Peki, ruh kaybettiği huzuru tekrar nasıl kazanır?
— Lucretius
Merhaba
Lucretius’un şiiri, felsefesi ve fiziği üzerine bir inceleme içeren Giriş yazısının ilk kısmında, Epiküros’un ve Demekritos’un düşünceleriyle sıkça karıştırılan şairin düşüncelerinin özgünlüğünü anlatılıyor. İkinci kısımda Lucretius’un metninin tarihçesini vererek bu şairin klasik edebiyat üzerinde icra ettiği devasa etkiyi okurlara aktarmaya çalışılıyor.
Lucretius’un Şiiri
Lucretius’un (tam adı Titus Lucretius Carus) yaşamını biz ancak Aziz Hieronymus’un [Hieronymos] çok tartışmalı bir metni vasıtasıyla biliyoruz. Şair muhtemelen M.Ö 99 veya 98 yılında İtalya’da doğdu, herhalde binicilikle uğraşan bir aileye mensuptu. Aziz Hieronymus’a göre ona içirilen bir iksir yüzünden deli oldu; şiirini altı kitap halinde terkip etti, adını da Eşyanın Tabiatı [de Rerum Natural] koydu, delilik nöbetlerinden fırsat buldukça bu şiiri yazdı. 55 yılına doğru da öldü. Bu muğlak hikâye romantik bir hava taşır. Eski zamanlarda halk muhayyilesi bir tanrıtanımazın diklendiği tanrılar vasistasıyla yaşamında böyle cezalandırıldığını duymaktan keyif alırdı. Lucretius muhtemelen bir filozof yaşamı sürdü, dünyayı umursamıyordu, hocası Epiküros’un [Epikouros] kaidesini uyguladı: “Yaşamı gizle”. Epiküros’un başka bir tavsiyesine riayet edip arkadaşlar da edindi. Bunlardan biri Memmius idi, şiirini de ona adadı zaten.
Şairin karakteri, kişiliği ve yaşam tarzı üzerine eski yazarlar bize hiçbir şey söylemez. Onu taklit ederler, kopyalarlar, ama göreceğimiz üzere ondan hiç söz etmezler. Cumhuriyetin yıkılmasından sonra imparatorların politikası paganizmi ön plana çıkarınca din düşmanı Lucretius tehlikeli bir dost haline geldi, şairle içli dışlı olmamaya özen gösteriliyordu. Dolayısıyla biz de onu eseri üzerinden tanıyacağız—öyle içten bir eser ki bu, şairi sorgulama güvencesi de veriyor. Lucretius’un eserindeki en çarpıcı unsur, derin bir melankolidir. Tabiat şiiri kederlidir, heves kırar. Yaşamak neye yarar? Hayat tek düzedir, alelade bir hareket, asla doymayan bir arzu. Arzular aldatıcı, hiçbir keyif katışıksız değil, hazların ana kaynağından öyle bir acı yükseliyor ki hoş kokuların ve çiçeklerin ortasında boğazımıza düğümleniyor. Doğarken ağlayan çocuğa bakın, iç karartan viyaklamalarıyla havayı dolduruyor, yaşamında üstesinden gelmesi gereken kötülükleri bekliyor, hak mı bu? Sonra adam oluyor, çalışıyor, çırpınıyor, insanüstü gayretlerle mülk ediniyor, şerefe ulaşıyor, acısı yitiyor mu? Taşrada olsa daha mutlu ve sakin yaşardı, ruhu orada daha kaygısız olurdu, doğaya daha yakın olurdu. Peki, huzur doğaya mı sığınmış? Korkusuz ve kaygısız mutlu kişi en azından dertsiz tasasız toprağını sürebilir mi? Şair bize bir an için umut etme imkânı verir ancak sonra bu son yanılgıyı da ortadan kaldırır. Heyhat! Mal mülk kalleşse toprak da serseridir. Çiftçi demiri işler, gücünü kullanır arazi ona lazım olanı bile vermez. Bağcı bağı eker, fakat toprak onu kurutur. İkisi de iç çeker, boyun büker, üzülürler. Görmezler ki doğa üretmeye teşne değil, yerdeki her şey yaşlanıyor, yorgun düşüyor ve bir gün yok olup gidecek. İşte böyle yaşamımızın en güzel vakitlerini boş onurların peşinde koşturarak harcıyoruz ya da emeğimize direnen ve üretime başkaldıran toprağı ekmekle tüketiyoruz. Sonra ihtiyarlık geliyor, onla birlikte de çocukça ölüm korkusu. İhtiyar, ölümü düşününce perişan oluyor. Artık ne bir umut ne bir keyif… Artık ailesi yanına bile uğramıyor, eşi çocukları gelip hal hatır bile sormuyor. Ama ölümün her şeyin sonu olduğunu da görmüyor, yaşamın tatlılıklarından bizi mahrum bıraksa da, muhtaç olduğumuz şeylerden bizi kurtardığını ve o tatlara eşlik eden acılardan bizi azade kıldığını anlayamıyor. Dolayısıyla bura sefaletten ibaret, bizim en büyük tesellimiz de bizim için her şeyin yaşamla birlikte sona ereceğini düşünmemiz. İşte bilgenin inancı bu, her felsefenin vardığı sonuç bu. Bilginin rolü ise şu evrende zar zor hesaba katıldığımızı bize öğretmek; tanrılar o evrenle asla ilgilenmiyorlar, biz o evrende bizi meydana getiren unsurların rastgele bir birleşiminden ibaretiz ve nihayet tıpkı diğer cisimler gibi yok olup gideceğiz. Bu büyük hakikati bilen ve ona nüfuz eden bilge sükûnet içinde ölümü bekler ve bu ölümle tümden yitip gideceğini bilir: Böylece en yüce bilgiye ulaşır, üstelik insanın erişebileceği en sakin hazları da tadar. Peki nereden geliyor bu melankoli? Sebebini anlamaya çalışalım. Tabii bu da her şeyden önce şairin ruhuna nüfuz etmekten geçiyor. Kuşkusuz burada iç çatışmalara şahit olmanın bir sebep oluşturması muhtemel. Lucretius daha genç yaşında Marius ve Sylla rekabetinin neden olduğu kanlı mücadelelere tanıklık etti ve bu Roma Cumhuriyetini batıracak şiddetli galeyanların sadece başlangıcıydı. Şair bunları önceden görebiliyor ve ızdırabını çekebiliyordu. İlk dizelerinde Venüs’e yakarır, ona yalvarır, yeter ki Mars yatışsın, ona uysun:
“… tatlı sözler dökülsün dudaklarından, iste ondan Romalılar için, ey zat-ı şahaneleri, kalıcı barışı.”
Şan ve onurların boş olduğunu gösterir. Felsefeyle ve felsefenin sunduğu huzurla kıyaslandığında iktidar nedir, zenginlik nedir ki? Sonrasında azimliyi ve dalavereciyi de kısmen ele alır: “Arzuları uğruna çabalayacakları o dar yolda, boş verin, ter döküp didinsinler; haset, tıpkı yıldırım gibi, önce yüksekleri vurur.” Örneği kaideye bağlayan Lucretius, belki de soyu gereği görev alması gereken kamu işlerinden el etek çeker; şairin dönemin önde gelen ailelerinden olan gens Lucretia mensubu olduğunu gösteren hiçbir kanıt olmasa da, Memmius’a gösterdiği yakınlıktan anlayabileceğimiz üzere kader iki dost arasında büyük bir mesafe açmamış.
Dolayısıyla, iç çekişmelere maruz kalmak Lucretius’un ruhunda ‘karamsar imgelere sebep olmuş olabilir. Ancak hemen söylememiz gerekir ki Lucretius’un melankolisinin veya şiirindeki ana fikrin asıl nedenini burada aramamak gerek.
Öncelikle, Lucretius kamusal felaketlere tanıklık etmenin dürüst insan ruhunda bıraktığı yılgınlık sebebiyle düşünüp yazmaya yönelmiş olsaydı bilimi çare, felsefeyi de basit bir teselli aracı olarak görürdü. Cicero, örneğin, felsefi denemelerinin çoğunu işte bu zihniyetle yazdı ve okur burada şaşırmaz. Tabiat metninde böyle bir şey yok. Onu filozof yapan şey dalavereden ve hırstan tiksinmesi değil; ama doğru felsefeden ruhları saptırdığı için bunlardan şikayet eder. Sefalet zamanlarında bilgi sırf bir sığınak, bir teselli değildir: İnsan yaşamının asıl maksadıdır; huzursuzlukları savaşlar, kamusal felaketler, insan zihnini asil meşguliyetlerden kopardığı için (ki zihne sadece bu meşguliyetler yaraşır) birer kötülüktür. Alıntıladığımız pasajları tek tek ele alalım; Lucretius’un niyetini daima görürüz. I. Kitabın başında şair Venüs’ten huzur ve dirlik niyaz eder, fakat yakarışının gerekçesini belirterek nidasını tamamlar: “Memleketteki bunca kargaşanın ortasında, şair öyle sakince işine bakamaz, Memmius dahi kendini rahatça felsefeye veremez.”
“Memleketteki bunca kargaşanın ortasında kafamı işime veremiyorum, Memmius soyu bile kaçamaz bu kamu hizmetinden.”
II. Kitabın başında onur ve zenginliğe şehvet duyan hırslı kişiye acır; fakat bunun amacı, bilgenin mutluluğunu ortaya çıkarmaktır ki felsefe bu mutluluğu insani çekişmelerin üzerine yerleştirmiştir. Son olarak işaret edilmesi gereken bir nokta, V. Kitapta, hırslı kişinin tasvirine döndüğünde, bunun amacı, işlediği kötülüğü yaftalamak değil, o kötülüğün çektiği kötülükleri ihbar etmektir. Şunu ekler: “Burada söylediklerim, geçmişten ziyade şimdiye veya geleceğe daha fazla uygulanabilir değil.”
“Şimdi ya da gelecekte geçmişten daha iyi olmayacak.”
Mutluluğun nerede olduğunu göremeyen, farkında olmadan kendilerine bunca zulmeden bu insanlara yönelik kızgınlık yok, öfke belirtisi yok, yalnızca samimi bir acıma var. Memleketinin maruz kaldığı kötülüklerin ızdırabını derinden çeken, harap cumhuriyete ağlayan bir adamın dili mi bu?
Dolayısıyla, şairin düşündüğü ve hissettiği şeyin açıklaması kendi eserinde aranmalı, tanık olduğu olayların tarihinde değil.
Lucretius doğayı tutkuyla seviyordu. Taşrada, sahilde, yüksek kesimlerde tutkulu ve dakik gözlemler yaptığının işaretleri şiirinde bulunabilir. Ancak, şeyleri poetika ve sevgi bağlamında incelediğinde yüce bir hakikat gelir zihnini vurur ve onu birden aydınlatır: Bu çekici ve hoş doğanın altında, sonsuz derecede farklı ve daima değişen bu fenomenlerin ardında, sabit ve değişmez yasalar sekmeden, tekdüze işler ve hepsi üzerine düştüğü kadarıyla belirli etkiler üretirler. Rastlantıya yer yok, kaprise mahal yok, her yerde birbirine eklenen ve birbirini telafi eden güçler var, makine gibi zincirlenen sebep ve sonuçlar var. Daima aynı olan sonsuz sayıdaki unsurlar, ebediyen mevcuttur; doğa kanunları, kaçınılmaz yasalar, bu unsurların kaynaşmasını ve tekrar etmesini sağlar; üstelik bu kaynaşmalar ve ayrılmalar istisnasız belirlidir. Biz fenomenleri dışardan algılarız, çekicilikleri içinde görürüz, kendi isteklerine göre birbirine eklendiklerine ve yer değiştirdiklerine inanırız; fakat muhakeme ve bilimin gösterdiği üzere bunların her biri matematik yoluyla kanıtlanabilir, çünkü kendisinden önce gelenin kaçınılmaz bir sonucudur. İşte Lucretius’un şiirinin ana fikri. Bu fikir, hiçbir yerde açıkça belirtilmez, fakat şiirin bütününde ilmek ilmek işlenir. Doğa, aynı yasaları istisnasız uygulamakla yükümlüdür, sanki bir tür ittifak [foedus] var ve bu ittifak da ebedi:
“…anlatıyorum sözlerimde yaratıldıkları yasalar uyarınca varlıklarını sürdürmek zorunda olduklarını. Sonuç olarak, her sebep belirli bir sonuç üretir, Doğanın kanunu uyarınca, belirlenmiştir neyi yapıp yapamayacakları. ve aynı varolanlar daima aynı koşullarda doğar ve gelişirler. Hangi koşullarda doğdularsa doğacaklar aynı koşullarda, var olacak ve büyüyecekler. Ve aynı cinsler, aynı türler korunur:(Türlerin) her biri kendi yolunda ilerler ve hepsi doğanın sabit yasaları uyarınca farklarını korurlar.”
Doğa bir sözleşme yapmıştır: Fenomenlerin her biri matematik vasıtasıyla ispatlanabilecek ve her biri belirli olacak. Buradan hareketle, bir gelişimin sonunda, certus kelimesinin sıkça kullanıldığını görebiliriz. Lucretius’un amacı, doğanın nasıl davrandığını açıklamaktan ziyade, eylemlerinin her birinin hangi noktalarda belirli ve zorunlu olduğunu göstermektir:
Sabit ve bellidir şeylerin büyüyeceği ve bulunacağı yer. Biraz daha ileride: …Sabit bir yer belirlenmiş belli ki var olacağı ve büyüyeceği…
Şiirin akışında nakarat tarzında birçok kez tekrarlanan dizeler var. Bunlar özellikle Lucretius’un bu görüşü ifade ettiği yerler:
“… neyin oluşabileceğini, neyin doğamayacağını; her bir şeyin gücünün bir sınırı aşılmaz bir haddi olduğunu.”
Örnekleri çoğaltabiliriz?
Öyle ki, şiirin her sayfasında bin türlü surette aynı fikri buluruz: Doğa kanunlarının sabitliği fikri. Şairin takıntı haline getirdiği bu fikir, onu kederlendirir; melankolisini açıklar, tamamen yeni bir melankoli, adeta teselliyi kendinde bulan bir melankoli. Evrende eklemlenen ve çözünen güçlerden başka bir şey görmek elinden gelmez, var olan her şeyin doğal ve zorunlu biçimde var olmuştan meydana geldiğine ikna olmuştur; Lucretius insan türüne acır. Etrafında kendisine rağmen çalışan ve hep çalışacak olan sabit kör güçlerin ortasında insan ne yapar? Doğa kanunlarındaki zorunluluğun bir an bir araya getirdiği, günü geldiğinde yok edeceği atomların zavallı bir bileşimi olarak kazara doğduğu şu uçsuz bucaksız evrende bir önem var mı? Maddenin bizim için yaratıldığına inanırız, sanki o maddeyle aynı yasalara tabi değilmişiz gibi. Dost veya düşman tanrıların bizi koruduğuna ya da bize zulmettiğine inanırız, sanki yabancı, hercai güçler doğaya müdahale edebilirmiş gibi, sanki maddenin amansız yasaları her şeyi nasıl idare ediyorsa bizi de öyle idare etmiyormuş gibi. İşte Lucretius’un melankolisinin ve insan türü için hissettiği devasa acımanın kaynağı.
Fakat ona göre insanlığın en nazik tesellileri çekip alacağı kaynak yine bu kaynaktır. Talihine yanan insan, eşyanın gerçek tabiatını hiç bilmez: Çaba gösterdiğini hayal eder, ağlar, tıpkı yenilgisine yakınan bir mağlup gibi. Kafasını çalıştırsaydı, öğrenseydi, felsefenin “dingin topraklarına” yükselseydi, tüm şikâyetlerin faydasız ve yersiz olduğunu anlayacaktı, çünkü doğa bizi hiç hesaba katmadan kendi akışında sürer gider. Lucretius’un çiftçiye sunduğu ve aslında ilk bakışta zavallı adamın yarasına tuz basacak tuhaf teselliler böylece aydınlanır: “Çiftçi iç çeker, boynunu büker; evrenin onu yavaş yavaş yok ettiğini görmez bile.” Bu yüzden, Lucretius’un düşüncesinde, şikâyet eden kişi, bir anlığına muhtemel bir direnişe inanabilen kişidir. Başka bir yerde, ölecek olan ihtiyarı da aynı şekilde teselli eder: ‘Yaşlılık, ebedi bir yasa gereği, yerini gençliğe bırakmalı; varlıklar, diğer varlıkların rağmına, zorunlu olarak ürerler.” Çünkü ihtiyar bu sabit ve evrensel yasanın farkına varsa, doğal olarak el etek çekecek. Harcanan madde miktarı artık besinlerin biriktirdiği miktara eşit olmadığında bünye gücünü kaybeder, işte adalet budur: Kuşkusuz özgün bir insan doğası kavrayışı bu: Acizliğini tam manasıyla bilsin ki bunda teselli bulsun.
Lucretius böylece giriştiği görevi cesaretle izleyerek insanlığa hizmet ettiğine inanır. Gecelerini buna harcar:
“Ama senin erdemin ve benim alacağım keyif senin dostluğundan, beni böylesi bir yükü üstlenmeye ikna eden ve uykusuz gecelere katlanmaya…”
Konunun zorluğu ve Latin dilinin zayıflığı ona çok zorluk çıkarmaz:
“Zihnim aymaz değil Yunanların karanlık keşiflerini göstermenin zor olduğu konusunda Latin dizeleriyle. Gayretlerinin karşılığında şerefle ödüllendirilecek: ama keskin bir değnek gibi saplandı şeref umudu yüreğime…”
Çünkü eğilim tamamen yenidir; çünkü Romalıların o vakte kadar görmezden geldikleri ya da anlamadıkları hakikatleri onlara öğretecektir:
“… seviyorum el değmemiş kaynaklar bulmayı oradan içmeyi, seviyorum yeni çiçekler toplamayı dikkat çekici bir çelenk dermeyi başıma ilham perilerinin daha önce kimseye takmadığı.”
Tabiat şiirinin esas fikrini ortaya konulmuştur. Fakat Lucretius, Yunan felsefesini bilmeseydi, özellikle de Epiküros’u tanımasaydı, bu fikri asla kati surette biçimlendiremeyecekti, böyle bir enginlikle geliştiremeyecekti. İşte bu sebeple Yunan felsefesinin ve Epikürosçuluğun Lucretius üzerindeki etkisini belirlemeye ve böylece şairin özgünlüğünü de kavrayacağız.
Şiir Felsefesi, Lucretius’un Eşyanın Tabiatı Eserinin Yorumu
Birinci Kitap
Venüs’e nida. Şiirin konusu: Lucretius, boş batıl inançların kuşattığı insan ruhunu kurtarmak için, doğada her şeyin tanrıların müdahalesi olmadan açıklanabileceğini gösterir. Eserin zorluklarını gizlemez; zaten en kısır kısımdan başlar, yani Epiküros fiziğindeki temel ilkelerin sunumundan.
- Birinci ilke: Yokluktan bir şey gelmez, hiçbir şey yok olmaz.
- İkinci İlke: Cisimler iki unsurdan oluşur, atomlar ve boşluk.
- Üçüncü ilke: Atomlar ve boşluk dışında bir şey yok.
Herakleitos, Empedokles, genel itibarıyla İyonyalılar ve Anaksagoras’ın karşıt fikirleri savunması boşuna. Şair bu filozofları reddettikten sonra hazzını ve coşkunluğunu belirtir ve evrenin enginliğinin muhteşem tablosundan işaretler sunar bize.
İkinci Kitap
Giriş: Bizi mutlu kılacak ancak felsefedir. Şair bu kitapta atomların hareketlerini ve özelliklerini tasvir edece. I. Atomların hareketi. Bu hareketin süresi ebedi, hızı muazzamdır. Yönüne gelirsek şayet ağırlığıyla belirlenir, yeter ki bir heves sonucu atom sapmış olmasın. Bu sapma insanın özgürlüğünü mümkün kılar. II. Atomların özellikleri. Biçim ve konum vasıtasıyla ayrışırlar. Biçimlerin sayısı sınırlıdır, fakat her birine sınırsız sayıda atom tekabül eder. Cisimlerin muhtelif nitelikleri, atomların kendi aralarındaki farklı kombinasyonlara bağlıdır. Bu atomlardan çok sayıda barındıran yeryüzü bize bütün her şeyin anası gibi görünür. Bu yüzden, şair Kibele’ye övgülerini sunar, yeryüzünün canlıları üretme vasıtası olan saf mekanik işleyişleri tasvire yönelir. Sonuç: Evren, tanrılara muhtaç değil; takdir-i ilahi yok, yaşadığımız dünya da her şey gibi yitip gidecek.
Üçüncü Kitap
Epiküros’a övgü. O bize tanrılardan veya ölümden artık korkmamayı öğretti. Tüm kötülüklerin kaynağında cehennem korkusu var. İnsanı boş korkulardan azat etmek için ruhun bedenle aynı yapıda olduğunu kanıtlamak gerekir. Bu kanıt, çeşitli kısımları kapsar: 1. Yaşam ilkesi (anima) ve düşünce ilkesi (animus) özdeştir. Hisseden ve düşünen aynı ruhtur. 2. Bu ruh, cismanidir. Bedenin atomlarına benzer atomlardan müteşekkildir, ama bu atomlar daha narindir. 3. Bedenin kaderine tabi olur, çünkü onun tüm kararsızlıklarını izler. Ruh ve bedenin farklı dönemlerde çakışması (hastalık, sarhoşluk vs.) bunu açıkça kanıtlar. Sonuç: ruh bedenle yiter, insanların korkusu çocukça, cehennem diye bir şey yok, mitler saf benzetmelerden ibaret. Bilim bizi yatıştıracak ve faydasız endişeye mahal vermeden kaçınılmaz ölümü bekleyeceğiz.
Dördünü Kitap
Eşyanın doğumunu tasvir ettiği ve etmeye de devam edeceği gibi şair ideaların doğumunu da tasvir edecek. Her nesneden imgeler çıkar, bunlara tezahür denir, gelip duyularımıza çarparlar. Bu parçacakların narinliği aşırıdır; her yönden gelirler, ve algılanmaz bir hızda hareket ederler. Gözlerimize çarparlar mı? Görme algılarına zemin hazırlarlar, daima doğrudurlar, çünkü eşyanın bizzat imgeleridirler. Göz ve genel olarak duyular, yanılgı kaynakları olsa da bu bizi aldattıkları anlamına gelmez; kendimizi aldatan biziz, çünkü bize sağladıkları verileri yanlış yorumlarız. Ses, koku, tat algıları da görme algıları gibi türer; mekanik yollarla açıklanabilirler, doğada bir niyet veya bir plan farz etmeye lüzum bırakmazlar. Hayvanların içgüdüsü de bir şey kanıtlamaz. Algıları anlaşılır kılan tezahürler teorisi düş ve sevgi yanılgılarını da açıklayacaktır. Şair böylece genel anlamıyla sevgiyi ve evliliği işler. Kitabın sonu böyle.
Beşinci Kitap
Epiküros’un yüceltilmesi. Lucretius bu kitapta evrenin ve insanlığın kaynaklarını tarif edecek. Evrenin bir başlangıcı vardı, tıpkı bir sonunun olacağı gibi; evren tanırların eseri değildir; bizim için yapılmamıştır; atomların rastgele karşılaşmasıyla kendiliğinden oluşmuştur, tabii mümkün diğer tüm kombinasyonları denedikten sonra er ya da geç zorunlu biçimde mevcut kombinasyona ulaşmıştır. Yıldızların hareketinin açıklanması. Dünya, güneş, ay ve yıldızlar. Organik varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insan türü nasıl ortaya çıktı? İlk zamanlardaki insanlık tablosunu yeniden inşa etmeyi denemeye kadar gider şair; toplumsal yaşamın, dilin, kültlerin ve nihayet sanatın kaynaklarına varır. Diğer yerlerde olduğu gibi burada da uzun ve doğal bir evrimin izlerini görür.
Altıncı Kitap
Epiküros’un yüceltilmesi: O bize mutlu yaşamayı öğretti; cehaletin karanlığını dağıttı. Hocasına layık olmak için şair, insanlar arasında korku yahut şaşkınlık yaratan fenomenleri fiziksel sebepleri vasıtasıyla açıklar; gök gürültüsü, yıldırım, şimşek, hortum, kasırga, bulut, yağmur, gökkuşağı, deprem, yanardağ, nehir taşmaları, cazibe özellikleri, vs., işte bunların hepsi insanların çocukça batıl inançla bağlandığı şeyler arasında. Bölümü bir açıklamayla bitirir, salgın hastalıkların korkunç bir tablosuyla, özellikle de hepsinin en korkuncu Atina vebasıyla.
Büyük Fransız filozof Henri Bergson bu kitapta Lucretius’un de Rerum Natura yani Eşyanın Tabiatı şiirini yorumluyor. Bunu yaparken de bir şiirin ya da bir felsefe metninin nasıl yorumlanacağını filozofça bir tavırla öğretiyor. Eşyanın Tabiatı şiirinin edisyonlarından yapısına detaylı olarak ele alındığı bu çalışmada, Lucretius’un etkilendiği Epiküros ve Demokritos’un felsefeleri, Lucretius’un bunları nasıl ele alıp aştığı, nasıl bir kozmoloji, nasıl bir felsefe ortaya koyduğu ince ince işleniyor. Kitapta büyük şairler Vergilius ve Ovidius’un Eşyanın Tabiatı’ndan “arakladığı” parçalar da örnekleriyle kendine yer buluyor. Şiirin kitap kitap, parça parça örnekleriyle yorumlandığı bu araştırmanın bütününe bakıldığında da Lucretius’u ve Eşyanın Tabiatı’nı tanımanın yanında, bir klasik eseri okumak, yorumlamak, incelemek isteyen herkese katkı sağlayacak bir eser ortaya çıkıyor.
Şiir Felsefesi, Lucretius’un Şiiri, Felsefesi, Fiziği, Metni, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Antik çağın doğa şiiriyle, modern sezgi felsefesinin buluştuğu bir eşik. Lucretius ve Henri Bergson’u aynı metinde düşünmek, yalnızca felsefi değil—şiirsel bir titreşim yaratıyor. Günümüzde bu metnin önemi tam da bu titreşimde saklı.
Lucretius’un Şiiri: Doğanın Şiirle Açıklanması
Lucretius’un De Rerum Natura (Evrenin Doğası Üzerine) adlı eseri, Epikurosçu felsefeyi şiirsel bir dille anlatır. Atomculuk, ölüm korkusunun yersizliği, doğanın düzeni gibi konuları, Latince hexametrelerle işler. Bugün hâlâ etkileyici çünkü:
- Bilimsel düşünceyi şiirle buluşturur.
- Doğayı kutsal değil, anlaşılabilir bir sistem olarak sunar.
- İnsan korkularının kaynağını sorgular.
Henri Bergson’un Felsefesi: Süre, Sezgi ve Yaratıcı Evrim
Bergson, Lucretius’un mekanik doğa anlayışının ötesine geçerek, yaşamı yaratıcı bir hamle olarak görür. Ona göre:
- Gerçeklik, ölçülebilir zamanla değil, süre (durée) ile kavranır.
- Bilgiye ulaşmanın yolu sezgidir; akıl her zaman yeterli değildir.
- Evrim, sadece biyolojik değil, yaratıcı bir süreçtir2.
Günümüzde Neden Önemli?
Bu iki düşünürün kesişimi, bugünün dünyasında hâlâ yankı buluyor çünkü:
- Lucretius, doğayı anlamaya çağırır; Bergson, onu hissetmeye.
- Biri atomları anlatır, diğeri bilinç akışını.
- İkisi de insanı evrenin içine yerleştirir—biri fiziksel, diğeri sezgisel olarak.
Bugün hız, veri ve yüzeysel bilgi çağında yaşıyoruz. Lucretius’un şiirsel bilimi ve Bergson’un sezgisel felsefesi, bizi yavaşlamaya, derinleşmeye ve yeniden anlamaya çağırıyor.
Henri Bergson : Zamanın İçinde Akan Filozof
Zaman ölçülmez… yaşanır.” Henri Bergson için zaman, bir saat kadranında akmaktan çok, bir bilincin içinde titreşen derin bir deneyimdi. 1859’da Paris’te doğan Bergson, yalnızca Fransız felsefesinin değil, 20. yüzyıl düşüncesinin de akışını değiştiren bir sezgi ustasıydı.
Matematiğe olan yeteneği onu genç yaşta fen bilimlerine yönlendirse de, gerçek tutkusu düşüncenin iç ritmine kulak vermekteydi. 1889’da yayımladığı ilk büyük eseri “Zaman ve Özgür İrade” ile, bilinç akışının mekanik saatlere sığmayacak kadar karmaşık ve yaratıcı olduğunu ortaya koydu. Ona göre gerçek zaman—yani süre (durée)—yalnızca sezgiyle hissedilebilirdi.
Bergson’un yaşamı da bu içsel süreyi takip eder gibiydi: Üniversite kürsülerinde öğretmenlik yaptı, yazılarıyla yalnızca akademiyi değil, edebiyat dünyasını da etkiledi. 1907’de çıkan “Yaratıcı Evrim”, Darwin’in çizdiği evrim modeline yepyeni bir ruh üfledi. Evrim artık sadece biyolojik bir gelişim değil, hayatın kendini aşma arzusu haline gelmişti.
1911 yılında İstanbul’a yaptığı ziyaret, onun Doğu düşüncesine olan ilgisinin bir yansımasıydı. Bergson Doğu ile Batı’yı yalnızca coğrafi olarak değil, zihinsel olarak da birbirine yaklaştırmak istiyordu.
1927’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, insanlar şunu daha net anladı: Felsefe de bir anlatı biçimiydi—kelimelerle düşünceye can vermekti.
Hayatının son yıllarında sessizleşti belki, ama felsefesi hâlâ ses veriyor: Zamanın ritmi, bilincin katmanları, sezginin bilgeliği… Hepsi Bergson’da bir araya geldi. O, düşünceyi yürüyüşe çıkaran, sessizliği çözümleyen bir filozoftu.
Henri Bergson’un Başlıca Eserleri:
- Zaman ve Özgür İrade (1889) Essai sur les données immédiates de la conscience Bilinçteki zaman deneyimini ve özgür irade kavramını ele alır. Mekanik zaman ile yaşanan zaman arasındaki farkı vurgular.
- Madde ve Bellek (1896) Matière et Mémoire Zihin ve beden ilişkisini inceler. Hafızanın yalnızca biyolojik değil, bilinçsel bir süreklilik olduğunu savunur.
- Yaratıcı Evrim (1907) L’Évolution créatrice Evrimi mekanik bir süreçten ziyade yaratıcı bir güç olarak yorumlar. “Élan vital” (yaşam hamlesi) kavramını ortaya koyar.
- Gülme: Komik Olanın Anlamı Üzerine Deneme (1900) Le Rire Mizahın toplumsal işlevini ve insan doğasındaki yeri üzerine felsefi bir çözümleme sunar.
- İki Kaynaklı Ahlak ve Din (1932) Les Deux Sources de la morale et de la religion Ahlakın ve dinin iki temel kaynağını—toplumsal zorunluluk ve mistik sezgi—ayrıştırır.
- Düşünce ve Hareket (1934) La Pensée et le mouvant Felsefi yöntem, sezgi ve bilimin sınırları üzerine denemeler içerir.
Bu eserler, Bergson’un sezgiye dayalı felsefesini ve “süre” (durée) kavramını merkeze alarak, modern düşünceye hem edebi hem de metafizik bir derinlik kazandırmıştır.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın