —hiçliğe doğru işaret eden— böyledir işte şiir
Ve bu boş aydınlanmaya, en mesafeli ve en şüpheli felsefelerden ödünç alınmış çeşit çeşit isimler verildiği olur. Zen Budizmi, olayların ışık geçirmez perdesini yırtan ve bilinci içeriksiz bir esrimeye teslim eden şimşeğe satori adını verir, O zaman zihin, bütün yanılsamalardan kurtulur ve etrafındaki her şeyin kaybolmaya adanmış olduğunu saptayarak, kendi yıkımına razı olur ve orada zevkinin gerçek biçimini keşfeder.
Kanımızca, Japon şiirinin ifade ettiği şey algının tamamını etkileyen o süreksizlik duygusu ve yavaş yavaş silinen anların sonsuz akışı içinde şiirin ulaştığı hiçlik çoğalmasından ibarettir. Anlam kendini kurban eder, varoluş hükmünü yitirir ve bu yolla ulaşılan esrime halinde, nihayet kendinden kurtulur. O zaman söz, dünyanın gürültülü patırtılı ve bitmez tükenmez bir renklilik barındıran uğultusunda, beyaz ve üzüntü verici hecelerden oluşmuş ve kısa ve dilsiz bir aralık açar ancak:
evet, her şey boş- geçit, pus, sessizlik -der şiir
Amma İssa ilave eder:
Mamafih
Japonca’da Sarinagara‘nın anlamı “mamafih” gibi bir şeydir. Bu beş hece, Koyabaşi Issa’nın en ünlü şiirinin son heceleridir…
Şair Kobayaşi İssa’nın Hikâyesi
Kobayaşi Issa 1763’te doğar. Beşinci ayın beşinci gününde, der Japon takvimleri. Adı Issa değil, Yataro’dur. Issa, yirmi dokuz yaşında seçtiği isimdir. Şiirlerinden biri, bunun ilkbahar başlangcında gerçekleştiğini belirtir. Efsane, onun Kobayaşi Ikyo adını almayı da düşünmüş olduğunu aktarır. Ya da Nirokuan Kikumei. İsim değiştirmenin, onun için, şiir tapınağındaki yeniden doğuşun belirtisi olduğunu söyler Issa.
işte ilkbahar —Yataro yeniden doğuyor— Issa adıyla
Issa, bir fincan çay anlamına gelir. Adam, gençliğinde bir gün, yeşil renkli kaynar suyu seyre dalar ve suyun dibindeki yaprak çökeltisinde adının şeklini görür. Çay kaynar haldedir, dudaklarını ısırır ve damağının tepesi pul pul dökülür. Issa fincanı ahşap masanın üzerine bıraktığında, eşit olmayan dalgalar halinde kabın iç kenarlarına vuran daireler ile sıvının derinliğinde gölge ve dalgacıklardan müteşekkil esaslı bir kıpırdanma görür:
yeşil köpüğün üzerinde —yeni senenin çayı— tek bir kabarcık
Issa kendine bir isim uydurur ve ilk şiirini bu isimle imzalar.
“Hayatta kalmak, bir imtihan ve muammadır.”
Yazmak, gecenin içinde hiç kimseye bir işaret bırakma tarzıdır sadece, İssa bunu bilir: güneş batarken “bir duvarın üzerine senin için yazıyorum” ben buradaydım.
Romancı Natsume Soseki’nin Hikâyesi
Mamafih yürekte —insanların zavallı yüreğinde— bir arzu ayak diretir. Hayatın uzun hikâyesinin tamamen sessizliğe terk edilmemesini ister. Bu arzuya karşılık veren romanlar çeşitli şekillerde adlandırılır. Japon dilinde en az iki ad verilir ona. Monogatari bunların en eskisidir ve “anlatılan şey” demektir. Daha modern tabir ile, şosetsu diye adlandırılır roman. Bu kelimeyi oluşturan iki Çince yazı karakterinden ikincisi sözü ifade ederken, birincisi küçüklüğü anlatır. Yani, önemsizliği.
Öyleyse şosetsu —en azından benim için— romanın bir hiçlik kelamı, insanların yüreğinden gelen ve onlara hiçbir kalıcı teselli sunmayan bir söz, beyhude bir kelam olduğunu hatırlatır. Sadece bir soluklanma anı olduğunu belirtir. Belki de bu nedenle, Natsume Sosekison kitaplarından birine başlık olarak kokoro’yu seçmiştir. Bu sözcük “yürek, gönül” demektir; ama Fransız çevirmen ona biraz dokunaklılık ve tumturak eklemenin daha iyi olacağına karar vermiştir. 1914’te yayımlanan Le Pauvre Coeur des hommes [İnsanların Zavallı Yüreği] çoğunlukla Soseki’nin başyapıtı addedilir, bazen de modern Japon edebiyatının gerçek anlamda ilk büyük romanı, temel be kurucu anıtı olarak kabul edilir.
Bilemiyorum. Hiçbir roman böyle bir önem taşımaz. Bir kitap asla bir anıt değildir ve hayır, onun üzerine hiçbir şey kurulmaz. Kokoro yayımlandığı sırada, Soseki hayatının sonuna gelmiştir. Yaşamı sonsuz bir melankoliyle seyreyler. Bakışı nesnelerin, varlıkların üzerine konar ve henüz vakit varken, birkaç anlatı parçacığı, pek yakında kimseyi ilgilendirmeyecek ve muhteşem yalnızlıklarıyla baş başa bırakılacak sıradan hikâyeler, kaderlerine aldırış etmeyen acayip nesneler içeren küçücük bir sözün değersiz yumuşaklığını dünya üzerine indirir. Soseki, genç bir adamken, romanın ne olduğunu bilmeyi delicesine istemişti. Sanırım daha sonra, yazar olunca, onu anlamaktan vazgeçti. Daha eski bir başka kitabı, Sorekara adını taşır. “Ve sonra” anlamına gelir. Yazmak, arkadan gelecek olanı bilmek demektir sadece. Roman daha fazlası değildir: Hayatın sonsuz “ve sonra”sına yöneltilmiş bir bakış.
İlk kez, Asyalı bir yazar bakışını Avrupa’ya çevirir ve kendisiyle birlikte modern dünyanın da adım atmakta olduğu bu başıboş çağı irdeler.
“Dünyada hiçbir şey düzelmiyor sanki! Bir kez başımıza gelen, bir daha yakamızı bırakmıyor. Her seferinde şekli değişiyor sadece ve hiç kimse bunun farkına varmıyor, ne biz ne de başkaları.”
Fotoğrafçı Yosuke Yamahata’nın Hikâyesi
Hiçbir dil yabancı sözcükleri Japonca kadar iyi karşılamaz. Yabancı sözcükleri kendi ses sistemine uydurmak için alfabelerini kare biçimli belirgin karakterlere dönüştürüp şekillerini bozarak başka bir yazıya geçirmeye tahsis edilmiş işaretlerden oluşan takana adlı özel bir hece sistemine bile sahiptir. Ama yine de, estetik ve teknik yenilikler neticesinde türeyen benzer terimlerin çoğunun aksine, “fotoğraf’ sözcüğü her nasılsa Japoncaya olduğu gibi geçmemiştir. Başka bir kelime sonunda kendini kabul etmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Fotoğrafa saşin denir ve bu şekilde bir araya getirilmiş iki Çince karakter, “sabitlenmiş gerçek” gibi bir anlama gelir.
Bir görüntünün oluşması, nihayet duran bir an halini alması, zamanın ağır işleyişini gerektirir. Söylendiğine göre, Nicephore Niâpce’in, penceresinden görünen önemsiz manzarayı sabitlemeyi başarması on yılını almıştır: Gri bir dikdörtgen, eğik bir tabakasının üç kenarı, kadim göğün kendi kubbesine gölgeyi -andıran karanlık bir anıt, talihin önüne açmış olduğu derinlikten yoksun dünyanın boşluğundan başka bir şey yansıtmamaktan hoşnut, tarihteki ilk fotoğraf.
Bu, 1826’da gerçekleşmiştir. İlk Japonya’ya girmesi ve Satsumanın müstakbel “daimyo”su Şimazu Nariakira’nın Nagasaki’deki bir Hollandalının dükkânından onu satın alması için, yirmi yıl daha geçmesi gerekecektir. Maiyetindeki samuraylardan biri tarafından 1857’de çekilmiş olan Şimazu portresi, bir Japonun başka bir Japonu resmettiği, günümüze dek kalmış en eski klişedir.
Ama fotoğrafın Japonya’ya gelişini anlatan daha hoş bir hikâye vardır. Amiral Perry’nin Japonya’daki ilk görevinde Brown adında bir “daguerrâotypiste”in de hazır bulunduğunu ve Avrupa’ya dönerken, bu ülkede çekilmiş bir dizi fotoğrafı yanında götürdüğünü, fotoğrafların bir İngiliz dergisinde tahta üzerine gravür baskı biçiminde çoğaltıldığını, sonra da bir yangında tümünün yok olduğunu aktarır. Böylece, Japonya’nın ilk fotoğraflarından geriye hiçbir şey kalmayacaktır.
“Hiçliğin uzun gecesi ezelden beri insanların üzerine uzanmıştır ve karanlık, bazı yerlere özellikle büyük bir ağırlıkla çöker. Hiroşima ile Nagasaki’de de böyle olmuştur.”
Yosuke Yamahata’nın fotoğrafları böyle bir gecenin meyveleridir; ölüm çevresindeki her şeyi talan ettiğinde bile hayatın var olduğunu hatırlatan uysal şekiller, kaçak hayaletlerdir onlar.
Sarinagara, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın