“Hayatımla ilgili bildiğim her şeyi, kitaplardan öğrendim gibi geliyor…”
— Jean Paul Sartre
Merhaba
Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin’dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı’dır. Sartre’a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.
Satre’nin Bulantı’sının kahramanı Antoine Roquentin, şöyle der;
“İşte o zaman Bulantı beni yakaladı; banketin üzerine yığıldım. Nerede olduğumu bile bilmiyordum, çevremde renklerin ağır ağır döndüğünü görüyordum; kusmak geliyordu içimden. Böyle işte, o andan beri Bulantı ayrılmadı, salıvermedi beni.”
Bunaltı Roquentin’e nesnelerin bir özelliği gibi görünür. Dünya bulantıdır; “Bulantı bende değil, onu orada, duvarda askıların üstünde, dört bir yanımda duyuyorum. Kahveyle özdeşleşiyor. O ben de değil ben ondayım.”
Roquentin, bulantıyı tetikleyenin, şeylerin saf mevcudiyeti, katıksız olgusallık, dünyanın olumsallığı olduğunu fark eder yavaş yavaş. Onun bakışı altında, şeylerin tesadüfi ve anlamsız doğasını olumsuzlayan anlamlı ilişkiler parçalanıp dağılır. Dünya ona çıplak görünür. Her türlü anlamdan arındırılmıştır. Kendi varlığı da anlamsız görünür;
“Rastgele ortaya çıkmıştım; bir taş, bir bitki, bir mikrop gibi var olup gidiyordum. Hayatım her bakımdan önemsiz mutluluklara yöneliyordu. Kimi zaman ne idüğü belirsiz işaretler gönderiyordu; kimi zaman da sonuçsuz bir vızıltıdan başka bir şey duyulmuyordu.”
Roquentin’in günlüğü, anlatının çözülüşünün bireysel deneyimidir. Roquentin, hayatta anlam arayışı içinde olan, varoluşsal sorgulamalara gömülmüş bir adamdır. Bouville adlı kurgusal bir Fransız kasabasında yaşarken, bir tür varoluşsal kriz geçirmeye başlar. Her şey ona anlamsız, yabancı ve tiksindirici gelir — bu his Sartre’ın “bulantı” kavramında somutlaşır.
Roquentin, günlük yaşamın sıradan nesnelerine ve olaylarına karşı bir yabancılaşma hissi geliştirir. Eller, taşlar, ağaç kökleri bile ona artık gerçekliğini kaybetmiş gibi gelir. Bu hissin yoğunluğu giderek artar ve “bulantı” olarak adlandırdığı bu duygu, onun dünyayı algılayışını temelden sarsar.
“Var olmak, bir şey değildir… sadece oradadır, sadece olur.”
Yazarın Notu:
Roquentin, varlığın dayanılmaz olgusallığını, çıplak yaşamı, anlatı yoluyla aşmaya çalışır. Kitabın sonunda tarihçilik mesleğini bırakıp yazar olmaya karar verir. Yazmanın, geçmişi kurtarmasını sağlayacağına inanır:
Bir kitap. Bu, her şeyden önce sıkıcı ve yorucu bir çalışma olacak tabii, üstelik var oluşmaktan da, var olduğumu duymaktan da alıkoymayacak beni. Ama kitabın yazılıp bittiği, ardımda kaldığı bir an gelecek ve öyle sanıyorum ki, onun aydınlığının azıcığı geçmişimin üzerine düşecek. Belki o zaman, bu kitap sayesinde, hayatımı tiksinti duymadan hatırlayabileceğim.
Bulantı, öznenin dünyayla bağının çözülüşünü ve özgürlüğün ağırlığını gösterir. Byung-Chul Han’ın “Anlatı Krizi”nde olduğu gibi, Sartre’ın bulantısı da insanın kendi varoluşuyla yüzleştiği eşiği işaret eder.
Sartre’ın eserleri, bireyin özgürlüğünü aynı zamanda ağır bir sorumluluk olarak görmesiyle, modern insanın kimlik arayışında sosyal medya ve kültürel kalıplar arasında yaşadığı kaygıyı açıklamaya devam ediyor; Bulantı’da anlattığı anlamsızlık ve yabancılaşma, günümüzün hızla tüketilen yaşam biçimlerinde ve anlatı boşluklarında yeniden karşımıza çıkıyor; politik yazılarında vurguladığı sömürgecilik karşıtı duruş ve özgürlüğün toplumsal boyutu ise küresel eşitsizlik ve adalet tartışmalarında hâlâ yankı buluyor; Nobel Ödülü’nü reddedişiyle gösterdiği bağımsızlık tavrı da sanat ve edebiyatın kurumsallaştırılamayacağı fikrini günümüzde canlı tutuyor.
Böylece Sartre, hem bireysel hem toplumsal düzeyde özgürlük, sorumluluk ve anlam arayışını günümüz insanına hâlâ hatırlatan bir entelektüel olarak önemini koruyor.
Varoluşçuluk Nedir?
Esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20. yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.
Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal’a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.
Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.
Sartre’ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sartre’ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı (“kendinde şey”), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, “kendi-için-şey”dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak “Varlık ve Hiçlik” kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.
Bulantı, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Bulantı” (orijinal adıyla La Nausée), Jean-Paul Sartre’ın 1938 yılında yayımlanan ilk romanıdır ve varoluşçuluğun edebiyattaki en önemli örneklerinden biridir. Roman, Fransız edebiyatında olduğu kadar felsefede de büyük bir iz bırakmıştır.

Varlık ve Hiçlik
“İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” Jean-Paul Sartre
Çünkü bilinç hiçbir zaman “kendinde” bir şey değildir. İnsan her zaman kendisini seçmekle yükümlüdür. Ne yaparsan yap, seçim yapıyorsun — yapmamayı seçerek bile.
Hiç şüphesiz Jean Paul Sartre’in “başyapıtı”dır. Sadece Fransız felsefesi açısından değil genel olarak felsefe tarihi açısından da son büyük ontoloji denemesini temsil eder. Dolayısıyla önemini ve güncelliğini hala korumaktadır ve hiç şüphesiz daha uzun yıllar korumaya devam edecektir. Çünkü, insan ilk defa bu yapıtta özgür olmaya “mahkum” edilmiştir…
“Varlık” ve “etre” kavramlarını örtüştürmek, her şeye rağmen bir miktar zorlama içeriyor. Biz, Türkçemizde, “olmak” fiilini, “dır”, “dir” vb ekler biçiminde kullanıyoruz. Bu bize konuşmada ve yazınsal anlatıda olağanüstü kolaylıklar ve olanaklar sağlıyor; ama felsefece düşünmede de olağanüstü zorluklar çıkarıyor. Özellikle de ontolojinin alanında.
“Olmak”, “var olmak”la (ya da “varlık”la) aynı şey değildir; bunu iyi anlamak gerekiyor. “Olmak”, birtakım ihtimaller barındıran bir “olmakta-olmak” halidir; “olmak”a, “varlık” (ya da “var olmak”) gibi yaklaşmak, onu şu ya da bu varoluş anında dondurmak olur. “Olmak”, “varolan” bir şeyin süreç halindeki uğraklarından herhangi biri gibi kavranamaz; bu uğrakların bütünüdür. Ve bu bütünü de akışı içinde, uğraklardan herhangi birinde durmaksızın, takılıp kalmaksızın anlamamız gerekir. “Olmak”, yaşamak denen fenomenin olumsal kendiliğindenliği değil, kendisidir. Devinim halindeki durağanlığı içinde, mümkünleriyle, muhtemellikleriyle ve bunları biçimlendiren tasarı ve yansıma yansıtmalarıyla kavranmak zorundadır. “Olmak” vardır, çünkü “yokluk” yoktur; ama “var olmak”, bir olmak kipliğidir.
Felsefe tarihinde bunu ilk sezen ve ilk açımlayan Parmenides oldu (“Doğa gizlenmeyi sever” diyen Herakleitos’u da unutmamak gerek). Ve Heidegger’e gelene kadar da —benim bilebildiğim kadarıyla— hiçbir filozof, varlık problemini bu ontolojik eksen çevresinde düşün(e)medi. Leibniz’in, “Neden hiçbir şey yerine bir şey var?” sorusundan kalkan Heidegger, Scin und Zeit’ta (Varlık ve Zaman) şunları yazar: “Olmak, bir olan gibi düşünülemez […] ‘olmak’ın belirlenmesi, bir olanın ona bir yüklem olarak verilmesiyle elde edilemez. Olmak, tanımlanması söz konusu olduğunda, daha üstün kavramlardan türetilemeyeceği gibi, daha aşağı kavramlardan yola çıkarak da gösterilemez. Ama bunun sonucu olarak ‘olmak’ın hiçbir sorun yaratmadığını mı söyleyeceğiz? Hiç de değil; yalnızca şunu çıkarsayabiliriz: “olmak’, herhangi bir olan gibisinden bir şey değildir. Bu nedenle, bazı sınırlar içinde geçerli olmakla birlikte, olanı belirlemenin genel tarzı —geleneksel mantığın, antikçağ ontolojisinde temellerini bulan ‘tanımı’— olmak’a uygulanabilir değildir. Olmak’ı tanımlamanın imkânsızlığı [Heidegger’in antik ontolojiden kaynaklanan bir “önyargı” olarak nitelediği imkansızlık, bizi onun anlamını sorgulamaktan bağışık kılmaz, tersine, buyurgan bir biçimde bu sorgulamaya götürür.”
Heidegger, yıllar sonraki bir metninde yeniden bu sorunu gündeme getirecek ve “felsefe sona erdikten sonra da düşünceye düşen görevin” olmak’ın açıklanması olduğunu söyleyecektir.
“Varlık Ve Hiçlik altbaşlığının söylediği gibi, bir “ontoloji denemesi”dir. Ve “olmak”ı fenomenolojik” açıdan açıklayan bir deneme.
Varlık Ve Hiçlik, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Varlık ve Hiçlik” (L’Être et le Néant, 1943), Jean-Paul Sartre’ın en önemli felsefi yapıtıdır. Bulantı gibi eserlerde temellerini attığı düşünceleri bu dev felsefi metinde sistemli ve kapsamlı bir şekilde ortaya koyar. Sartre bu eseriyle 20. yüzyıl varoluşçuluğunun en güçlü teorik temelini oluşturmuştur.
“Varlık ve Hiçlik” bir fenomenolojik ontoloji çalışmasıdır. Yani, varlık üzerine bir araştırmadır ama bu araştırma, fenomenlerin (görüngülerin) nasıl bilince göründüğü üzerinden yapılır. Sartre burada Edmund Husserl’in fenomenolojisinden ve Heidegger’in Varlık ve Zaman’ından yoğun şekilde etkilenmiştir, ama kendi radikal özgürlük anlayışıyla bambaşka bir yola girer.
Sartre, iki temel varlık türü tanımlar:
- Kendinde varlık (l’être-en-soi): Taş, masa, ağaç gibi şeyler. Bunlar sadece vardır. Bilinçsizdirler, oldukları gibidirler.
- Kendisi için varlık (l’être-pour-soi): Bilinçtir. İnsan bilinci “kendisi için” vardır. Yani, kendi varlığı üzerine düşünebilir, kendini sorgulayabilir.
Hiçlik, bilincin ortaya koyduğu bir şeydir. Sartre’a göre bilinç, varlıkla aynı değildir — tersine, varlığa mesafe koyarak onu “hiçleştirir.” Bu sayede insanlar seçim yapabilir, “şu olmayı” değil, “bu olmayı” seçebilir. Bu da özgürlüğü doğurur.

Öznellik Nedir?
“Sen neysen, yaptıklarınsın. Ve kim olacağını da sen seçeceksin.” Jean-Paul Sartre
Bu öznellik anlayışı, insanı hem özgür kılar, hem de tüm sorumluluğu ona yükler. Hiçbir mazeret yoktur: Tanrı, kader, toplum… hiçbirine sığınamazsın.
1961 yılının Aralık ayında yirminci yüzyıl düşüncesinin en önemli isimlerinden Jean-Paul Sartre bir konferans vermek üzere Gramsci Enstitüsü tarafından Roma’ya davet edilir. Konferansın konusu Marksizmin, diyalektik materyalizmin en netameli temalarından biri olan öznelliktir.
Sartre’ın tereddütleri nereden kaynaklanmaktadır?
Sartre, konferansında, öznelliği iki özellik altında Bilmezlik ve olmak zorunda olmak. Bunlar, Ego’nun Aşkınlığı (1936) ile Varlık ve Hiçlik’in (1943), Sartre’ın eserlerindeki ilham verici görülerin dikkat çekici sürekliliğine hiç kuşkusuz duyarlı olan okuyucularının aşina olduğu iki ayırıcı özelliktir.
Bilmezlik, özne felsefesinin bilinci karakterize eden olarak düşünüme verdiği ayrıcalıklı statüyü bozmak amacıyla vurgulanır. Bilincin, tanımı gereği kendinin bilinci o halde düşünümsel olmayan kendinin bilinci olduğunun altını çizer filozof; üzerinde düşünülmüş kendinin bilinci aralıklı olduğundan, aslında düşünülmüş anların arasında bilinçdışı bir bilincin saçmalığını kabul etmek gerekir. Diğer bir deyişle, kendinin bilinci kendinin bilgisi değildir. Olmak zorunda olmak, böylelikle bir varolan olan bilincin varolma kipidir. Özne varken bilinç hiçbir varlık tarafından taşınmaz; çünkü bir mutlak, bir varoluş mutlağı olduğu konusunda Sartre bizi uyarır. Bilinç, bir öznenin bilinci hiç değildir. Öyle olsaydı, kuşkusuz öznenin varlığını düşünmekten başka bir işlevi olmazdı (özne felsefesinde, kendinin bilinci kaçınılmaz olarak üzerinde düşünülmüş bir kendinin bilinci, yani öznenin varlığına dönen bir bilinçtir). Bilinç, bir öznenin bilinci değildir zira Sartre’ın oluşturduğu kavramsal düzende, bilinç gelip özne kavramının yerine geçer. Bu açıklama da yaklaşıktır; zira bilinç gelip öznenin yerini almaz, özne felsefesinin kurduğu coğrafyayı yeniden çizer. Sartre’ın kasvetli bir şekilde nesnelci olan bir çevreye belli bir dozda öznellik damlattığını ihmalkârlıkla fark eden yazarların dikkate almadığı şeydir bu.
Olmak zorunda olmak teması, Sartre’ın düşünümünü kesinkes doğalcılık karşıtı bir perspektife, daha önce Simone de Beauvoir’ın başyapıtı İkinci Cins’te derinlemesine ele alıp sistematikleştirdiği perspektife yerleştirir. Belirtmek gerekir ki, Sartre’ın “olmak zorunda olmak”ı, varlığın gerçekleşme hariç tüm belirlenimlerine sahip olan bir mümkünün ön konumunu gerektiren Aritotelesçi erk ve edim tasarımına girmez. Ünlü dört neden teorisi içindeki biçimsel nedenin üstlendiği bu mümkün varlık bir özü kapsar: “Öz, bir nesnenin mümkünlüğüne bağlı olan her şeyin ilk içsel ilkesidir.” Özcülük, zorunlu, gerçek ve mümkün arasındaki özgül bir eklemlemeye komuta eder. Öz, mümkün varlığı sınırları içine aldığından, mümkün varlık varlığın ilkesinden başka bir şey değildir; yasal olarak ve gerçekte ilk odur. Gerçek o halde aracılık rolüne sınırdaştır, zorunlunun etkilerini gösterdiği ve o yolla, mümkün olan ile çakışmasını ifşa ettiği ortamdır. Rolü, bir değerlendirmeyle, bir fırsatla, bir gizilgüçlülüğün edimselleştirilmesi fırsatıyla kısıtlıdır. Sartre açıkça karşı çıkar: “Kendinde varlık ne saklıgüç halinde olabilir ne de, ‘saklıgüce sahip olabilir’. Kendinde varlık, özdeşliğinin mutlak bütünlüğü içinde ne ise odur. Bulut, ‘saklıgüç halindeki yağmur’ değildir, kendindeliği içinde, belli bir ısıda ve belli bir basınçta tamı tamına olduğu şey olan belli bir miktar buhardır. Kendinde varlık edim halindedir.” 0 halde dünyada mümkünün olması için, mümkün olanın, bizzat kendisi için kendi mümkünü olan bir varlık, kendi için varlık, bilinç tarafından dünyaya dahil edilmesi gerekir.
Sartre’nin bu konferansta, öznelliğin materyalist statüsüne tanımlama projesine sahip olduğu anda bile, bilmezlik ya da düşünüm öncesi kendinin bilinci ile olmak zorunda olmak arasındaki bağı aydınlatmanın üzerine bu kadar düşmesi özellikle anlamlıdır. “İşte öznelliğin bir ilk temel karakteri: Öznellik, tanımı gereği, bilinç düzeyinde bile bilmezlikse, birey ya da organizma, varlığı ne ise onu olmak zorundadır.” Bunun ancak iki imkâna açılacağını ekler Sartre: Biri, saf maddesel sistemin (uç) durumunda olduğu gibi, maddesel varlığı olmaktan ibarettir ve açık sadece oradadır, diğeriyse praxis’in durumunda olduğu gibi, sürekliliğini sağlamak amacıyla kendini, bütünü değiştirmeye verir. İkisi arasında, bütünün tehdit altındayken korunması gereken verili bir şey değil, asla kesin olarak verilmediği için her zaman korunması uygun olan bir şey olması anlamında içsellik koşulu vardır.
Bütün gerçekte, sürekli bir içselleşme ve yeniden düzenleme yasasıdır; adeta organizma öncelikle bir bütünden ziyade bütünleşmedir: bütün, sürekli olarak bu içselleşmeye yol açan bir tür özdüzenleme olabilir ancak.
Sartre’ın konuşması ilk bakışta Batı Marksizminin önde gelen figürü György Lukács’la bir polemik izlenimini verir; ancak gerek konuşmanın içeriği gerekse dinleyicileri arasında bulunan İtalyan Komünist Partisi mensubu ya da sempatizanı entelektüellerin kitaba da eklenen bazı soruları ve katkıları tartışmayı bunun çok ötesine taşır. En başta, Hegel ve Karl Marx’ın gölgesi herkesin üzerine düşmektedir; bunun yanı sıra –bazen isimleri dahi zikredilmeden– Immanuel Kant, Giambattista Vico, Martin Heidegger, Søren Kierkegaard, Antonio Gramsci, Benedetto Croce, Maurice Merleau-Ponty gibi Avrupa düşünce tarihinin kimi köşe taşlarının izleri görülür.
Kitap felsefi açıdan hayli yoğun, yer yer zorlayıcı bir metin Öznellik Nedir? Bu yoğunluğun içinde Parma Manastırı ve özellikle Madam Bovary değerlendirmesiyle, arkadaşlarıyla beraber dergisi Les Temps Modernes’e isim ararken yaptığı kuvvetli bir gözlemi dile getirişiyle, aktardığı şekliyle bir duruma gösterdiği tepkiden hoşnut olmayan ama bunu tam olarak anlamlandıramayan işçi örneğiyle yer yer edebiyatçı Sartre’ı görmek ayrı bir zevk.
Yaşamın sıradanlıklarına, tekdüzeliğine meydan okumak biraz da “delice” bir iş değil midir? Ve bu da bir “olmak” kipi değil midir?
Öznellik Nedir?, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Sartre’ın “öznellik” anlayışı, bugünün dünyasında bireyin kendini yeniden tanımlama, sorumluluk alma ve özgürleşme çabaları için hâlâ güncel ve güçlü bir felsefi temeldir. Özne olmanın, sadece “var olmak” değil, seçmek, eylemek ve sonuçlarına katlanmak olduğunu hatırlatır.
Jean-Paul Charles Aymard Sartre Hayatı ve Kariyeri
Jean-Paul Sartre (1905–1980), 20. yüzyılın en etkili filozoflarından, edebiyatçılarından ve aydın figürlerinden biridir. 21 Haziran 1905’te Fransa’nın Paris kentinde doğmuştur. Babasını küçük yaşta kaybeden Sartre, annesi ve büyükbabası tarafından yetiştirilmiş, erken yaşlardan itibaren kitaplarla iç içe bir hayat sürmüştür.
Sartre, École Normale Supérieure’de felsefe eğitimi almış ve burada dönemin önemli düşünürlerinden biri olan Simone de Beauvoir ile tanışmıştır. Bu ilişki, hem entelektüel hem de kişisel düzeyde ömür boyu sürecektir. 1939’da II. Dünya Savaşı’na katılmış, bir süre Almanlar tarafından esir alınmış, sonra serbest bırakılmıştır.
1940’lar ve 1950’ler boyunca Sartre, hem felsefi hem de edebi eserleriyle büyük ün kazanmıştır. En önemli felsefi yapıtı olan Varlık ve Hiçlik (L’Être et le Néant) (1943), bireyin özgürlüğü, sorumluluğu ve varoluşsal kaygılarını derinlemesine işler. Bulantı (La Nausée), Duvar (Le Mur) ve Sinekler (Les Mouches) gibi roman ve tiyatro eserleriyle de varoluşçuluğu edebi biçimde işler.
1945’te yayımlanan Edebiyat Nedir? adlı eseri, edebiyatın toplumsal işlevini sorgulayan önemli bir yapıt olarak öne çıkar. Sartre, yazarlığı yalnızca bireysel bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir toplumsal sorumluluk olarak görür.
Satre’nin Eserlerinin Günümüz İçin Önemi
- Özgürlük ve sorumluluk: Sartre, özgürlüğü yalnızca bir hak değil, aynı zamanda ağır bir sorumluluk olarak tanımlar. Günümüzde bireyler, sosyal medya, algoritmalar ve kültürel kalıplar arasında seçim yaparken bu sorumluluk duygusunu daha yoğun hissediyorlar.
- Bunaltı ve kaygı: Sartre’ın “bunaltı” kavramı, özgürlüğün ağırlığından doğan varoluşsal kaygıyı anlatır. Modern dünyada sürekli seçenekler ve belirsizlikler içinde yaşayan bireyler için bu kavram hâlâ açıklayıcıdır.
- Anlamsızlık ve yabancılaşma: Bulantı romanında Roquentin’in yaşadığı anlamsızlık, günümüzde hızla tüketilen yaşam biçimleri ve “anlatı boşluğu” ile örtüşür. Sartre’ın anlamsızlık vurgusu, çağımızın kimlik krizlerini anlamak için güçlü bir araçtır.
- Etik ve siyaset: Sartre, özgürlüğü yalnızca bireysel değil, toplumsal bir mesele olarak da ele alır. Bu yaklaşım, günümüzde demokrasi, insan hakları ve bireysel sorumluluk tartışmalarında hâlâ referans noktasıdır.
- Edebiyat ve felsefe birleşimi: Sartre’ın romanları (Bulantı, Duvar) ve tiyatro eserleri (Sinekler, Kirli Eller) felsefi kavramları edebi biçimde işler. Bu, günümüzde felsefenin yalnızca akademik değil, sanatsal bir ifade biçimi olarak da yaşamasını sağlar.
Sartre’ın eserleri günümüzde hâlâ önemlidir çünkü bireyin özgürlüğünü, sorumluluğunu ve anlamsızlıkla yüzleşmesini anlatır. Bu kavramlar, çağımızın kimlik, etik ve toplumsal krizlerinde yol gösterici olmaya devam ediyor.
Sartre’ın Politik ve Toplumsal Duruşu:
- Marksizm ile varoluşçuluk: Sartre, bireysel özgürlüğü merkeze alan varoluşçuluğu, toplumsal koşulları açıklayan Marksizm ile birleştirmeye çalıştı. Ona göre özgürlük yalnızca bireysel bir mesele değil, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal bağlamda şekillenen bir sorumluluktu.
- Sömürgecilik karşıtlığı: Sartre, özellikle Cezayir Savaşı sırasında sömürgecilik karşıtı bir tavır aldı. Bu duruşu, dönemin entelektüel çevrelerinde büyük yankı uyandırdı.
- Nobel Ödülü’nü reddetmesi (1964): Kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul etmedi. Gerekçesi, bir yazarın kurumsallaştırılamayacağı ve özgürlüğünün herhangi bir kurum tarafından temsil edilemeyeceğiydi. Bu tavır, onun bağımsız entelektüel kimliğini pekiştirdi.
- Toplumsal meselelerde duyarlılık: Sartre, işçi sınıfının sorunlarından, savaş karşıtı hareketlere kadar pek çok toplumsal meselede aktif bir ses oldu. Yazılarında ve söylemlerinde özgürlüğün toplumsal sorumlulukla birleşmesi gerektiğini vurguladı.
Ölümü ve Mirası:
15 Nisan 1980’de Paris’te hayatını kaybeden Sartre, arkasında derin felsefi sistemler, etkileyici edebi yapıtlar ve özgürlük üzerine kurulu bir yaşam felsefesi bırakmıştır. Simone de Beauvoir ile birlikte Montparnasse Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın