“İnsan bir aynada kendine bakarken bile kendini tanımak zorundadır, zira bunu yapmazsa orada kendini göremez, sadece bir insan görür. Ama olasılığın aynası olağan bir ayna değildir, büyük bir dikkatle kullanılması gerekir…”

— Soren Kierkegaard

Merhaba

13 Mayıs yolculuk terapisiyle başlayan yeni bir gün… İzmir, 9 Eylül Hastanesi Radyasyon Onkolojisi tetkik değerlendirme randevusu. 2025 yılı yapılacak tetkikler listesi. Güzel güneşli bir havada biraz yürüyüş ve ağaçların içinden geçerken hissettiğim o tanıdık duygularla vardığım nihai nokta bahçe

Bahçe’de insan manzaraları, biraz bulutlu, biraz gülmeceli. Yine de her şeyiyle yaşam yaşamaya değer. 14 Mayıs Leyla Gencer anma gününde Ahmet Adnan Saygun (Besteci) Sanat Merkezi’nde opera dinletisi. 15 Mayıs sohbet arkadaşlarımın bulunduğu kitapevi ziyareti. Eğitimci Schopenhauer, Immanuel Kant ve Soren Kierkegaard, Frederic Lenoir (Fransız sosyolog, filozof ve yazar) ve Anne Dufourmantelle (Fransız filozof ve psikanalist) eserleri. Çantamda varoluşçu felsefecilerin değerli eserlerine ulaşmanın sevinciyle eve dönüş yolunda geçirdiğim birkaç günün özeti…

Varoluşçu felsefenin duayenlerinden Soren Kierkegaard, Ölüme Götüren Hastalık eserinde okuruna şu farkındalık sözlerini iletiyor.

“Umutsuzluk tindeki, kendilikteki bir hastalıktır ve böylelikle üçlü bir form oluşturabilir; Umutsuzluk içinde bir kendiliği olduğunun bilincinde olmamak; umutsuzluk içinde kendisi olmayı istememek; umutsuzluk içinde kendisi olmayı istemek…” — Soren Kierkegaard

Tin Nedir?

İnsan tindir. Ama tin nedir? Tin kendiliktir. Ama kendilik nedir? Kendilik kendisine ilişkin bir ilişkidir veya ilişkinin kendisine ilişkin ilişkisindeki ilişkidir; kendilik bir ilişki değildir ama ilişkinin kendisine ilişkin olmasıdır. İnsan sonsuzluğun ve sonluluğun, zamansalla ebedinin, özgürlükle gerekliliğin bir sentezidir, kısacası bir sentezdir. Sentez iki şey arasındaki bir ilişkidir. Böyle bakıldığında insan henüz kendilik değildir.

İkisi arasındaki ilişkide üçüncüsü negatif öğedir, ve ikisi ilişkiyle ilişkidedir, ve ilişkide ilişkiyle ilişkidedir; bu suretle ruhla beden arasındaki ilişki hükmüne tâbi bir ilişkidir. Buna karşılık eğer ilişki kendisiyle ilişkiselse, o vakit bu ilişki pozitif olan üçüncüdür ve bu da kendiliktir.

Böyle kendisine ilişkin bir ilişki, bir kendilik ya kendisi tarafından belirlenmiş olmalıdır ya da bir diğeri tarafından kurulmuş olmalıdır.

Şayet kendisine ilişkin bir ilişki bir başkası tarafından kurulmuş ise, o vakit ilişki haliyle bir üçüncüdür ama bu ilişki, bu üçüncü, o vakit yine bir ilişkidir, tüm ilişkiyi kurmuş olan kendine ilişkin ilişkidedir.

Böyle türemiş, kurulmuş bir ilişki insanın kendiliğidir, kendisine İlişkin bir ilişkidir ve kendisine ilişkin ilişkide diğeriyle İlişkidedir. Hakiki umutsuzluğun iki form alabilmesi bundan ileri gelir. insan kendisini kendisi kurmuş olsaydı, o vakit sadece bir form söz konusu olabilirdi, kendisi olmak istememek, kendisinden kurtulmak istemek, ama umutsuzluk içinde kendisi olmak İstemek söz konusu olamazdı. Bu formül haddizatında tüm ilişkinin (kendiliğin) tam bağımlılığının ifadesidir, kendiliğin dengeye ve huzura kendisi vasıtasıyla değil, yalnızca kendisiyle ilişki içinde, tüm ilişkiyi kurmuş olanla ilişkide olarak ulaşabileceğinin veya dengede ve huzurda kalabileceğinin ifadesidir. Evet hatta bu ikinci umutsuzluk formu sadece kendisine özgü bir umutsuzluğu (umutsuzluk içinde kendisi olmayı istemek) tanımlamaktan o kadar uzaktır ki, tamamen tersine, tüm umutsuzluk sonuçta ona dönebilir ve onda çözünebilir. Umutsuzluk içindeki kimse, kendi fikrince, umutsuzluğunun farkında olduğu, hakkında ona olmuş bir şeymiş gibi (baş dönmesinden mustarip birinin asabi bir yanılgıyla, kafasındaki bir ağırlıktan ya da üzerine bir şey çöreklendiğinden vs söz ettiğindeki gibi, ki burada ağırlık ve baskı dışsal değil, tam tersine, içsel olanın tersine refleksiyondur) manasızca laf etmediği — ve sonra kendisi vasıtasıyla tüm gücünü kullanarak ve kendisi vasıtasıyla yalnız başına umutsuzluğa son vermek istediği takdirde de, o hâlâ umutsuzluk içindedir ve görünürde tüm gayretiyle kendisini sadece derin bir umutsuzluğun içinde yavaş yavaş daha da bir derinlere götürmeye çabalar. Umutsuzluğun oransızlığı basit bir oransızlık değil, kendisine ilişkin bir ilişkideki ve diğeri tarafından kurulmuş olan bir oransızlıktır, böylece bu kendisi için olan ilişkideki oransızlık, onu kurmuş olan kudret karşısında kendisini de alabildiğine yansıtır. Velhasıl kendiliğin, umutsuzluk tamamen telef edildiğindeki durumunu betimleyen formül şudur: Kendilik, kendisine ilişkin olmakla ve kendisi olmayı istemekle, onu kurmuş olan kudrete net bir şekilde yerleşmiş olur…

Umutsuzluğun Olasılığı ve Gerçekliği

Umutsuzluk bir meziyet midir, yoksa bir kusur mudur?

Salt diyalektik anlamda her ikisidir. Eğer umutsuzluk düşüncesi soyut olarak, herhangi bir umutsuzluk akla gelmeksizin düşünülmek istenirse, şöyle denebilir: O muazzam bir üstünlüktür. Bu hastalık olasılığı insanın hayvan karşısındaki üstünlüğüdür ve bu üstünlük ona iki ayak üzerinde dik yürümekten bambaşka bir nitelik sağlar; zira sonsuz dim dikliğe veya yüceliğe, insanın tin olduğuna delalet eder. Bu hastalık olasılığı insanın hayvan karşısındaki üstünlüğüdür: Bu hastalığın farkında olmak Hristiyan’ın doğal insan karşısındaki üstünlüğüdür; bu hastalıktan şifa bulmak Hristiyan’ın yüce kutluluğudur.

Demek ki, umutsuzluğa düşmek sonsuz bir üstünlüktür ve yine de yalnızca en büyük bedbahtlık ve perişanlık değildir, hayır, mahvoluştur. Olasılık ile gerçeklik arasındaki ilişki genellikle buna benzemez; bu veya şu olabilmek bir üstünlük ise, o vakit öyle olmak daha da büyük bir üstünlüktür, yani şu ve bu olabilmekle bir yükseliş olarak ilişkilidir. Ancak umutsuzluğa gelince, kendisi olmak, öyle olabilmekle bir alçalış olarak ilişkilidir; olasılığın üstünlüğü ne kadar sonsuzsa, düşüş bir o kadar derindendir. Velhasıl umutsuzluğa ilişkin olarak yükseliş olan şey öyle olmamaktır. Gelgelelim bu tespit yine de belirsizdir.

Umutsuzluk, sentez ilişkisindeki kendisine ilişkin oransızlıktır. Ancak sentez, oransızlık değildir, sadece olasılıktır ya da oransızlık olasılığı sentezde yatar. Sentez oransızlık olsaydı, o vakit umutsuzluk hiç var olmazdı, o vakit umutsuzluk bu itibarla insan doğasında yatan bir şey olurdu, yani o vakit o, umutsuzluk olmazdı, insanın başına gelmiş bir şey, mustarip olduğu bir şey olurdu, içine düştüğü bir hastalık gibi ya da herkesin akıbeti olan ölüm gibi. Hayır, umutsuzluğa düşmek insanın kendinde yatar ama eğer o, sentez olmasaydı, o vakit hiç umutsuzluğa düşemezdi ve sentez en başta Tanrı tarafından doğru oranda (belirlenmiş) olmasaydı, o vakit de insan umutsuzluğa düşemezdi.

  • O halde umutsuzluk nereden gelir?
  • O vakit oransızlık, umutsuzluk devreye girdiğinde kendiliğinden sürüp gider mi?
  • Umutsuzluk “Ölüme Götüren Bir Hastalık “mıdır?

Umutsuzluk “Ölüme Götüren Hastalık“tır

Ölüme götüren hastalık kavramım yine de kendi usulünce ele almak lazımdır. Basitçe söylemek gerekirse, nihayeti, neticesi ölüm olan hastalık anlamına gelir. Bu suretle öldürücü bir hastalıktan, ölüme götüren bir hastalıkla eşanlamlı olarak söz edilmiş olur. Bu anlamda umutsuzluğa ölüme götüren hastalık denemez. Ancak Hıristiyan anlayışında ölümün kendisi hayata bir geçiştir. Bu açıdan, Hıristiyan anlayışında hiçbir dünyevi, bedensel hastalık ölüme götüren değildir. Zira ölüm pekâlâ hastalığın sonudur, ama ölüm son değildir. En dar anlamda ölüme götüren bir hastalık söz konusu olacaksa, bu hastalığın, sonun ölüm olduğu ve ölümün son olduğu bir hastalık olması gerekir. Ve bu, tek kelimeyle umutsuzluktur.

En büyük tehlike ölüm olduğu zaman, insan yaşama umut bağlar; lakin tehlikenin bundan daha korkuncunu tanıyıp öğrendiği zamanda, ölüme umut bağlar insan. Tehlike, ölümü tek umut haline getirme derecesinde büyük olduğunda, umutsuzluk, en azından ölememenin umutsuzluğudur.

Şu halde, sonuncu anlamda, umutsuzluk ölüme götüren hastalıktır, o eziyet eden çelişkidir, kendilikteki o hastalıktır, ebediyen ölmektir, ölmek ve yine de ölmemektir, ölümü ölmektir. Zira ölmek sona ermiş olmak demek iken, ölümü ölmek, ölümü tadarak yaşamak demektir; insan bir an bile böyle yaşamaya razı olabilecek olsa, bunu yaptı diye ebediyen öyle yaşacaktır. Bir insan umutsuzluktan, hastalıktan ölür gibi ölecek olsaydı, o vakit kendi içindeki ebedi olanın, kendiliğin, bedenin hastalıktan ölmesi anlamında ölebilmesi gerekirdi. Ancak bu bir olanaksızlıktır; umutsuzluğun ölümü kendisini sürekli olarak bir varoluşa dönüştürür. Umutsuzluğa düşen ölemez; “hançerin, düşünceleri öldürebildiğinden” daha fazla değil, umutsuzluk da ebedi olanı, umutsuzluğun temelinde yatanı, kurdu ölmeyen ve ateşi sönmeyen kendiliği ancak o kadar tüketebilir. Yine de umutsuzluk sadece kendini tüketmedir, ama aciz bir kendini tüketmedir, kendi istediği şeyi yapmak elinden gelmez. Ama kendi yapmak istediği kendisini tüketmektir, ki bu, elinden gelmez ve bu zayıflık yeni bir kendini tüketme biçimidir, ki umutsuzluğun elinden yine burada da kendi istediğini yapmak, kendisini tüketmek gelmez; bu bir potansiyalizasyondur veya potansiyalizasyon kuralıdır. Bu, umutsuzlukta tahrik edici olan şeydir veya umutsuzlukta kangrenleşe bu, aciz kendini tüketmenin ta içine, daha ve daha derine doğru harıl harıl ilerleyen kemirgenlik. Umutsuzluğa düşen için herhangi bir teselliden o kadar uzaktır ki, umutsuzluk onu tüketmez, bilakis bu teselli tastamam bir eziyettir, tam anlamıyla yaranın acısını hayatta tutan ve yaranın acısını yaşatan şeydir; zira —umutsuzluğa düşmüş olduğu değil— sayesinde umutsuzluğa düşüyor olduğu şey tastamam şudur: Kendisini tüketmek, kendinden kurtulamamak, bir hiç olamamak. Bu, umutsuzluğun potansiye edilmiş formülüdür; bu, kendilik hastalığında ateşin giderek yükselmesidir.

Umutsuzluk içindeki kimse bir şey için umutsuzluk çeker. Bir an öyle gibi görünür, ama sadece bir an ve tam o anda gerçek umutsuzluk veya kendi gerçekliği içindeki umutsuzluk açığa çıkar. Kişi bir şey için umutsuzluk içindeyken, aslında kendisi için umutsuzdur ve şimdi kendisinden kurtulmak ister.

Velhasıl bir şey için umutsuzluğa düşmek esasında umutsuzluk değildir. Başlangıçtır veya doktorun bir hastalıkla ilgili, kendini henüz görmemiş, dediği türden bir şeydir. Şimdi sıradaki, kendisini gösteren umutsuzluktur, kendisi için umutsuzluğa düşmektir.

Kendisi için umutsuz olmak, umutsuzluk içinde kendisinden kurtulmayı istemek tüm umutsuzlukların reçetesidir, o vakit öyle ki, ikinci umutsuzluk formu, umutsuzluk içinde kendisi olmak istemek, ilkine, umutsuzluk içinde kendisi olmak istememeye geri götürebilir, umutsuzluk içinde kendisi olmak istememek formunu umutsuzluk içinde kendisi olmak istemekte çözümlememiz gibi.

Sokrates Ruhun Ölümsüzlüğü

Sokrates ruhun ölümsüzlüğünü, ruhun hastalığının (günahın) onu bedensel hastalığın bedeni yiyip tükettiği gibi tüketmemesiyle kanıtladı. Aynı şekilde, insanın içindeki ebedi olan da umutsuzluğun o insanın kendiliğini tüketememesiyle, bunun tıpatıp umutsuzluk içindeki çelişkinin azabı olmasıyla kanıtlanabilir. Şayet bir insanın içinde ebedi hiçbir şey olmasaydı, o vakit o hiç umutsuzluk çekemezdi ama umutsuzluk onun kendiliğini tüketebilseydi, o vakit zaten hiç umutsuzluk olmazdı.

Böylece umutsuzluk, kendiliğin bu hastalığı, ölüme götüren hastalıktır. Umutsuz kimse ölümcül hastadır. Hastalık, herhangi bir hastalık için söz konusu olduğundan bambaşka bir anlamda da olsa, en hayati organlara hücum etmiştir ve kişi yine de ölemez. Ölüm, hastalığın son moment’i değildir ama ölüm sürekli olarak sondur. Bu hastalıklar ölümle kurtulmak bir olanaksızlıktır, zira hastalık ve azabı -ve ölüm tam olarak ölememektir.

Umutsuzlukta durum böyledir. Umutsuz olandan ne kadar uzak durursa dursun, umutsuz olan kendiliğini tamamen yitirmekte ne kadar muvaffak olursa olsun (ki bu özellikle umutsuz olmanın bilmezliği türünden umutsuzlukta söz konusudur) ve de onu zerre kadar bile fark edilmeyecek şekilde yitirmiş olursa olsun, ebediyet onun durumunun umutsuzluk olduğunu yine de açığa vurur ve onu kendiliğine perçinler, öyle ki azap yine de onun kendisinden kurtulamaması olur ve başarısının bir hayal ürünü olduğu meydana çıkar. Ve ebediyet böyle yapmak zorundadır, çünkü bir kendiliğe sahip olmak, bir kendilik olmak, insan tanımmış en büyük, sonsuz imtiyazdır ama aynı zamanda ebediyetin ondan hak talep etmesidir.

Muhtemelen bir ruh doktorunun da Kierkegaard‘a hak vereceği gibi, yaygın olan, tıpatıp çoğu insanın tinsel olarak nitelendirildiğinin hiç farkında olmadan yaşayıp gitmesidir- ki bundan ileri gelen bütün o esenlik, hayattan hoşnut olmak vs. vs. bunların hepsi tamamen umutsuzluktur. Buna karşılık umutsuz olduğunu söyleyenler çoğunlukla farkında olabilecek kadar derin tabiata sahip olanlardır ya da kederli hadiselerin ve korkunç kararların yardımıyla tin olduklarının farında varmış olanlardır- ya biri, ya öbürüdür; zira hakikatte umutsuz olmayan kimse hayli ender bulunur.

Kierkegaard şöyle der:

“Hayatı heba etmekten öyle çok bahsedilir ki; ama sadece, hayatın sevinçleriyle ya da acılarıyla o kadar aldanmış ki, kendisinin tin olduğunun, kendilik olduğunun hiçbir zaman tam olarak farkına varmamış ve bununla aynı şey olan, bir Tanrı bulunduğunun ve “onun,” bizzat onun ve kendisinin bu Tanrı için var olduğunun, bu nihayetsiz kazanımına umutsuzluk olmaksızın hiçbir zaman ulaşılamadığının asla farkına varmadan ve buna dair en derin anlamda bir izlenim edinmeden yaşamış olan insanın hayatı heba olmuştur.”

“Ah düşüncelerimde tüm korkunç hastalıklara ve sefalete ilaveten şu, bir dehşet ifadesi daha oluşturur: Ondaki gizlilik, ama bundan mustarip olan kişi onu gizlemek isteyecek ve insanın içinde, hiç kimsenin ama hiç kimsenin onu fark etmeyeceği şekilde yaşamayı başarabilecek şekilde değil, hayır, o, insanın içine öyle bir gizlenebilir ki, insanın kendisinin bile haberi olmaz! Ah kum saati bir boşalınca, zamansallığın kum saati; dünyeviliğin gürültüsü dinince ve huzursuz ya da nafile koşturmaca son bulunca, etrafında her şey hareketsiz kalınca, ebediyetteki gibi — ister erkek ister kadın ol, ister zengin ister fakir, ister bağımlı ister bağımsız, ister mutlu ol ister mutsuz; ister tacın görkemini azamet içinde taşır ol, ister naçiz bir bilinmezlik içinde sadece günün meşakkati çeker ol; adın ister dünya durdukça hatırlanacak olsun ve dolayısıyla durduğu sürece hatırlanmış olsun olmasın, sen, adı olmayan sen, adsız olarak, o hadsiz hesapsız kalabalıkla beraber koş veya koşma; etrafını çevrelemiş o azamet her insani tarifi galebe çalmış olsun olmasın veya en katı ve en aşağılayıcı insani yargı seni galebe çalmış olsun olmasın: ebediyet sana ve o milyonlarcasının arasındaki her birine tek şey sorar, umutsuzluk içinde yaşamış olup olmadığını, bu umutsuzluğu, umutsuz olduğunu bilmeksizin mi, yoksa bu hastalığı varlığının en derininde, için için yanan bir sır olarak, yüreğinin altında haram aşkın bir meyvesi olarak gizleyerek mi, yoksa başkalarını dehşete düşürürcesine umutsuzluktan çılgına dönerek mi çekmiş olduğunu. Ve o vakit eğer umutsuzluk içinde yaşamış isen, kazara başka ne kazanmış veya yitirmiş de olsan, o vakit, senin için her şey yitmiştir, ebediyet seni kabullenmez, seni hiç tanımamıştır veya daha da fecisi, seni tanındığın gibi tanır, seni umutsuzluğun içinde kendiliğine mahkûm eder!”

Bilinç ne kadarsa kendilik de o kadardır; bilinç ne kadarsa irade de o kadardır; irade ne kadarsa kendilik de o kadardır. Hiç iradesi olmayan insanın kendilikle alakası yoktur, ama ne kadar irade sahibiyse, bir o kadar da özbilince sahiptir.

Kendilik sonsuzluğun ve sonluluğun bilinçli sentezdir kendisine ilişkindir, görevi kendisi olmaktır, ki bu sadece Tanrı’yla ilişki içinde mümkün olabilir. Ancak kendisi olmak somut olmaktır. Ancak somut olmak ne sonlu ne de sonsuz olmaktır, zira somut olması gereken şey, haliyle bir sentezdir. Şu halde gelişim, kendiliğin sonsuzlaşma içinde sonsuzca kendinden uzaklaşmasından ve sonlulaşma içinde sonsuzca kendine geri dönmesinden ibaret olacaktır. Ancak kendilik kendisi gibi davranmıyorsa o, bunu kendisi bilsin bilmesin, umutsuzluktur. Yine de bir kendilik, oluş içinde, var olduğu her an, sadece varoluşa gelecek olandır, zira gerçekten var değildir, sadece varoluşa gelecek olandır. O halde kendilik kendisi olmadığı takdirde kendisi değildir ama kendisi olmamak tam olarak umutsuzluktur.

Kierkegaard: Varoluşçu Felsefe

Kierkegaard, varoluşçuluğun öncülerinden sayılır. Varoluşçu felsefe bir bakıma her varoluşçu filozofta kendine özgü bir nitelik kazanarak ayrıca tanımlanır, ancak bilinen genel nitelikleri ve felsefi özgürlüğü açısından varoluşçuluğun kurucu isimlerinin başında Kierkegaard sayılmaktadır. Kierkegaard’ın belli bir felsefî sistematik geliştirmediği doğru olmakla birlikte (Kierkegaard bu anlamda Nietzsche gibi bağımsız ve dizgesiz filozoflardandır), kullandığı kavramlar ve felsefe yapma tarzı sonradan varoluşçu felsefelerde görülen nitelikleri barındırır. Kierkegaard’ın itiraz ettiği ve sürekli eleştirdiği filozof Hegel’dir. Hegel’in rasyonalist ve sistematik felsefesi Kierkegaard için kabul edilemezdir. Varoluşçu felsefelerde görülen kavramların çoğunluğu öncül olarak Kierkegaard’da görülür: saçma, bunaltı, korku ve kaygı. Kierkegaard’ın felsefî sorunsalı bir bakıma mevcut Hristiyanlık içinde ve hatta karşısında nasıl iyi bir Hristiyan olunacağı noktasına da bağlıdır. Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa yönelmelidir.

Umutsuzluğun bir türü sonsuzluğun içinde delice dalıp kendini yitirirken, bir diğer türü kendiliğinin “diğerleri” tarafından oyuna getirilmesine adeta meydan verir. Böyle biri, etrafındaki insan kalabalığına bakarak, her nevi dünyevi işlerle meşgul olarak, dünyada neler olup bittiğini sökerek, kendisini, adının kutsal anlamda ne olduğunu unutur, kendisine inanmayı gözü yemez, kendisi olmayı çok tehlikeli bulur, diğerleri gibi olmak, bir taklit olmak, kalabalığın içinde bir numerus olmak çok daha kolay ve güvenlidir.

Ölüme Götüren Hastalık, Umutsuzluk okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Søren Kierkegaard’ın Ölüme Götüren Hastalık (Umutsuzluk) adlı eseri, günümüz insanının ruhsal ve varoluşsal krizlerini anlamak için hâlâ son derece güçlü bir felsefi metindir. İşte bu eserin çağdaş dünyadaki önemini açıklayan bazı temel noktalar:

  1. Umutsuzluk: Modern Benliğin Hastalığı
    • Kierkegaard’a göre “ölümcül hastalık” fiziksel değil, ruhsal bir çöküştür: kişinin kendi benliğini inkâr etmesi ya da Tanrı’yla bağını koparması.
    • Bugünün insanı, kimlik krizleri, yalnızlık ve anlam arayışı içinde benliğini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bu eser, bu ruhsal hastalığı teşhis eder.
  2. Kendilik ve Varoluşun Derinliği
    • Kierkegaard, insanı “ruh-beden sentezi” olarak tanımlar ve bu sentezin Tanrı karşısında şeffaflaşmasıyla gerçek benliğe ulaşılabileceğini savunur.
    • Günümüzde bireyler, sosyal medya, tüketim kültürü ve dışsal başarılarla tanımlanırken, bu eser içsel benliğe dönüş çağrısı yapar.
  3. Umutsuzluğun Biçimleri: Bilinçli ve Bilinçsiz
    • Kierkegaard, umutsuzluğu ikiye ayırır: kendisi olduğunu bilmeyen ve kendisi olmak istemeyen birey.
    • Modern insan, çoğu zaman bu umutsuzluğu fark etmeden yaşar; bu eser, farkındalık kazandırarak ruhsal uyanışa kapı aralar.
  4. İnanç, Umutsuzluğun Tedavisi
    • Kierkegaard’a göre umutsuzluk, Tanrı’dan kopuşun sonucudur; inanç ise bu hastalığın ilacıdır.
    • Bu, günümüzde dinî inançtan bağımsız olarak bile, kişinin kendini aşma ve anlam bulma çabası olarak okunabilir.
  5. Günümüzle Bağlantı: Psikoloji ve Varoluşçuluk
    • Kierkegaard’ın bu eseri, modern psikoloji ve varoluşçu felsefenin temel taşlarından biridir.
    • Heidegger, Sartre, Camus gibi düşünürler onun “umutsuzluk” ve “kendilik” kavramlarını geliştirerek çağdaş düşünceye yön vermiştir2.

Bu eser, sadece felsefi bir metin değil; aynı zamanda ruhsal bir rehber, kendilikle yüzleşme çağrısı ve varoluşun anlamına dair bir meditasyon niteliği taşır.

Søren Aabye Kierkegaard: Varoluşçuluk

Kopenhag’ın gri sokaklarında, 5 Mayıs 1813’te dünyaya gelen Søren Aabye Kierkegaard, daha doğarken ağır bir miras taşıyordu: Tanrı’ya lanet okumuş bir babanın gölgesi, erken yaşta ölen kardeşler ve içsel bir fırtına. Babası Michael Pedersen Kierkegaard, zengin ama melankolik bir adamdı; oğluna yalnızca servet değil, derin bir suçluluk duygusu ve Tanrı’yla hesaplaşma miras bıraktı.

Søren, çocukken bile “yaşlı doğduğunu” söylerdi. Okulda alaylara maruz kaldı, ama zekâsıyla sivrildi. Kopenhag Üniversitesi’nde teoloji okudu, ama kalbi felsefeye kaydı. Sokrates’in ironisini tez konusu yaptı; ama asıl ironiyi kendi hayatında yaşadı.

1840’ta Regine Olsen’le nişanlandı. Aşkı büyüktü, ama Tanrı’ya verdiği söz daha ağır bastı. Bir yıl sonra nişanı bozdu. Regine, onun eserlerinde bir hayal, bir özlem, bir pişmanlık olarak yaşamaya devam etti.

Kierkegaard, yazılarında takma adlar kullandı: Victor Eremita, Johannes de Silentio, Anti-Climacus… Her biri onun içindeki farklı seslerin yankısıydı. “Korku ve Titreme”de İbrahim’in inancını sorguladı, “Ya/Ya da”da estetik ve etik yaşamı karşı karşıya getirdi. Felsefesi sistemsizdi ama derindi; varoluşçuluğun temel taşlarını döşedi.

Søren Kierkegaard’ın Öne Çıkan Eserleri:

  • Ya / Ya Da Estetik ve etik yaşam biçimleri arasındaki gerilim.
  • Korku ve Titreme İnanç sıçraması, İbrahim’in kurban hikayesi üzerinden etik ve iman çatışması.
  • Kaygı Kavramı Varoluşsal özgürlük ve bireyin içsel kaygısı.
  • Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk Umutsuzluk kavramı ve bireyin ruhsal çöküşü.
  • Aşk Eserleri Hristiyan sevgisi, etik sorumluluk ve gerçek sevgi üzerine düşünceler.
  • Tekerrür Yaşamın tekrarlanabilirliği ve deneyimlerin anlamı.
  • Felsefe Parçaları İlahi vahiy ve insan aklının sınırları.
  • Bilimsel Olmayan Sonlandırıcı Notlar Öznel gerçeklik ve bireysel inanç üzerine derin felsefi sorgulamalar.
  • Şimdiki Çağ Modern toplumun sıradanlaşması ve bireyselliğin kaybı.
  • Judge for Yourselves Bireyin kendi değer yargılarını oluşturması gerektiği üzerine bir çağrı

Bu eserler, Kierkegaard’ın varoluşçuluğun temellerini nasıl attığını ve bireyin içsel dünyasına nasıl odaklandığını gösteriyor.

Hayatının son yıllarında Danimarka Kilisesi’ne karşı sert eleştiriler yöneltti. Ona göre Hristiyanlık, bireyin Tanrı’yla doğrudan ilişkisiydi; kurumlar bu ilişkiyi yozlaştırıyordu. 1855’te, 42 yaşında hayata veda etti. Papaz çağırmayı reddetti; çünkü Tanrı’yla olan ilişkisi kimsenin aracılığına ihtiyaç duymuyordu.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin