“Yazılı ve sözlü kültür arasındaki farkın önemi ve belirleyiciliği konusu kuramcı ve araştırmacılar tarafından 20. yüzyıl boyunca bir hayli işlenmiştir. McLuhan’ın ünlü “İleti, iletişim aracının kendisidir ” sözü iletişim aracının anlam iletme, dolayısıyla da anlam üretme ve tüketme süreçlerindeki merkeziliğini vurgulaması açısından bu geleneğin son noktasıdır…”

—Leyla Neyzi

Merhaba

Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları adlı eser, görece yeni bir disiplinlerarası alan olan bellek çalışmaları alanında Türkiye üzerine yapılmış yeni araştırmalardan bir seçkiyi okuyucuyla paylaşmayı amaçlıyor. Bellek çalışmaları, sosyal ve beşeri bilimlerde özellikle tarih, antropoloji, edebiyat ve psikoloji gibi disiplinlerin ağırlıklı olarak eğildiği, son yıllarda da kendi disiplinlerarası alanını oluşturan ve büyük ilgi gören bir konu.

Bellek çalışmaları, en genel anlamıyla bireysel ve toplumsal hatırlama (ve unutma) süreçlerini inceler. Son yıllarda beyin üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, bireysel belleğin nasıl işlediğini anlamamızı kolaylaştırmakla birlikte, bu konuda deneysel çalışmalar sürmektedir. Bu araştırmaların en önemli bulgusu, hatırlama sürecinin bir muhafaza sistemi veya bir bilgisayar gibi çalışmadığını göstermesidir. Birey, hatırlama anında basit bir şekilde geçmişte depolanmış bilgiye ulaşmaz. Bellekteki veri, hatırlama anının özellikleriyle harmanlanarak yeniden oluşturulur (Rose 2003). Bu açıdan, belleği araştırmak için geçmiş kadar, güncel bağlam ve bu ikisinin arasındaki İlişkiyi dikkate almak gerekir. Hatırlama sürecini incelemek, aynı zamanda unutma sürecinin de farkında olmayı gerektirir. İnsan beyni, deneyimlediklerinin büyük çoğunluğunu unutmak zorundadır; bu açıdan hatırlanan, yaşanmış olandan yapılan bir seçkiden oluşur (Connerton 2009).

Sosyal bilimciler, bellek konusunu araştırırken, özellikle bireyin İçinde bulunduğu toplumsal bağlam üzerinde dururlar. İnsan beyninin çalışma biçiminin ötesinde, hatırlama sürecinin toplumsal bağlamdan güçlü bir şekilde etkilendiği aşikârdır (Halbwachs 1992). Geçmişi nasıl hatırladığımız, bize okulda öğretilen tarihten, televizyon, film, gazete, dergi, internet gibi medyadan, aile ve sosyal çevremizden bize aktarılan sözlü ve yazılı kültürle yakından ilintilidir. Bellek çalışmaları özellikle bireysel olanla toplumsal olanın kesişme noktasına eğilir (Portelli 1991). Bireysel yaşam öyküsü anlatıları (sözlü tarih), otobiyografi, biyografi, popüler kültür, medya, sanat, mimari, mekân, objeler, beden gibi alanlarda belleğin izini sürer.

Tarihsel olarak felsefecilerin kavramsal çalışmalarıyla başlayan (Coleman 1992), sözlü kültüre dayanan ve yazının kitlelere henüz ulaşmadığı toplumlarda bilgi aktarımının ana yolu olan (Yates 1992) ve modernite hakkında yazılanlarda da öne çıkan bellek konusu (Benjamin 1997) 20. yüzyılda dünya savaşlarının ve totaliter rejimlerin toplum ve birey üzerindeki travmatik etkilerini inceleme süreciyle birlikte geniş bir araştırma alanı oluşturdu (Fussell 1975). Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı askerlerin yaşadıkları, daha sonraları travma sonrası stres bozukluğu olarak tanımlanacak fiziksel ve psikolojik bozukluklara neden olur. Savaş deneyimi, askerlerin hatırlama biçimlerini de etkiler. Sonradan travma çalışmaları olarak tanımlanacak bu yeni araştırma alanı, bellek konusundaki İncelemeler için de öncü olur. Sigmund Freud, travmayı ve travmaya bağlı bellek bozukluklarının psikanalitik bozukluklar olarak nitelendirerek geçmişi hatırlamayı merkezine yerleştiren yeni bir disiplin yaratacak ve modern öznenin kendini tanımlama sürecini derinden etkileyecektir (Steedman 1995).

Bellek çalışmaları, özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Holocaust yani Yahudilere yönelik soykırımdan sonra ivme kazanır. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren sözlü tarih yöntemi, soykırımdan kurtulanların deneyimlerini dinleyerek bir ses ve görüntü arşivi oluşturmak, yaşananlara tanıklık etmek ve iyileştirme sürecine katkıda bulunmak amacıyla hızla gelişir (Felman ve Laub 1992). Holocaust ve soykırım araştırmaları İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze süregelen ve Güney Amerika, Güney Afrika, Kamboçya, Yugoslavya, Ruanda gibi ülkelerde yaşanan toplumsal şiddetin etkilerini araştıran sosyal bilimcilere örnek oluşturacaktır (Levy ve Sznaider 2002).

Çoğunluğu tarihçi olarak yetişmiş olan sözlü tarihçiler, zamanla kendi akademik alanlarını oluştururlar. Tarih disiplininin arşivde çalışmaya yönelik yönteminin toplumda göreceli olarak güçsüz konumdaki kadınlar, azınlıklar, göçmenler gibi kesimleri araştırmak için yeterli olmadığını savunan sözlü tarihçiler, bireylerin yaşam deneyimlerini kendi ağızlarından dinleyerek onların da tarihe dahil edilebileceğini öne sürerler. Bellek konusunun sosyal bilimlerde yoğun olarak araştırılmaya başlaması sözlü tarihin gelişimiyle başlar (Passerini 1987). Çünkü sözlü tarih, belleğin işleyiş biçimini, sözlü kültürü ve yazıyla ilişkisini irdelemeyi gerektirir (Assmann 2001).

Bellek çalışmaları alanına ivme kazandıran diğer bir gelişme, son yıllarda kimliğe ve bununla bağlantılı olarak geçmişe yönelik yoğun İlgidir. Bu İlgi, postmodernite deneyimiyle ilgili tartışmalarla yakından ilintilidir. Bazı yazarlar, günümüz toplumundaki zaman ve mekân iç içeliğinin bir denge gereksinimi yarattığını, kimlik ve geçmişe yönelimin bundan kaynaklandığını savunur (Huyysen 1994). Geleneksel olanın kaybına yönelik bir nostalji de belleğe yönelimin nedenlerindendir (Nora 2006). Bellek konusunun gündemden düşmemesi, milliyetçilik ve kültürel kimliğe dayalı çatışmaların şiddet ve soykırımlara neden olması ve bu olayların geçmişin hatırlanma ve kurgulanma biçimiyle ilintili olmasından da kaynaklanmaktadır (Das 2000). Son yıllarda bellek çalışmaları alanında sorumluluk, adalet ve hukuka dair tartışmalar öne çıkmaktadır (Leydesdorff 2009). Gitgide kendi akademik alanını oluşturan bellek çalışmaları, kendi dergisi ve alana giriş kitaplarıyla kurumsallaşmaktadır (Roediger III ve Wertsch 2008, Radstone ve Schwarz 2010).

Türkiye’de ise bellek çalışmaları çok yeni bir alan (Öztürkmen 2001/2002). 1980 sonrası toplumsal gelişmeler Türkiye’de yakın geçmişe olan ilgiyi yoğun bir şekilde artırdı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi toplumda onulmaz yaralar açtı. Siyasal baskı, küreselleşmenin etkisiyle birlikte kültürel ve öznel kimlik arayışlarını öne çıkardı (Gürbilek 1992), Yeni medya iletişim olanaklarını artırdı. Türkiye toplumu yakın tarihi, özellikle de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecini ve Cumhuriyet’in kuruluş projesini tartışmaya başladı (Ersan11 2003). Yakın tarihe olan yeni ilgi, unutulmuş veya unutturulmuş olan ve özellikle Hıristiyanlara, Yahudilere, Kürtlere ve Alevilere yönelik travmatik olayların gündeme gelerek yeniden değerlendirilmelerine neden oldu. Bunların arasında Ermeni tehciri, Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, 1934 Trakya olayları, Dersim 1937-38, Yirmi kur’a ihtiyatlar, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 olayları bulunmakta (Bali 1999). 1960, 1971 ve 1980 askeri darbeleri, 1984’ten günümüze Doğu ve Güneydoğu’da süren çatışmalar ve gazeteci Hrant Dink’in 17 Ocak 2007’de öldürülmesi de toplumu derinden sarsan ve sürekli tartışılan olaylar. Bugün Türkiye toplumu, siyasi ve kültürel duruşları ve dolayısıyla geçmişte yaşanmış olaylara dair anlatıları çok farklı kesimlerden oluşuyor (Neyzi 2004).

Bellek çalışmaları, tarihin bireysel yaşanmışlıklar yoluyla yeniden gözden geçirilmesine olanak sağlar. Türkiye’de okullarda öğretilen tarih, toplumun yakın tarihte yaşadığı birçok olayı işlememektedir (Danacıoğlu 2001). Ulusal tarih anlatısına dahil edilen birçok olay ise farklı grup ve bireyler tarafından değişik biçimlerde yorumlanmaktadır. Bireylerin evde ve yerelde öğrendikleriyle kamusal alanda öğrendikleri arasında farklılıklar ve çelişkiler bulunmaktadır. Çeşitli korku ve çekinceler, aile içinde bile geçmişle ilgili deneyimlerin sessizleştirilmesi ve aktarılmamasıyla sonuçlanabilmektedir (Kırlı 2005). Bütün bunlar toplumun geçmişle ilişkisini bozmakta ve yaşam deneyimlerini yorumlama ve aktarma süreçlerini etkilerken içten bölünmüş, yoğun iç çatışmalar yaşayan özneler oluşturabilmektedir (Neyzİ 2010).

Türkiye’de bellek çalışmaları akademik araştırmalar ancak 1990’larda sözlü tarihle başladı. Üniversitelerde bu alandaki dersler farklı disiplinlerden akademisyenlerin girişimleriyle açılmaktadır. Bu konu çalışan araştırmacıların çoğunluğunun kadın ve tarih dışı disiplinlerde eğitim görmüş olması (antropoloji, sosyoloji, edebiyat, folklor, toplumsal cinsiyet, kültürel çalışmalar gibi) dikkat çekicidir.

Bellek çalışmaları güncel araştırmalar sözlü tarih dışında edebiyat gibi konuları kapsamakta.

Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, Türkiye’de bellek çalışmaları alanında çok farklı konularda yeni araştırmaları kapsıyor. Bu konular arasında sözlü kültür ve geleneğin aktarımı; edebiyat ve anı ilişkisi; toplumsal çatışma ve travma; hatırlamanın toplumsal cinsiyeti; yemeğin edebiyattaki belleksel işlevi; müze, arşiv ve azınlıklar; mimari mekan ve anıtlar; sosyalizmi hatırlamak; göç, yerel tarih ve azınlıklar bulunmakta.

İrvin Cemil Schick, “Bedensel Hafıza, Zihinsel Hafıza, Yazılı Kaynak: Hat Sanatının Günümüze İntikalinin Bazı Boyutları” adlı yazısında Türkiye’de bellek çalışmaları alanının tarihsel ve kavramsal çerçevesinin çizilmesine katkıda bulunacak saptamalar yapıyor. Bu bağlamda Osmanlı’dan günümüze yazılı kültürle sözlü kültür arasındaki ilişkiye ve geçişkenliğe dikkat çekiyor. Schick, hat sanatı örneğinde Osmanlı’da söz, beden ve yazının bir aradalığını gösteriyor. İlginç bir şekilde, Türkiye’de eski yazının yasaklanmasıyla birlikte yazılı kültürün sözleştiğini ve hat ustalarının ‘”hafıza adamlar” haline geldiğini ileri sürüyor. Son yıllarda ise eskiye rağbet arttıkça artık okunamayan hat eserlerinin kendilerinin hafıza mekânları haline geldiğini savunuyor.

“Taş Üstüne Taş Koymak: 12 Mart Romanlarında Görgü Tanığı Belleğinin Yazınlaştırılması” adlı çalışmasında, Çimen Günay-Erkol edebiyat ve anı arasındaki ince çizgiyi ele alıyor. 12 Mart romanlarının ağırlıklı olarak yazarların kendi tanıklıklarına dayandığının varsayıldığına dikkat çeken Günay-Erkol, bu örnek üzerinden tarih-edebiyat ve gerçek-kurmaca ilişkisini tartışıyor. Yazarın gündeme getirdiği önemli sorular arasında “tarihsel gerçeklikle psikolojik gerçeklik ilişkisi nedir?” ve “tarihsel olarak geçersiz bir tanıklık edebiyat için ne ifade eder?” bulunmakta. Günay-Erkol’un önemli bir saptaması, 12 Mart romanlarının dönemin tarihinden ayrı olarak da değerlendirilmesi gerektiği.

Rebecca Bryant, “Felaketi Yazmak: Kıbrıs’ta Nostalji ve Tarih(ler)i” adlı yazısında Rum ve Türk kesiminden iki Kıbrıslı kadının anılarını birlikte okuyarak hatırlamanın toplumsal cinsiyeti gibi teorik olarak yeterince irdelenmemiş önemli bir konuya el atıyor. Bryant, bellek literatüründeki resmi tarih ve bastırılmış/alternatif tarih ayrımını eleştirerek, bu ayrımın fazlasıyla basitleştirici olduğunu savunuyor. Kıbrıslı kadınların anılarında mekâna yönelik nostalji söylemi öne çıkmakta. Anılar, milliyetçiliğin gündelik yaşama nasıl nüfuz ettiğini gösteriyor. Rebecca Bryant’a göre, kadınların anılarından yola çıkarak belleğe dayalı anlatıların hegemonik olmadığını iddia etmek oldukça zor.

“Mario Levi ve Mıgırdıç Margosyan’da Yemek Hatırlama ve Hatırlama Yemekleri” adlı yazısında Beatrice Hendrich az araştırılmış bir alan olan yemeğin edebiyattaki belleksel işlevi konusuna eğiliyor. Mıgırdıç Margosyan ve Mario Levi’nin romanlarını inceleyen Hendrich, özellikle duyusal ve duygusal bellek kavramları üzerinde duruyor. Mıgırdıç Margosyan’ın Tesbih Taneleri’nde yemeğin hatırlama işlevleri arasında duyusal niteliği, duyusal zenginliği ve temsil edilemeyeni dile getirmesi bulunmakta. Beatrice Hendrich’e göre, Margosyan hatırlama olgusunu kavramsal olarak işlemezken, İstanbul Bir Masaldı adlı romanında Mario Levi hatırlama sürecinin kendisine odaklanmakta. Bellek çalışmaları alanında tartışılan birçok konuyu gündeme getiren Levi, hatırlamanın sorunsallarını ve unutmanın kaçınılmazlığını vurgular. Hendrich’e göre, Margosyan yemeği geçmişi anlatmak için kullanırken, Levi bellek meselesini tartışmak için kullanır.

Amalia S. Levi, “Hafızanın ‘Dayanılmaz Hafifliği’: Arşivler ve Müzelerde Türk Yahudi Kadını” adlı yazısında hem etnik-dinsel hem de toplumsal cinsiyet açısından azınlık olan Türk Yahudi kadınlarının arşiv ve müzelerde sessizleştirildiğini gösteriyor. Levi’ye göre Osmanlı Yahudi toplumunda kadınlar geleneği ve kimliği aktarmakta önemli bir rol oynarken modernite süreci Türkiyeli Yahudilerin hem kendi kültürlerini koruyamamaları hem de yerel/ulusal kültürle bütünleşememeleriyle sonuçlandı. Arşivci ve küratörlerin hem belleği saklama hem de belleği oluşturma işlevlerine değinen Levi, diğer ülkelerin deneyiminin aksine Türkiye’de azınlık ve kadınların müze ve arşivlere çok geç dahil olduklarını ve bu konuda çalışmaların yeni başladığını öne sürüyor.

“Anıtkabir’de Ulusal Kimlik ve Belleğin Temsili” adlı yazısında Christopher Wilson bellek konusunu mimari alana taşıyor ve Türkiye’nin en merkezi bellek mekânlarından sayılabilecek Anıtkabir’in öyküsünü anlatıyor. Toplumsal belleğin kamusal bir mekân Üzerinden nasıl oluşturulduğunu gösteren Wilson, Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’ndaki odası, Ankara’daki Etnografya Müzesi’ndeki geçici mezar ve Anıtkabir’in yer seçimi ve mimarı projesi gibi mimari ve mekânsal öğeleri analiz ederek ulusal bir bellek yaratma ve sürdürme sürecindeki işlevlerini tartışıyor.

Mekân konusuna eğilen ve savaş anıtlarını merkeze alan bir başka çalışma ise Ahenk Yılmaz’a ait: “Bellek Topografyasında Özgürlük: Gelibolu Savaş Alanları ve Mekânsal bir Deneyim olarak Hatırlama. ” Yılmaz, kolektif belleği oluşturmada anıtların önemini vurgularken belleğin toplumu yönlendirme aracı olarak kullanıldığını savunuyor. Son yıllarda, kolektif, milliyetçi, savaşı yücelten erkek egemen anıtlara, farklı formlara sahip alternatif anıtlar da eklenmekte. Bu alternatif anıtların iddiası ölümü ve kahramanlığı yüceltmek yerine bireyin acılarını temsil etmek ve barışı simgelemek. Ahenk Yılmaz’ın sorduğu önemli sorulardan biri, bu yeni bellek mekânlarının eskilerinden ne kadar farklı olduğu ve bireylerin belleğini farklı bir şekilde oluşturup oluşturmadıkları. Yılmaz Gelibolu örneğinde topografyanın da anıtlar kadar yönlendirici olabildiğini ve bireyin bir mekânda bağlamdan kopuk özgür bir deneyim yaşamasının güç olduğunu savunuyor.

Ayşegül Komsuoğlu ve Birsen Örs, “Kimliği Unutulmayanlarla Kurgulamak: Anadolu Ermenilerinin Cumhuriyet Döneminde İstanbul’a Göçü” adlı yazıda az araştırılmış bir konuya değiniyorlar: Ermenilerin Türkiye sınırları içerisindeki göçleri. İstanbul Ermenilerinin “İstanbullu” Ermeniler olmadığını belirten Komsuoğlu ve Örs bu nüfusun dörtte üçünün Anadolu kökenli olduğunu gösteriyorlar. -her ne kadar son yıllarda gelenler ve daha önceden gelenler arasında farklılıklar ve sorunlar yaşanıyor olsa da. Anadolu’da yaşayan Ermenilerin bütünüyle İstanbul’a göçmesiyle bu kültürün Anadolu’dan silinmekte olduğunu ama göçenlerin bellek ve yazı yoluyla kültürlerini aktarmaya çaba gösterdiklerini de belirtiyorlar.

“Sosyalizmi Hatırlamak: Moldova’dan Türkiye’ye Deneyimler, Karşılaştırmalar” adlı yazısında, E. Zeynep Güler Türkiye’de evlerde çalışan Moldovalı kadınların sosyalizmi nasıl hatırladıkları ve Moldova-Türkiye karşılaştırması üzerinde duruyor. Geçmişte sosyalizm eleştirilse de bugünün gözüyle birçok açıdan olumlu bir biçimde hatırlandığını da vurguluyor.

Ramazan Aras, “Göç ve Hafıza: Bir Süryani-Kürt Kasabasında Sözlü Tarih Anlatıları” adlı çalışmasında, Mardin Kerboranlı olup günümüzde İsveç’te yaşayan Süryaniler ve Kerboran’daki Kürtlerle yaptığı sözlü tarih görüşmelerinden yola çıkarak kasabanın yakın tarihine eğiliyor. Hem komşuluk ilişkileri hem de çatışmalar yaşamış bu iki halkın ortak geçmişlerini, yakın tarihteki kırılma noktalarını ve birbirlerini nasıl anlattıklarını inceliyor. Yaşanan olumsuzluklara ve Hıristiyan-Müslüman ayrımına rağmen Kerboranlı kimliğinin ve Kürtçenin bu iki toplum tarafından benimsendiğini belirterek hem Kerboran’da hem de diyasporada Süryani kültürünün mekânlar, yer isimleri ve bellek yoluyla aktarılmaya devam ettiğini vurguluyor.

1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de geçmişe ve kimliğe yönelik artan ilgi, anı, biyografi, otobiyografik roman, belgesel film ve televizyon dizisi gibi ürünlerin üretilme ve tüketilme sürecini tetiklemiş, sivil toplum kurumları ve akademisyenler de sözlü tarih ve bellek çalışmaları alanında projeler geliştirmeye başlamışlardır. Bu kitaptaki, çoğu genç akademisyenler tarafından kaleme alınan yazılar, yeni bir disiplinlerarası alan olan bellek çalışmalarının Türkiye’de de hızla gelişmekte olduğunu ve özgün yerel araştırmaların yapılmakta olduğunu gösteriyor. Bu çalışmaların desteklenmesi için üniversitelerde bellek çalışmaları alanında disiplinlerarası programların, araştırma projelerinin ve sözlü tarih arşivlerinin oluşturulması ve tarih bölümlerinde daha eleştirel bir perspektifin gelişmesi Türkiye’de yakın geçmişin daha özgür ve disiplinlerarası bir ortamda araştırılabilmesi için elzemdir.

Yazılı ve sözlü kültür arasındaki farkın önemi ve belirleyiciliği konusu kuramcı ve araştırmacılar tarafından 20. yüzyıl boyunca bir hayli işlenmiştir. McLuhan’ın ünlü “İleti, iletişim aracının kendisidir ” sözü iletişim aracının anlam iletme, dolayısıyla da anlam üretme ve tüketme süreçlerindeki merkeziliğini vurgulaması açısından bu geleneğin son noktasıdır. Gerçekten de yazılı kültür ile sözlü kültür arasında, yazıyla söz arasındaki farka indirgenmeyecek olan, iletişim aracını aşarak aracın taşıdığı anlama varan, hatta giderek bizatihi toplumun anlam dağarcığını dönüştüren önemli farklar olduğuna şüphe yoktur.

  • Bugün yaşadığımız birçok çatışmanın gerçekliğini önümüzdeki yüzyıllarda sözlü ve yazılı kültür farkıyla nasıl ifade edeceğiz?

Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Leyla Neyzi, 29 Temmuz 1961, İstanbul doğumlu bir Türk akademisyendir. Halen Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. İş insanı ve yazar Ali Halim Neyzi ile pediyatri uzmanı Olcay Neyzi’nin kızıdır. Robert Kolej’i bitirdikten sonra, ABD’de Stanford Üniversitesi’nde Antropoloji, Cornell Üniversitesi’nde Sosyoloji öğrenimini yapmıştır. Boğaziçi Üniversitesi’nde yardımcı doçentlik döneminden sonra araştırmalarını sözlü tarih üzerinde derinleştirmiştir. Halen Sabancı Üniversitesi’nde Antropoloji okutmaktadır. Ayrıca Oxford Üniversitesi St. Antony Koleji Çağdaş Türkiye Programında misafir öğretim üyesidir.

Hafıza Merkezi adresinden detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin