Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi? Ders kitaplarımız savaşı yüceleştirmekte, dehşetlerini ise anlatmamaktadır. Bu yöntemlerle çocuklara nefret aşılanıyor. Ben onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil; sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil!

— Albert Einstein 

Merhaba

Niçin Savaş? Gerçekleştirdikleri bilimsel devrimlerle kendi alanlarında XX. yüzyılın ilk yarısına damgalarını vuran Albert Einstein ile Sigmund Freud’un, dünyada barışın kalıcı bir biçimde sağlanması için neler yapılması gerektiğine dair yazışmaları, savaş ve barış üstüne düşünmenin tarihinde kendine “küçük” ama “özel” bir yer açmıştır.

Sevgili Einstein Bey, Şimdi artık bir başka cümlenize dipnot düşebilirim. İnsanların savaş için coşturmanın bu denli kolay olduğuna şaşıyorsunuz ve bu bağlamda insanın içinde bir güdünün var olduğunu, bunun kin tutmaya ve mahvetmeye iteklediğini düşünüyorsunuz. Yine size tam olarak katılıyorum. Böyle bir içgüdünün varlığına inanıyoruz ve özellikle son yıllarda bunun dışavurumlarını incelemeye koyulduk. Size psikanalizde birçok denemeden ve yalpalamaktan sonra bu konuda vardığımız içgüdü öğretisinden bir parça aktarabilir miyim? İnsanın içgüdülerinin iki tür olduğunu varsayıyoruz, ya koruyup birleştirmek isteyen – Platon’un Symposion’undaki tam anlamıyla buna erotik içgüdü diyoruz ya da popüler kavram cinselliğin bilerek aşırı genişletilmesiyle cinsel içgüdü ve yıkmak ve öldürmek isteyen diğeri; bunu saldırganlık ve yıkıcılık güdüsü olarak özetliyoruz. Görüyorsunuz bu, dünyanın bildiği sevmek ve nefret etmek karşıtlığının kuramsal bir soyutlaması, bu belki sizin sahanızda bir rol oynayan çekicilik ve iticilik kutuplarıyla kökten bir ilişki içindedir. Ama isterseniz iyi ve kötü değerlendirmesiyle acele etmeyelim. Bu iç güdülerin her biri aynı şekilde vazgeçilmezdir, bunların birlikte ve karşıt etkileşiminden hayatın görünümleri ortaya çıkıyor. İmdi, bir türün içgüdüsünün neredeyse hiçbir zaman yalıtılmış olarak etkilediği görülmüyor, hep diğer türden az çok bir tutumla bağlıdır; bizim deyişimizle alaşım yapıyor, bu onun hedefini sınırlıyor ya da bazı koşullarda hedefe varmayı ona. Böylece örneğin, kendini koruma içgüdüsü erotik niteliktedir; ama aslında o, niyetini gerçekleştirmek için, doğrudan saldırganlık gereksiniyor. Bunun gibi, nesnelere yönelik sevgi içgüdüsü, nesnesini elde etmek istiyorsa, ele geçirme güdüsünden bir katkı gereksiniyor. Bu iki içgüdü türünün görünümlerini birbirinden yalıtmanın güçlüğü, uzun süre onları kavramamızı engelledi. Benimle biraz daha yürümek isterseniz, o zaman dinleyin, insan edimleri başka türden bir çetrefillik daha gösteriyor. Bir eylem çok seyrek olarak, işin özünde peşinen eros ve bozum bileşimi olan, bir tek güdünün kıpraşmasından doğar. Bir eylemi sağlamak için, genellikle aynı biçimde kurulu birçok motif bir araya gelmiş olmalıdır. Sizin meslek erbaplarınızdan biri bunu biliyordu, bizim klâsiklerin döneminde Göttingen’de fizik dersi veren Prof. G. Ch. Lichtenberg; ama o belki psikolog olarak fizikçi olmaktan daha da önemliydi. Şöyle söyleyerek, motif-gülünü (Motivenrose) keşfetti: “Bir şey yapmaya yönelten hareket sebepleri rüzgâr gibi dizinlenebilir ve isimleri benzer biçimde kurulabilir, örneğin, ekmek – ekmek – şöhret ya da şöhret – şöhret – ekmek.” Yani insanlar savaşa çağrılırlarsa, o zaman içlerindeki birçok motif bunu kabul ederek yanıtlamalıdır, soylu ve bayağı, yüksek sesle dile getirilenler ve susarak geçiştirilenler. Hepsini ortaya dökmemiz gerekmez. Saldırganlık ve bozma sevdası da bunlara dâhil; tarihteki ve günlük yaşamdaki sayısız zulüm bunların varlığını ve gücünü doğruluyor. Bu yıkıcı çabaların erotik ve ülküsel diğerleriyle birleşimi tatmin olmalarını doğallıkla kolaylaştırıyor. Tarihin zalimlerini duyunca bazen, ülküsel gerekçelerin yıkım arzularına bahane oluşturduğu izlenimini algılıyoruz, başka durumlarda, örneğin kutsal engizisyonun zulümlerinde, ülküsel motiflerin bilinçte öne çıktığını düşünüyoruz, yıkım motiflerinin de buna bilmeden destek olduğunu. Her ikisi de mümkün. Bizim kuramlarımıza değil de, savaşları önlemeye olan ilginizi istismar etme tereddüdüm var. Yine de bir an daha, sevilmesiyle önemi aynı olmayan yıkım güdümüze bakmak istiyorum. Biraz spekülasyon gayretiyle bu içgüdünün her canlının içinde işlediği görüşüne vardık, onu parçalama ve hayatı cansız maddeye döndürme çabası içinde. Erotik güdüler yaşamı temsil ederken, o bir ölüm içgüdüsü adını cidden hak ediyor. Ölüm güdüsü, özel organların yardımıyla dışa, nesnelere karşı çevrilerek, yıkım içgüdüsü oluyor. Canlı, denilebilir ki, yabancı yaşamı parçalayarak, kendi yaşamını koruyor. Ölüm içgüdüsünden bir parça canlının içinde kalarak işliyor ve biz, bu yıkım güdüsünün içselleştirilmesinden bir dizi normal ve sayrı olguları türetmeyi denedik. Giderek vicdanımızın ortaya çıkışını saldırganlığın böylesine içedönüklüğüyle açıklama sapkınlığına düştük. Ayrımsıyorsunuz, bu sürecin pek büyük ölçekte olması, hiç de çekinilmeyecek bir şey değil, dosdoğru sağlıksız, buna karşılık, yıkım güdüsü güçlerinin dış dünyadaki yıkımı canlıyı rahatlatıp esenletici bir etki yaratıyor olmalı. Bu, mücadele ettiğimiz bütün çirkin ve tehlikeli gayretlerin biyolojik bağışlanmasına hizmet eder. İtiraf etmeliyiz ki bu, ayrıca bir açıklama bulmamız gereken buna karşı direncimizden doğaya daha yakın. Belki bizim kuramlarımızın, bu durumda hiç de hoş olmayan bir çeşit mitoloji olduğu izlenimi ediniyorsunuz. Ama her doğa bilimi böyle bir tür mitolojiye ulanmıyor mu? Bugün sizin için fizikte durum farklı mı?

Buraya kadar söylenenlerden, bundan sonraki hedeflerimiz için, insanların saldırganlık eğilimlerini ortadan kaldırmanın olanaksızlığı sonucunu çıkarıyoruz. Doğanın, insanın gereksinimlerini bol bol sunduğu, yeryüzünün mutlu bölgelerinde yaşamları uysallık içinde geçen, zorlama ve saldırganlık nedir bilmeyen insanlar varmış. Buna inanamıyorum, bu mutlu insanlar hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyorum. Bolşevikler de, maddi gereksinimleri sağlamayı güvence altına alarak, ayrıca topluluk üyeleri arasında eşitliği sağlayarak, insanlardaki saldırganlığı yok etmeyi umuyorlar. Bence bu bir hayal. Şimdilik tepeden tırnağa silahlanmışlar ve taraftarlarını hiç değilse kendisi dışındaki herkese karşı bir nefretle bir arada tutmuyorlar.  Aslında sizin de belirttiğiniz gibi, konu insanın saldırganlık eğilimini salt ortadan kaldırmak değil, ama bunu öyle yönlendirmeli ki, ifadesini savaşta bulmasın.

Dolaylı yollardan savaşa karşı mücadele için mitolojik içgüdü öğretimizde kolay bir formül buluyoruz. Savaşa gönüllü olmak, yıkım içgüdüsünün bir kanalıysa, bu içgüdünün karşıtının, Eros’un gündeme gelmesi akla yakın. İnsanlar arasında duygusal bağlar yaratan her şey, savaşa karşı işlemelidir. Bu bağlar iki tür olabilir. Birincisi, cinsel ilişki hedefi olmasa da, bir sevgi nesnesiyle olan bağlar. Psikanaliz burada sevgi demekten utanmamalıdır, zira din de aynı şeyi söylüyor: “Gayrını sev, kendini sevdiğin gibi.” Bunu talep etmek kolay, ama gerçekleştirmek zor. Duygusal bağların diğer türü özdeşleşmek. İnsanlar arasında anlamlı ortak yanlar yaratan her şey, böyle ortak duygular, özdeşlikler oluşturur. İnsan toplumu önemli ölçüde bunlar üzerinde inşa edilir.

Otoritenin istismarı üzerine bir yakınmanızdan, savaşa yatkınlığın dolaylı yoldan önlenmesi konusunda bir ima buluyorum. Bu, insanların doğuştan gelen ve önlenemeyen eşitsizliği ki, önder ve bağımlılara bölünüyorlar. İkinciler büyük çoğunluk ve kendileri adına karar veren bir öndere gereksinimleri var, çoğunlukla bu karara itirazsız uyarlar. Burada hemen ekleyelim, bağımsız olmayan yığınları yönetmenin kendilerine düşeceği, bağımsız düşünebilen, sindirilmeye kulak asmayan, hakikat için uğraşan insanlardan bir üst zümrenin eğitilip yetişmesi için şimdiye kadar olduğundan daha fazla çaba harcamalıdır. Devlet şiddetinin, baskılarının ve kilisenin düşünce yasaklarının böyle bir yetiştirme için uygun olmadığı, ayrıca bir kanıt gerektirmez.

İdeal durum doğallıkla insanların içgüdüsel yaşamlarını aklın otoritesine teslim ettikleri durumdur. Böylesine mükemmel ve dirençli bir insan birlikteliğini başka hiçbir şey ortaya çıkaramaz, aralarında duygusal bağlar olmasa bile. Ama bu büyük olasılıkla ütopik bir umut. Savaşın dolaylı engellenmesinin diğer yolları mutlaka daha kolay, ama çabuk bir başarı vadetmiyorlar. İnsan istemeye istemeye, unu elde edinceye kadar açlıktan öldüren, ağırdan öğüten değirmenleri düşünüyor. Yazınızda değinmediğiniz ve beni özellikle ilgilendiren bir soruyu daha ele almak istiyorum. Niçin savaşa karşı böyle çok öfkeleniyoruz, siz ve ben ve daha birçok başkaları, niçin onu da hayatın birçok üzücü çaresizliklerinden biri gibi algılamıyoruz? O, biyolojik gerekçeli olduğu için, pratikte neredeyse hiç önlenemez. Bu sorumdan ürkmeyin. Araştırma amacıyla gerçekte sahip olmadığımız belki bir üstünlük maskesine başvurmak gerek. Yanıt şöyle olacak; her insanın kendi yaşam hakkı olduğu için, savaş umut dolu insan yaşamlarını yok ettiği için, her bir insanı onur kırıcı durumlara düşürdüğü için, istememesine karşın, onu başka insanları öldürmeye zorladığı için, insan emeğinin ürünü olan üstün maddi değerleri mahvettiği için ve daha fazlası. Bir de, şimdiki şekliyle savaşın artık eski kahramanlık idealine olanak tanımamasından ve gelecekteki bir savaş, yıkım araçlarının mükemmelleşmesiyle hasımlardan birinin ya da ikisinin birden imhası anlamına geleceği için. Bunların hepsi doğru ve savaşların genel bir insanlık sözleşmesiyle reddedilmemiş olmasına şaşmamak elde değil. Gerçi bu noktaların her biri ayrı ayrı tartışılabilir. Toplumun, bireyin yaşam hakkı üzerine de söz sahibi olup olmaması, kuşkulu, zenginler ve başkalarını acımasız yok etmeye teşne uluslar var olduğu sürece, her savaş aynı ölçüde yargılanamaz, tehdit altındakiler savaş için donanımlı olmak zorundadır. Ama bütün bunları bir çırpıda geçelim, beni davet ettiğiniz tartışma konusu bu değil. Bir başka şeye işaret etmek istiyorum. Savaşa karşı çıkmamızın ana nedeni, kanımca, başka davranamayışımızdır. Organik nedenlerden öyle olmak zorundayız, bundan dolayı pasifistiz. O zaman, duruşumuzu gerekçelerle hakl çıkarmak kolay değil.

Bu da bir açıklama olmadan anlaşılmaz. Şunu demek istiyorum: Çok eski zamanlardan beri insanlık bir kültür gelişimi süreci içerisinde. (Başkaları bunu şöyle adlandımayı yeğliyorlar: Uygarlık.) Varlığımızdaki en iyi şeyi ve bize acı veren şeylerin önemli bir bölümünü bu sürece borçluyuz. Bunun sebepleri ve başlangıcı karanlık, sonu belirsiz, niteliklerinden bazıları kolayca görülebilir. Belki insanlığı yok olmaya götürür, zira cinsel işlevleri birden fazla biçimde zedeliyor ve daha bugünden kültürsüz ırklarla halkın geri kalmış zümreleri yüksek kültürlülerden daha fazla çoğalıyorlar. Bu süreç belki belli bazı hayvan türlerinin evcilleştirilmesiyle karşılaştırılabilir, kuşkusuz bu bazı bedensel değişimleri de birlikte getiriyor; kültür gelişimi de böyle bir süreç midir, bu konuyla henüz haşır neşir olunmuş değil. Kültür süreciyle koşut yürüyen psikolojik değişimler dikkat çekiyor ve bunlar apaçık ortada. İçgüdü hedeflerinin sürekli bir kayması ve içgüdü kıpranışlarının kısıtlanması biçiminde. Ön atalarımıza zevkli gelen sansasyonlar, bizim için belirsiz ya da çekilmez oldu; etik ve estetik ideal beklentilerimiz değişmişse, bu organik sebeplere bağlı. Kültürün psikolojik karakteristiklerinden ikisi en önemli görünüyor: güdüşel yaşama egemen olmaya başlayan zekânın güçlenmesi ve saldırganlık eğiliminin bütün avantajlı ve tehlikeli sonuçlarıyla içselleştirilmesi. Kültür sürecinin bizi zorladığı psişik duruşlara savaş şimdi en göz alıcı biçimde ters düşüyor, bu yüzden, ona karşı hiddet duyuyoruz, ona artık basbayağı dayanamıyoruz, bu sadece entelektüel ve duygusal bir red değil, bu biz pasifistlerde yapısal bir toleranssızlık, neredeyse aşırı büyütülmüş bir ideosynkrasie. Ne ki, savaşın estetik aşağılamalarının payı da bizim karşı koymamızda savaşın zulümlerinden çok daha az değildir.

Daha ne kadar bekleyeceğiz, diğerlerinin de pasifist olmalarını? Bunu söylemek mümkün değil, ama belki bu iki noktanın, kültürel duruşun ve gelecekteki bir savaşın etkilerinden haklı korku, savaş yürütmeyi belli bir süre içinde sona erdireceği pek de ütopik bir ümit değil. Bu hangi yollardan ya da hangi dolaylı yollardan olur, bunu tahmin edecek durumda değiliz. Bu arada şöyle diyebiliriz: Kültür gelişmesini sağlayan her şey, aynı zamanda savaşa karşı işler.

Sizi kalpten selamlıyor ve açıklamalarım sizi hayal kırıklığına uğrattıysa, bağışlamanızı diliyorum.
Sizin Sigmund Freud

İnsanlığın ufkunu sınırsız dehasıyla sürekli zorlayan Einstein ile insan ruhunun en kuytu köşelerine sızmayı başarmış Freud’un “militan bir barışçılık için savaşmak” zorunluluğunu dillendirdikleri bu mektuplar, savaşın yıkımlarından ders almayıp daha beter felaketlere kürek çeken yolunu şaşırmış tüm “homo sapiens”lere akıllarını başlarına devşirmeleri konusunda –ne yazık ki hâlâ geçerliliğini koruyan– bir uyarıdır.

Yas ve Melankoli

“Yasta dünya yoksul ve boş bir hal alır, melankolide ise yoksullaşan ve boş hale gelen Ben’in ta kendisidir.”

Rüya bizim açımızdan narsisistik ruhsal bozuklukların normal örneği olarak iş gördüğüne göre, melankoliyi normal yas duygulanımıyla karşılaştırarak melankolinin yapısını aydınlatmaya çalışalım. Fakat bu kez, sonuca aşırı değer verilmemesi konusunda uyarmak amacıyla bir hususu peşinen teslim etmeliyiz. Kavram olarak tarifi konusunda tanımlayıcı psikiyatrinin de kararsız kaldığı melankoli, çeşitli klinik biçimlerde ortaya çıkar. Bunların bir kategoride toplanması temellendirilmiş görünmüyor; bazı biçimler psikolojikten çok bedensel kaynaklı duygulanımları anımsatıyor. Her gözlemcinin yararlanabileceği izlenimler dışında, malzememiz psikolojik kökenli olduğu tartışılmaz nitelikteki az sayıda vakayla sınırlı. Bu bakımdan, elde ettiğimiz sonuçların genelgeçerliği iddiasında peşinen bulunmayacağız ve günümüzdeki araştırma araçlarımızla, bir hastalık sınıfının tamamı değilse bile daha küçük bir grubu için tipik olmayan pek az şey bulabileceğimiz düşüncesiyle avunacağız.

Yas ve Melankoli Sigmund Freud’un depresif hastalık konusundaki en kapsamlı kuramsal incelemesidir. Freud konuyu Viyana Psikanaliz Derneği’nde 1914 yılı sonuna doğru sözlü olarak sunmuş ve makalenin ilk taslağını Şubat 1915’te hazırlamıştır. Tekinsiz, 1919 sonbaharında basılmıştır. Makalede yer alan ve Totem ve Tabu’dan tekinsiz konusundaki alıntıyı içeren dipnot göz önünde bulundurulduğunda, Freud’un konuyu 1913’te düşündüğü anlaşılmaktadır. Narsisizme Giriş, Psikanaliz kuramının temel metinlerinden biri olup, 1914’te basılmıştır.

Amatör Psikanalizi Sorunu Üzerine

“Psikanaliz ruhsallığın değişik boyut, süreç ve katmanlarını inceleyen bir bilim dalı; ruhsal soru, sorun, arayış ve bozukluklar konusunda etkili bir tedavi tekniğidir.”

Bu küçük yazının başlığının hemen anlaşılacak türden olmadığı kesin. Bu yüzden benim açıklamam gerekiyor. «Amatörler» kelimesi kullanılarak hekim olmayan kişiler anlatılmak istenir ve sorun da hekim olmayan kişilere tıpkı hekimler gibi psikanalizde bulunma yetkisinin tanınıp tanınamayacağıdır. Bu sorunun hem zaman hem de mekân bakımından sınırlamaları vardır. Zaman bakımından çünkü şimdiye kadar hiç kimse psikanalizde kimin bulunacağına ilgi göstermemiştir. Aslında insanlar bu konuya çok çok az ilgi duymuşlardır. Üzerinde fikir birliği ettikleri tek şey hiç kimsenin psikanalizde bulunmaması dileği olmuştur. Bu durumun gerekçesi olarak çeşitli nedenler ileri sürülebilir fakat bunların tümünün de temelinde psikanalize karşı duyulan aynı hoşnutsuzluk yatmaktadır. Dolayısıyla sadece hekimlerin psikanalizde bulunmaları talebi de psikanalize karşı takınılan yeni ve belli ki daha dostça olan bir tutumla ilgilidir. Şayet sadece öncekinin biraz daha değişikliğe uğramış bir türevi olduğu kuşkusundan yakasını kurtarabildiği takdirde tabii. Bazı koşullar altında psikanalitik tedaviye başlanması gerektiği kabullenilmektedir; fakat şayet durum böyleyse bu tedaviyi üstlenebilecek kişilerin mutlaka hekim olması gerekmektedir. Dolayısıyla bu sınırlamanın nedeni de ayrı bir araştırma konusu olmuştur.

Psikanaliz ekolünün kurucusu Sigmund Freud, bu eserinde uzaman olmayanların psikanalizle ilgili düşüncelerini soru-cevap şeklinde Tarafsız Kişi’yle objektif bir şekilde, herkesin anlayabileceği bir dille konuşarak okura yansıtıyor.

Rüyaların Yorumu

“Rüyalar konusundaki her şeyi öğrendiğiniz zaman, delilik hakkındaki her şeyi öğrenmiş olacaksınız.”

Kitabın birinci ve ikinci basımı arasında dokuz yıl gibi bir süre olmasına rağmen, ikincinin üzerinden henüz bir yıl geçmeden üçüncü baskının yapılması gerekti. Bu gelişmeye sevinme hakkım var elbette. Ancak daha önce okurun ilgisizliğini kitabın değersizliğinin kanıtı olarak yorumlamadıysam, bugünlerde gördüğü ilgiyi de onun mükemmel olduğu şeklinde yorumlamamam lazım.

Bilimsel bilginin gösterdiği gelişmeden Rüyaların Yorumu da payını aldı. Kitabı kaleme aldığım 1899 yılında “Cinsellik Teorisi” adlı çalışmam henüz yazılmamıştı. Psikonevrozların karmaşık tezahürlerinin analizleri daha yeni başlamıştı. Rüya yorumu, nevrozların psikolojik analizini yaparken yardımcı olan bir araçtı sadece. O günden bu yana nevrozları daha ayrıntılı şekilde tanıyor olmamız rüyayla ilgili görüşlerimizi de etkiledi. Rüya yorumu öğretisinin kendisi de birinci basımda yeteri kadar vurgulanmayan bir yönde ilerledi ve gelişti. Kendi çalışmalarım ve Stekel ile diğerlerinin çalışmaları sayesinde, rüyada (daha doğrusu bilinç dışı düşüncede) sembolizmin kapsamını ve anlamını daha doğru değerlendirebilir hâle geldim. Böylece bu yıllar boyunca dikkate alınmayı bekleyen çok malzeme toplandı. Bu yenilikleri doğrudan metnin içine ya da dipnot olarak ekleyerek hakkını vermeye çalıştım.

Freud bu önemli eserinde, en karmaşık rüyaların bile rahatlıkla yorumlanabileceğini göstermektedir. Bunu yaparken de Schiller’in deyimiyle “mantığın, kapıların önünde tuttuğu nöbetten vazgeçmesi” gerektiğini, yani insanın hiçbir eleştiride bulunmadan kendini gözlemlemesinin zor bir şey olmadığını iddia eder.

Freud kitabında rüyanın bir arzunun gerçekleşmesi olduğunu belirtir. Rüyaların uyanık yaşamla ilişkisini, nelerin rüya malzemeleri haline dönüştüğünü ve bunların kaynaklarının neler olduğunu, neden rüyalarımızı unuttuğumuzu, rüyaların psikolojimiz üzerindeki etkilerini, rüyalarla akıl hastalıkları arasındaki ilişkileri ele alır. Rüyalarımızı kendimizin bile tanıyamayacağı hale getirmek için ne tür sembolleştirmeler, yer değiştirmeler ve çarpıtmalarda bulunduğumuzu anlatırken, kendi psikanalitik çalışmalarından örnekler verir.

Uzun yıllardan beri bilimsel literatürün klasikleri arasında yer alan Rüyaların Yorumu, Freud’ un en çok ilgi göreceğini düşündüğü eseridir. Bir mektubunda da ifade ettiği gibi psikanalizin gelişmeye başladığı yıllarda onun için “dalgaların çarptığı bir kaya gibi” sarılıp tutunduğu bir çalışması olmuştur.

1908’de kurulan Viyana Psikanaliz Derneği, Freud’un hayatı için bir dönüm noktası oldu. Otto Rank, Alfred Adler, Carl Gustav Jung gibi önemli kişilerle çalıştı. Jung ile Psikanaliz Kongresi’ne katıldılar ve ABD’nin çeşitli yerlerinde konferanslar verdiler. Freud’un çalışmaları ve psikanaliz, HolIywood’da fazlasıyla ilgi uyandırdı. Freud sinema sektörü ile iş birliği yapmayı reddetse de bu endüstride onun çalışmalarına öykünen pek çok ürün ortaya kondu.

1923’te üst çene ve damak kanseri tanısı konmasıyla ilerleyen yıllarda sağlığı onun için yoğun bir gündem oldu ve pek çok operasyon geçirdi. Konuşma ve yemek yemeyle alakalı sorunlar yaşadı. Nazilerin Viyana’ya gelmesiyle, kızı Anna Freud ile Londra’ya yerleşerek 1939’daki ölümüne dek çalışmalarına orada devam etti.

Freud’un ortaya koyduğu psikanaliz çalışmaları; psikoloji, psikiyatri, çağdaş felsefe, edebiyat, popüler kültür ve pek çok beşerî bilimi etkilemeye hâlen devam etmektedir.

Niçin Savaş, Yas Ve Melankoli, Amatör Psikanalizi Sorunu Üzerine, Rüyaların Yorumu, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Sigmund Freud 6 Mayıs 1856 – 23 Eylül 1939) veya doğum adı ile Sigismund Schlomo Freud, psikolojinin en önemli alt dallarından biri olan psikanaliz biliminin kurucusu olan Avusturya doğumlu Yahudi nörolog.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin