“Ve Tanrı İbrahim’i sınadı ve ona dedi ki; İshak’ı, biricik sevgili oğlunu al ve onu Moriya diyarına götür ve onu orada, sana göstereceğim dağda, yakılı kurban yerine sun…”
— Soren Kierkegaard
Merhaba
Hegel sistemine düşman, sistem-dışı filozof Danimarkalı Kierkegaard’ın tüm düşüncesinin ve hayatının özünü oluşturan, mezar taşının alnındaki, “O, bir bireydi” cümlesi sanırım onun Hz. İbrahim’le ilgisini anlatmaya yeter de artar bile. Zira Kitabı Kerim’deki “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah`a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidi ve o müşriklerden değildi.” (Nahl Suresi, 120) ayetinin ilk kısmıyla yakından ilgilidir bu yazı.
Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olarak nitelenmesiyle Kierkegaard’ın birey anlayışı arasındaki ilişki, oldukça derinlikli. İkisi de kendi çağının kurallarına, kalabalıkların beklentilerine ve “sistem”in dayattığı normlara karşı duran figürler:
- Hz. İbrahim, Tanrı’nın buyruğu karşısında yalnız kaldığında ümmet olmayı, yani kendi başına ilahi bir anlam taşımayı temsil eder.
- Kierkegaard ise bireyin toplumdan ayrışarak Tanrı’yla doğrudan bir ilişki kurmasını savunur — bu, Hegel’in sistemine karşı çıkmasının temel nedenidir. Hegel bireyi evrensel sistem içinde eritmeye çalışırken, Kierkegaard onu iman üzerinden Tanrı’yla baş başa bırakır.
Bu ayetle birlikte düşününce, Kierkegaard’ın “teleolojik askıya alma” dediği olguya da ışık tutuluyor: İbrahim gibi bir birey, evrensel etiği bir süreliğine askıya alarak ilahi olana yönelir. İşte Kierkegaard’a göre gerçek birey böyle şekillenir; kalabalıktan sıyrılarak, kendi içsel sesiyle Tanrı’ya yönelerek.
“Teleolojik Askıya Alma” Bugünün Diliyle Ne Anlatır?
- Bugünün insanı, bazen kalabalıklarda sürüklenirken, kendi öz benliğini yitiriyor. Kierkegaard, İbrahim’i göstererek bize şöyle diyor: “Yalnız kalmaktan korkma; yalnızlıkta Tanrı’yı bulabilirsin.”
- Teleolojik askıya alma, insanın kendi yaşam amacını bulmak için geleneksel etik sınırların dışına çıkabilme cesaretini simgeler.
Kurban Etme/ Kurban Kesme
İnançlı bir filozof olarak Kierkegaard`ın Korku ve Titreme eseri “kurban etme” etme üzerine. İbrahim`in seyahati Kierkegaard`ın bu eserinin merkezi temasıdır. “Kurban” demek çokça İbrahim peygamber demek… İbrahim peygamberin içine düştüğü ikilemi, iradesini “itaat”ten yana kullanmadaki başarısını en iyi betimleyen kitap da odur. Soren Kierkegaard’ın İbrahim peygamberi anlama çabasındaki içtenlik, “kurban etme/kurban kesme” üzerine hayli önemli göstergeler taşımakta.
İmanı yolunca atalarının toprağından çıktı İbrahim ve vadedilmiş topraklarda misafir oldu. Geride bir tek şey bırakmış, yanına bir tek şey almıştı: dünyevi kavrayışını geride bırakmış, imanını yanına almıştı — öyle olmasa buralarda dolaşıp durmaz, bunun akılsızca olduğunu düşünürdü. O, imanıyla, vadedilmiş topraklarda bir yabancıydı, kendisi için aziz olanı anımsatacak hiçbir şey yoktu, öte yanda bu toprakların alışılmamışlığı kasvetli bir özlem kışkırttı ruhunda — ve o Tanrı’nın seçtiğiydi ve Rab ondan hoşnuttu! Kaldı ki reddedilseydi, Tanrı’nın rahmetinden mahrum kalsaydı bunu daha iyi anlayabilirdi; oysa şimdi onunla ve imanıyla alay ediliyordu sanki. Sevdiği ata toprağından çıkmış ve sürgünde yaşamış biri daha vardı. Ne o unutuldu ne de onun kaybetmiş olduğu ve elemle arayıp bulduğu Mersiyeler. İbrahim’in tek bir mersiyesi yoktu. Çünkü yas tutacak olan insandır; kendi gözyaşlarını gözyaşlarına katacak olan insandır; yine de inanmak daha uludur, inananı tefekküre sevk etmek daha kutsaldır.
İbrahim, imanıyla, dünyada zürriyetinden olan bütün ırkların kutsanacağı sözünü aldı. Zaman geçiyordu, mümkün olan gözünüzün önündeydi, İbrahim inanıyordu; zaman geçti, mümkün akıl almaz oldu, İbrahim inanıyordu. Bekleyişte olan biri vardı dünyada, zaman geçiyordu, akşam geceye dönüyordu; o, bekleyişini unutacak denli alçalmış değildi. Bu yüzden o da unutulmayacaktı. Sonradan hüzne düştü de hüzün onu yaşam gibi aldatmadı, onun için yapabileceği her şeyi yaptı, hüznün tatlılığında, aldatıcı bekleyişine kavuştu. Çünkü hüzne düşecek olan insandır, kendi hüznünü hüzne katacak olan insandır; yine de inanmak daha uludur, inananı tefekküre sevk etmek daha kutsaldır. İbrahim’in tek bir mersiyesi yoktu. Zaman geçip giderken o kederle günleri saymadı, Yaşlanıyor mu merakıyla Sara’ya şüpheli bir bakış atmadı. Sara yaşlanmasın, bekleyişi yıpranmasın diye güneşin yolunu kesmedi. Kederli şarkısını Sara’nın önünde dinginlikle söylemedi. İbrahim yaşlandı; Sara gülünüp geçilen biri oldu yurdunda. Ama İbrahim Tanrı’nın seçtiğiydi ve dünyada zürriyetinden olan bütün ırkların kutsanacağı sözünün mirasçısıydı. Öyleyse İbrahim için, Tanrı’nın seçtiği olmamak daha iyi değil midir? Tanrı’nın seçtiği olmak ne demektir? Bu, gençlikte, gençlik arzuları nedeniyle yadsınacak ve ancak büyük acılarla yaşlılıkta erişilecek bir şeydir. Ama İbrahim inandı ve bekleyişine sıkıca sarıldı. Duraksamış olsaydı, vazgeçerdi. İbrahim Tanrı’ya, “Ve Sen belki de bunca şeyden sonra bunun vaki olmasını dileyecek değilsin, o halde ben bu arzudan vazgeçeceğim. Bu benim tek arzumdu; bu benim saadetimdi. Ruhum dosdoğru. Gizli saklı bir garazım yok; çünkü Sen beni bundan esirgedin.” deseydi, yine unutulmazdı ve ondan ibret alacak birçoklarını kurtarırdı, ne var ki imanın atası olmazdı. Kişinin arzusundan vazgeçmesi muhteşemdir, ama vazgeçtikten sonra ona sıkıca sarılması daha da muhteşemdir; ebedi olanı kavramak muhteşemdir, ama geçici olandan vazgeçtikten sonra ona sıkıca sarılmak daha da muhteşemdir.
Ve zaman kemale erdi, vade doldu. İbrahim inanmamış olsaydı Sara kederinden ölürdü ve İbrahim de eleminden donuklaşırdı şüphesiz. Tanrı’nın arzusunu yerine getirmeye memur edildiğini anlamaz, buna bir gençlik hülyası der, güler geçerdi. Ama İbrahim inandı, demek ki gençti; çünkü en iyinin umudunu taşıyan yaşlanır, en kötüsü için hazır olan çabucak çöker, oysa inancını koruyan ebedi bir gençlik sürer. Öyleyse methedilsin bu öykü! Sara, yıllar içinde yıpranmış olsa da, anneliğin sevincini isteyecek denli gençti. İbrahim, saçları ağarmış olsa da, baba olmayı isteyecek denli gençti. İlk bakışta mucize, her şeyin onların arzusuna göre gerçekleşmiş olmasından ibaretti. Oysa daha derin bir bakışla, imanın mucizesi, İbrahim ve Sara’nın arzu duyacak kadar genç olmalarıydı. İmanları, arzularını da gençliklerini de korumuştu. İbrahim sözün yerine gelmesini kabul etti, bunu imanla kabul etti ve mucize söze ve onun inancına uygun olarak gerçekleşti — Musa, asasıyla taşı yarmıştı, ama o, inanmıyordu.
Ve Sara o gönençli düğünle gelin olduğu gün İbrahim’i evinde sevinç vardı. Ama bu böyle sürmeyecekti. İbrahim bir kez daha sınanmalıydı. Her şeyi türeten o kurnaz güçle savaşmıştı, o hiçbir zaman uyuklamayan açıkgöz düşmanla, o her şeyi herkesten fazla yaşayan ihtiyarla -Zaman’la mücadele etmiş ve imanını korumuştu. Şimdi ise mücadelenin bütün şiddeti tek bir noktaya odaklanmıştı: “Ve Tanrı İbrahim’i sınadı ve ona dedi ki; İshak’ı, biricik sevgili oğlunu al ve onu Moriya diyarına götür ve onu orada, sana göstereceğim dağda, yakılı kurban yerine sun.”
Tanrı’ydı İbrahim’i sınayan. İbrahim yine de inandı; o, bu yaşama inandı. Yalnızca gelecekteki bir yaşama inanmış olsaydı, ait olmadığı bu dünyadan bir an önce ayrılmak için her şeyi fırlatıp atardı. Eğer böyle bir inanç varsa, İbrahim’in inancı bu türden değildi. Aslında bu inanç değil, inancın en uzak ihtimaliydi. O inanç ki hedefinin ufkun en uç hattında olduğunu sezinlemiştir; üstelik, umutsuzluğun oyununu sürdürdüğü dipsiz bir uçurumla da ayrılmıştır ondan. Ama İbrahim bu yaşama kesinlikle inanıyordu. Yurdunda yaşlanacak, insanlarca onurlandırılacak soyu tarafından kutsanacak ve İshak’ta sonsuza dek anımsanacaktı. O İshak ki Tanrı’nın çağrısındaki “biricik sevgili oğlun” sözlerinde belirtildiği gibi İbrahim’in sevgiyle bağrına bastığı en değerli varlığıydı yeryüzünde — bir babanın vefayla oğlunu sevme görevini yerine getirdiğini söylemek, yalnızca kıt bir ifade olurdu. Yakup’un on iki oğlu vardı ve içlerinden sadece birini seviyordu; İbrahim’in yalnızca bir oğlu vardı ve o sevdiği oğuldu.
İbrahim inandı ve şüphe etmedi; o, akıl almaz olana inandı. Şüphe etmiş olsaydı — başka bir şey yapardı; yine şanlı bir şey; İbrahim şanlı ve muhteşem olandan başka ne yapabilirdi ki? Moriya Dağı’na çıkardı, kütüğü yarardı, odun yığınını tutuştururdu, bıçağı çekerdi — Tanrı’ya yakarırdı: “Bu kurbanı hor görme; iyi biliyorum ki bu benim sahip olduğum en iyi şey değil, vadedilmiş çocuğa karşı yaşlı bir adam nedir ki? Ancak bu, sana verebileceğim en iyi şey. İshak bunu bilmesin, böylece kendisini gençliğiyle avutur belki.” Ardından bıçağı bağrına sağlardı! Ve yine dünyada takdir edilir ve adı unutulmazdı. Ne var ki takdir edilmek ayrı şey, mustaripleri kurtaran kılavuz yıldız olmak bambaşka bir şeydir.
Kutsal Kitaplarda Ne Yazıyor?
“Ve Tanrı İbrahim’i çağırdı ve ona dedi ki, İbrahim, İbrahim neredesin? Ve İbrahim yanıtladı: Buradayım.” Siz, sözlerimin muhatapları, başınıza böyle bir hal geldi mi? Zorlu ilahi takdirin uzaktan size yaklaştığını gördünüz mü? Dağlara “üzerime kapanın”, tepelere “beni örtün” demediniz mi? Yok eğer daha güçlü idiyseniz, yavaşça yürümediniz mi o yolda, her zamanki yolun hasretini çektiğiniz halde? Size bir çağrı yollandığında onu yanıtladınız mı? Belki yanıtlamadınız belki de alçak sesle, fısıldayarak yanıtladınız. İbrahim hiç de öyle yapmadı: sevinçle, coşkuyla, güvenle ve yüksek sesle yanıtladı: “Buradayım.” Okumayı sürdürüyoruz: “Ve İbrahim sabah erkenden kalktı” — sanki bir şenliğe gidiyordu da bu yüzden tez davranıyordu. Sabahın ilk vakitlerinde, sözü edilen yere, Moriya Dağı’na varmıştı. Sara’ya hiçbir şey söylememişti, Elyesa’ya hiçbir şey söylememişti, Kim onu anlayabilirdi ki? Bu çağrı, doğası gereği, onu mutlak bir sessizlik yeminine bağlamamış mıydı? Kütüğü yardı, İshak’ı bağladı, odun yığınını tutuşturdu, bıçağı çekti. Dinleyin şunu: Oğlunun yitimiyle yeryüzünde kendisi için değerli olan her şeyi yitirdiğine inanan çok baba vardı. Öyle ki onlar geleceğe dair tüm umutlarından yoksun kaldılar. Gel gör ki bir tanesi bile İbrahim’in İshaklı gibi/ vadedilmiş çocuk değildi. Çocuğunu yitirmiş çok baba vardı; ama o yitirişlerde dileyen, Tanrı’ydı. Kâdir-i Mutlakın değiştirilemez, sırrına erişilmez iradesi; O’nun eliydi çocuğu alan. İbrahim için bu böyle değildi. Onun için zorlu bir sınav hazırlanmıştı; İshak’ın kaderi İbrahim’in elindeki bıçağın ağzındaydı. Ve o yaşlı adamı orada, yanında biricik umuduyla doğruldu. Fakat şüphe etmedi, kaygıyla sağa sola bakmadı, dualarıyla gökyüzüne dava açmadı. Biliyordu ki onu sınayan Kadir-i Mutlak Tanrı’ydı. Biliyordum ki ondan istenebilecek en zorlu kurbandı. Ve yine biliyordu ki Tanrı dilediğinde hiçbir kurban çok zorlu olmazdı- ve İbrahim bıçağı çekti.
Kim güç verdi İbrahim’in koluna? Kim kaldırdı sağ elini ki gevşeyip yanına düşmedi? Bu sahneyi gören, felç olur. Kim İbrahim’in ruhuna güç verdi ki gözleri ne İshak’ı ne de koçu göremeyecek denli kararmadı? Bu sahneyi gören, kör olur. — Ve felç olan ile kör olan ne kadar az bulunsa da, ne olduğunu kadrince nakleden daha da az bulunur. Ne olduğunu biliyoruz — bu yalnızca bir sınamaydı. İbrahim Moriya Dağı’na çıktığında şüpheye düşseydi, çevresini tereddütle gözleseydi, bıçağı çekmeden tesadüfen koçu görseydi ve Tanrı İshak yerine koçu kurban etmesine izin verseydi — bu durumda İbrahim evine dönerdi ve her şey eskisi gibi olurdu; yanında Sara ve yamacında İshak; ve her şey ne kadar da farklı olurdu! Çünkü öyle olsaydı İbrahim’in inzivası kaçış, kurtuluşu rastlantı, ödülü utanç, geleceği belki de cehennem azabı olurdu. O zaman, ne imanına ne de Tanrı’nın inayetine tanıklık etmiş olmazdı, sadece Moriya Dağı’na çıkmanın ne kadar zahmetli olduğunu kanıtlamış olurdu. O zaman, İbrahim unutulmazdı, Moriya Dağı da unutulmazdı; bu dağın sözü edilirdi ama Ark’ın (Nuh’un Gemisi’nin) konduğu Ağrı Dağı (Ararat) gibi değil de bir şaşkınlık yeri olarak sözü edilirdi, burası İbrahim’in şüpheye düştüğü yer diye.
Ey İbrahim, saygıdeğer Baba! Evden Moriya Dağı’na yürüyüşünde, kaybın için seni teselli edebilecek bir övgüye ihtiyacın yoktu; sen her şeyi kazandın ve İshak’a kavuştun. Öyle olmadı mı? Tanrı, bir daha asla onu senden almadı ve sen çadırında, sofranda sevinçle oturdun onunla; sanki ebediyetin de ötesindeydin. Ey İbrahim, saygıdeğer Baba! Binlerce yıl miadını doldurdu o günlerden bu yana. Ama senin hatıranı unutuşun gücünden çekip alması gereken geç kalmış bir sevgiliye ihtiyacın olmadı; her dil seni anımsamaya çağırdı — ve sen sevgilini başkalarının yaptığından daha şanlı ödüllendirdin: Onu bağrında kutsadın; onun gözlerini ve yüreğini amelinin harikasıyla bağladın. Ey İbrahim, saygıdeğer Baba! İnsanlığın İkinci Babası! Sen o müthiş tutkuyu ilk hisseden ve ona ilk tanıklık edensin; o tutku ki Tanrı’yla mücadele etmek için göğün gazabıyla ve yaradılışın kudretiyle çekişmeyi küçük görür. Sen o en büyük tutkuyu, paganların hayran olduğu ilahi çılgınlığın o kutsal, saf ve mütevazı ifadesini ilk bilensin — seni yüceltmek için konuşanı, eğer bunu adına yaraşır biçimde yapmıyorsa, affet. O hürmetle konuşur, sanki bu kendi yüreğinin arzusuymuş gibi. O kısa konuşur, sanki bu onun üzerine vazifeymiş gibi. Ve o hiçbir zaman unutmayacaktır ki geç yaşında beklenmedik şekilde bir oğula kavuşabilmek için yüz yıl sabretmen gerekti ve İshak’a kavuşmadan önce bıçağı çekmek zorundaydın; ve o hiçbir zaman unutmayacaktır ki sen, yüz otuz yıl boyunca, imanını tamam etmenin dışına çıkmadın.
“Sabahın ilk vaktiydi, İbrahim erkenden kalktı, merkeplere palan vurdu, yanında İshak olduğu halde çadırından ayrıldı. Sara, onlar vadiyi geçinceye, artık gözden yitinceye dek arkalarından baktı. Üç gün boyunca sessizlik içinde yol aldılar. Dördüncü günün sabahında İbrahim tek bir söz bile etmeden gözlerini kaldırdı ve ileride Moriya Dağı’nı gördü. Adamlarını geride bıraktı ve İshak’ı yanına alarak dağa doğru yürüdü. Ve kendine şunu söyledi, “İshak’tan, bu yolun onu neye götürdüğünü saklamayacağım.” Olduğu yerde durdu, elini kutsarcasına İshak’ın alnına koydu, İshak da bu lütfa mazhar olmak üzere eğildi. İbrahim’in yüzü şefkatli bir babanın yüzüydü, bakışları yumuşaktı, konuşması cesaret vericiydi. Fakat İshak babasını anlayamıyordu, ruhunu yükseltmek mümkün olmuyordu; İbrahim’in dizlerine kapandı, yakarışlarla ayaklarına yığıldı, genç yaşı için, geleceğin saf umutları için yalvardı, İbrahim’in evindeki sevinci dile getirdi, hüznü ve yalnızlığı akla düşürdü. Ve İbrahim çocuğu yerden kaldırdı, onunla yan yana yürüdü, konuşması teselli ve öğüt doluydu. Fakat İshak onu anlayamıyordu. O, dağa tırmandı, ama İshak onu anlamadı. Derken bir an için ondan uzaklaştı ve İshak İbrahim’in yüzünü yeniden gördüğünde onu değişmiş buldu; bakışları vahşiydi; duruşu korkutucuydu. İshak’ı boğazından yakalayıp yere fırlattı ve ona şöyle dedi: “Aptal çocuk, senin baban ben miyim sanıyorsun? Ben bir putperestim. Bu Tanrı’nın emri mi sanıyorsun? Hayır, bu benim arzum.” İshak titreyip dehşet içinde yalvardı: “Ey yüce Rabbim, bana merhamet et. İbrahim’in Rabbi, bana merhamet et. Eğer yeryüzünde bir babam yoksa Sen benim babam ol!” Ve İbrahim kendine fısıltıyla şöyle söyledi; “Ey yüce Rabbim, sana şükürler olsun. Sana olan imanını yitireceğine benim bir canavar olduğuna inansın, böylesi onun için daha hayırlı.”
İbrahim’in öyküsünün olağanüstü bir özelliği vardır, bir insan onu ne kadar az anlarsa anlasın o yine de muhteşemdir. Ne var ki burada yine atasözü iş başındadır: Her şey kişinin emek harcamak ve yükü omuzlamak isteyip istemediğine bağlıdır. Ama onlar çalışmazlar ve yine de öyküyü anlarlar. İbrahim’i yüceltirler — ama nasıl? Tüm olup biteni tamamen beylik sözlerle ifade ederler: “Muhteşem olan şu ki İbrahim Tanrı’yı O’na en iyi olanı kurban etmeyi arzulayacak kadar çok seviyordu.”
Kierkegaard şöyle der:
“Bana bu konuda söz düşecek olsa işe önce İbrahim’in ne kadar takva sahibi ve Tanrı’nın seçtiği diye çağrılmaya layık olduğunu göstermekle başlardım. Yalnızca böyle bir adamın üzerine böyle bir sınav yüklenebilirdi. Ama nerede bulunur böyle bir adam? Sonra, İbrahim’in İshak’ı nasıl sevdiğini anlatırdım. Bunu başarabilmek için tüm iyi ruhları yardıma çağırırdım ki konuşmam tıpkı bir babanın sevgisi gibi hararetli olsun.”
İman, felsefenin ortaya koyduğundan başka bir şey değilse, Sokrates ileri, çok daha ileri gitmiş demektir, oysa doğrusu bunun aksidir, o hiçbir yere ulaşmamıştır. Akıl sahibi bir kimsenin bakış açısından o, sonsuzluk hamlesini yapmıştır. Bilgisizliği ( Sokrates “bilmediğini bilme” anlamındaki mecazi cehaleti kasteder) onu ebedi teslimiyetidir. Zamanımızda insanlar küçük görseler de bu ödev kendi başına insani güçlerin dengidir, kişi ancak kendisini sonsuzluğun içine bıraktığında, anacak bu yapıldıktan sonra, imanın kırıp geçilebileceği çizgiye erişir.
Tanrı’yı insandan tümüyle ayrı bir varlık olarak gören Kierkegaard, Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boşluk olduğunu ileri sürdü ve bu görüşünü “inanç sıçraması” deyimiyle dile getirdi. Yaşama karşı estetik ve etik tepkilere ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtarmadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemli olduğunu vurguladı.
İbrahim Peygamber’in Oğlunu Kurban Etme Girişimi
Dünyaca ünlü Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard bu kitapta İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban etme girişimi üzerinden imanı inceliyor. Kierkegaard’a göre iman akla sığan bir şey değil. Lirik bir dille yazılan kitapta Kierkegaard felsefesinin meşhur etik, estetik ve dini « varoluş aşamaları » da açıklanıyor. Soren Kierkegaard bazı eserlerini kendi adıyla, bazılarını ise çeşitli mahlaslar kullanarak yayınlamıştır. Burada kullandığı mahlas Johannes de silentio, Sessizlikteki Johannes anlamına gelmektedir. “Diyalektik Lirik” alt başlığını verdiği Korku ve Titreme’de Hegelci sistemin imanı rasyonel bir zemine taşıma girişiminin nafile olduğunu, imanın İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban etmesindeki gibi üzerinde konuşulamayan, paradoksal bir yapı arz ettiğini lirik bir edayla okura sunuyor. Korku ve Titreme, Kierkegaard’ın felsefi programının da bir numunesidir aynı zamanda. İnsanın kendi hayatında da diyalektik bir süreçle etik, estetik ve dinî varoluş aşamalarından geçmesini kurban kıssasını üç ayrı problem olarak ele alarak göstermeye çalışır.
Korku ve Titreme, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Kierkegaard’ın Korku ve Titreme eserinin günümüzdeki önemi, bireyin inanç, etik ve özgürlük arasındaki çatışmalarını anlamak açısından hâlâ son derece güçlü ve güncel bir felsefi metin olarak kabul ediliyor. İşte nedenleri:
- İnanç ve Akıl Arasındaki Gerilim
- Kierkegaard, İbrahim’in Tanrı’ya olan mutlak teslimiyetini merkeze alarak, imanın akıl ve etik normların ötesinde bir sıçrama olduğunu savunur.
- Günümüzde bireyler, rasyonel düşünceyle açıklanamayan kararlar almak zorunda kaldıklarında hâlâ bu “iman sıçraması”nı yaşarlar.
- Etik Askıya Alınabilir mi?
- Kierkegaard, İbrahim’in oğlunu kurban etmeye hazırlanmasını, evrensel etik kuralların Tanrı’nın emri karşısında askıya alınabileceği bir örnek olarak sunar.
- Bu, günümüzde kişisel inanç ile toplumsal normlar arasındaki çatışmayı anlamak için güçlü bir metafor sunar.
- Bireyin Yalnızlığı ve Sorumluluğu
- İbrahim’in sessizliği, onun toplumdan ve ailesinden koparak Tanrı’yla birebir ilişki kurmasını simgeler.
- Modern birey de benzer şekilde, kararlarının sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalır; bu, varoluşsal yalnızlığı derinleştirir.
- İmanın Paradoksal Doğası
- Kierkegaard, imanı bir paradoks olarak tanımlar: İbrahim hem oğlunu kurban etmeye hazırdır hem de onu geri alacağına inanır.
- Bu, çelişkili duygularla yaşamak zorunda kalan modern insanın ruh hâlini yansıtır.
- Günümüz Sorularına Işık Tutması
- “Tanrı bizden etik olmayan bir şey isterse ne yapmalıyız?” sorusu, hâlâ geçerliliğini koruyor.
- Eser, etik, din, özgürlük ve bireysel sorumluluk gibi temel felsefi soruları tartışmaya açar.
Søren Aabye Kierkegaard: Varoluşçuluk
Kopenhag’ın gri sokaklarında, 5 Mayıs 1813’te dünyaya gelen Søren Aabye Kierkegaard, daha doğarken ağır bir miras taşıyordu: Tanrı’ya lanet okumuş bir babanın gölgesi, erken yaşta ölen kardeşler ve içsel bir fırtına. Babası Michael Pedersen Kierkegaard, zengin ama melankolik bir adamdı; oğluna yalnızca servet değil, derin bir suçluluk duygusu ve Tanrı’yla hesaplaşma miras bıraktı.
Søren, çocukken bile “yaşlı doğduğunu” söylerdi. Okulda alaylara maruz kaldı, ama zekâsıyla sivrildi. Kopenhag Üniversitesi’nde teoloji okudu, ama kalbi felsefeye kaydı. Sokrates’in ironisini tez konusu yaptı; ama asıl ironiyi kendi hayatında yaşadı.
1840’ta Regine Olsen’le nişanlandı. Aşkı büyüktü, ama Tanrı’ya verdiği söz daha ağır bastı. Bir yıl sonra nişanı bozdu. Regine, onun eserlerinde bir hayal, bir özlem, bir pişmanlık olarak yaşamaya devam etti.
Kierkegaard, yazılarında takma adlar kullandı: Victor Eremita, Johannes de Silentio, Anti-Climacus… Her biri onun içindeki farklı seslerin yankısıydı. “Korku ve Titreme”de İbrahim’in inancını sorguladı, “Ya/Ya da”da estetik ve etik yaşamı karşı karşıya getirdi. Felsefesi sistemsizdi ama derindi; varoluşçuluğun temel taşlarını döşedi.
Søren Kierkegaard’ın Öne Çıkan Eserleri
| Eser Adı | Konusu / Teması |
|---|---|
| Ya / Ya Da | Estetik ve etik yaşam biçimleri arasındaki gerilim |
| Korku ve Titreme | İnanç sıçraması, İbrahim’in kurban hikayesi üzerinden etik ve iman çatışması |
| Kaygı Kavramı | Varoluşsal özgürlük ve bireyin içsel kaygısı |
| Ölümcül Hastalık: Umutsuzluk | Umutsuzluk kavramı ve bireyin ruhsal çöküşü |
| Aşk Eserleri | Hristiyan sevgisi, etik sorumluluk ve gerçek sevgi üzerine düşünceler |
| Tekerrür | Yaşamın tekrarlanabilirliği ve deneyimlerin anlamı |
| Felsefe Parçaları | İlahi vahiy ve insan aklının sınırları |
| Bilimsel Olmayan Sonlandırıcı Notlar | Öznel gerçeklik ve bireysel inanç üzerine derin felsefi sorgulamalar |
| Şimdiki Çağ | Modern toplumun sıradanlaşması ve bireyselliğin kaybı |
| Judge for Yourselves | Bireyin kendi değer yargılarını oluşturması gerektiği üzerine bir çağrı |
Bu eserler, Kierkegaard’ın varoluşçuluğun temellerini nasıl attığını ve bireyin içsel dünyasına nasıl odaklandığını gösteriyor.
Hayatının son yıllarında Danimarka Kilisesi’ne karşı sert eleştiriler yöneltti. Ona göre Hristiyanlık, bireyin Tanrı’yla doğrudan ilişkisiydi; kurumlar bu ilişkiyi yozlaştırıyordu. 1855’te, 42 yaşında hayata veda etti. Papaz çağırmayı reddetti; çünkü Tanrı’yla olan ilişkisi kimsenin aracılığına ihtiyaç duymuyordu.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın