Ses aracılığıyla yayılan titreşimler ruh durumlarının simgeleridir ve yazılı sözcükler sesle yayılan sözcüklerin simgeleridir. Bu anlamda dil, insan zihninin aynası, düşünmenin dışa vurumu ve biçimlendirici organıdır…
— Aristoteles
Merhaba
Sözcüklerin kullanımlarını ve kullanım amaçlarını hiç düşündünüz mü? Çoğu zaman sözcüklerin yetersizliği ve kötü kullanımıyla iletişimin güçleştiği zamanlar yaşıyorsunuzdur. İşte böyle zamanlarda merkezde kalarak dil, düşünce ve varlık bilgisine güvendiğiniz “Kendini Bilen” geliştiricilerin dost kitaplarına danışmak yerinde olacaktır. 17. yüzyıldan seslenen ustaların bir araya getirildiği John Locke ve G. Berkeley’de Dil, Düşünce ve Varlık İlişkisi adlı eser yolunuza ışık tutacaktır. İletişim aracı olan sözcükleri yeniden gözden geçirelim. Ve düşüncelerin ifade biçimi olan dili nasıl kullanacağımızı birlikte öğrenelim.
Locke‘a göre Tanrı insanı toplumsal bir varlık olarak yaratmış, ona hem kendi türünden varlıklarla yaşama eğilimi vermiş hem de toplumun en güçlü aracı ve ortak bağı olarak dili vermiştir. Dil sözcüklerden oluşur ve sözcükler ( kelimeler) tasarımlarımızın (düşüncelerimizin) birer işareti ve ifade edilmiş biçimleridir. İnsanlar doğaları itibariyle sözcük adını verdiğimiz bu sesleri çıkaracak yapıdadır. Sözcükler düşüncelerin anlamlı bir şekilde ifade edilmelerine yaramaktadırlar. Hemen belirtmeliyim ki sözcükler anlamsız olarak da kullanılabilmektedir.
İnsan düşüncelerini başkalarına iletmek ve başkalarının düşüncelerini öğrenmek için “duyulur” ortak ifadeler ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyaçta Locke’a göre sözcükler tarafından karşılanır. Ama nesnelerin (şeylerin) göstergesi olan düşünceler ile sözcükler arasında şu ayrım vardır. Nesneleri (şeyleri) simgeleyen ya da temsil eden düşünceler doğal niteliktedirler. Daha doğru deyişle, nesneleri simgeleyen düşüncelerin kimileri de zihin tarafından oluşturulmaktadır. Gösterildiği üzere, asıl olarak ya duyulur dış nesnelerden ya da kendi içimizde bilincinde olduğumuz içsel işlemlerden duyumsadıklarımız yoluyla edindiklerimizden başka idemiz( düşüncemiz) yoktur der, Locke.
Bununla birlikte sözcüklerin tümü ortak kabulün, istençli bir düzenlemenin sonucudur.. Locke’a göre sözcüklerin ifade biçimi olduğunu ve dilin de düşünceleri iletmenin bir aracı olduğunu kabul ediyor. Buna göre sözcükler iletişimde faydalı olabilmek için konuşanın kafasında temsil ettiklerini tam anlamıyla işiten de oluşturmaları gerekir. Fakat bu her zaman gerçekleşmez.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, sözcükler ister dolaylı olarak kullanılsınlar ister dolaysız, kendilerini kullananların zihinlerindeki ifadelerin yerini tutarlar. Bir insan başkasıyla konuştuğunda anlaşılabilmeyi amaçlar ve zaten konuşmanın amacı da sözcüklerin yerini tuttukları ideleri (düşünceleri) dinleyene iletmektir. Sözcükler konuşanın idelerinin yerini tutar. Bunları hiç kimse dolaysız olarak kendi idelerinden başka şeylerin yerine kullanamaz. Çünkü, bu kendi kavramlarının işareti olarak kullandığı sözcükleri başka idelere uyarlamak olur, böylece onları aynı anda idelerin hem işareti yapması hem de yapmaması demektir; ve gerçekte anlamsızlaşırlar.
Her insanın ağzından çıkan sözcükler sahip oldukları ve onlarla dile getirdikleri idelerin yerini alırlar.
Locke’a göre “İnsanlık yalnızca dört duyuyla yaratılmış olsaydı, o zaman beşinci duyunun nesneleri olan nitelikler, bizim dikkatimiz, hayal gücümüz ya da kavrayışımızdan, şimdi bir altıncı, yedinci ya da sekizinci duyunun nesneleri olabilecek olan kadar uzak olurdu.”
Locke bu basit ideleri-fikirleri dörtlü bir sınıflamaya tabi tutar. Başka bir deyişle, basit ideler sırasıyla sadece tek bir duyu yoluyla kazanılan ideler, birden fazla duyu yoluyla kazanılan ideler, bir tek düşünüm veya iç duyum yoluyla elde edilen ideler ve nihayet hem duyum ve hem de düşünüm yoluyla kazanılan ideler olarak dört başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi; zihnimize yalnızca tek bir duyu yoluyla girerler. Locke onların zorunlu fizyolojik ön koşulları olarak duyu organlarını, beyin ve sinir sistemini saydıktan sonra, kendilerine örnek olarak renklerle, aydınlık-karanlıkla, sesle, kokuyla, katılık-yumuşaklıkla, sıcaklık-soğuklukla ilgili ideleri verir. İkincisi, birkaç duyu yoluyla edinilen basit tasarımlardır: Dokunma ve görme ikisi birlikte, yer kaplama, şekil, hareket ve sükunet ideleridir. Yalın fikirlerin bu her iki sınıfı da duyum idelerinden oluşur. Sadece düşünüm veya iç duyumla elde edilen ideler ise, algı veya düşünme, yani anlama yetisi ve isteme, yani irade yoluyla kazanılan idelerdir. Bunlar zihnin kendi faaliyetlerinin gözlenmesi neticesinde edinilen fikirlerdir. Son olarak, hem duyum hem de derin-düşünme yoluyla kazanılan idelere örnek olarak verilen idelerin başında ise haz, acı, güç varoluş ve birlik gibi ideler gelmektedir. Bu dört tür basit fikir zihnin her türlü bilgiyi üretmede kullandığı temel malzemedir ve basit fikirleri zihin pasif olarak alır.
Yalnızca, bu basit idelere ulaşmış olan kişi, Locke’a göre, bileşik idelere sahip olabilir, zira basit ideleri ön gerektiren bileşik ideler insan zihninin bu basit ideleri çeşitli şekillerde işleme faaliyetinin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Bir insan iki ya da daha çok yalın düşünceyi tek bir karmaşık düşünceye bileştirebilir. Yalnızca gözlem ve içe bakış ile sınırlı değildir, ama yeni düşünceler oluşturmak için duyum ve derin-düşünme verilerini sistemli olarak bileştirebilir ve bunlardan her biri tek bir şey olarak düşünülebilir ve yeni bir adla adlandırılabilir.
Buna göre, basit ideleri kazanırken bütünüyle pasif olan zihin, bileşik ideleri bizzat kendisi basit idelerden elde ettiği için, daha sonra bütünüyle aktif hale gelir. Zihin söz konusu aktivitesini bileşik ideleri meydana getirirken hayata geçirdiği üç ayrı faaliyetle somutlaştırır:
- Birçok basit ideyi bir bileşik idede birleştirmek, bütün bileşik ideler böyle yapılmıştır.
- Basit ya da bileşik iki ideyi alıp, onları bir tek idede birleştirmeksizin, ikisinin birlikte bir görünüşünü elde edecek biçimde yan yana getirmektir. Böylece bağıntı idesi oluşur.
- Zihin soyutlamada bulunarak bu fikri gerçek durumunda beraber olduğu diğer fikirlerden ayırır. Bu yolla da genel fikirler oluşur.
Zihnin bütün genel ideleri böyle yapılmıştır. Demek ki, iç ya da dış deneyden araçlı ya da araçsız olarak gelmeyen bütün tasarımlar ruhun verilmiş (deneyden edinilmiş) duyumları birbirine bağlamasından, düzenleme ve soyutlamasından oluşmuşlardır. Zihnin bu üç temel faaliyetiyle elde edilen bileşik idelerin sayısı sonsuz olmakla birlikle, Locke onları: a)Modüsler (kipler) b)Tözler (cisimler, varlıklar) ve c) Bağıntılarla ilgili bileşik ideler olmak üzere üç başlık altında toplar.
Modüsler (kipler), kendi başına var olmayan ama, başka bir varlığa bağlı olarak veya onun tesiri olarak varolan bileşik fikirlerdir. Bu kategoriye giren bileşik idelere örnek olarak Locke minnettarlık, üçgen, cinayet sözcükleriyle ifade edilen ideleri verir.
Locke kipleri de ikiye ayırır: a) Basit kipler: Aynı basit fikrin tekrarı neticesinde oluşur. Mesela, I(bir) basit fikrini üç kere tekrar ederek 3(üç) bileşik fikri meydana gelir. b) Karışık kipler: Farklı fikirlerin birleştirilmesiyle meydana gelir. Mesela, güzellik fikri, seyredenlerde zevk duygusu uyandıran, renk ve şeklin belli bir tarzda birleşmiş halidir. Güzellik fikri bu basit fikirlere dayanır ve bundan ayrı olarak kendi başına var olmaz.
Uzay, zaman, sayı fikirleri ilk nazarda tecrübeden gelmiyor gibi görünse de bunlar da basit kiplerdir.
Şöyle ki, uzay tasarımını biz görme ve dokunma duyularına dayanarak elde ederiz. Uzay fikrinin altında yatan basit fikir, mesafedir. Bu fikrin arttırılmasıyla sonsuz uzay bileşik idesi elde edilir. Sayı ve zaman tasarımlarını da, tasarımların “art arda Oluşumu” bize yaşatan iç deneyin yardımıyla meydana getiririz. “Basit tasarımları” —yani küçük uzay aralıklarını, zaman aralıklarını, birimleri yanyana koymakla, birbirine bağlamakla “uzay”, zaman” ve “sayılar serisi” tasarımlarına varırız. “Sonsuzluğu” tasarımlayabilmemiz de buna bağlıdır. “Kuvvet”, “hareket’” “bileşik renkler ve formlar” tasarımları da bu modüslerdir. İç deneyde ise “algılama”, “hatırlama”, “düşünme”, “dikkat” vb. tasarımları modüsturlar.
İkinci bileşik fikir (ide) “tözler” (cisimler)dir. Bu kelimeyi Locke, cisim, varlık ve cevher (dayanak, altta duran) manalarında
Locke, “Bütün basit fikirlerimiz ya dış nesnelerin duyumlanması ile ya da zihnin kendi faaliyetlerinin iç-algısı ile oluşur.” demişti
Üçüncü son bileşik ide “bağıntı” idesidir. Bağıntılar bir idenin başka bir ideyle birlikte incelenmesinden, bir şeyi diğer bir şeyle mukayese etmekten doğar. Zihnin, birden fazla ideyi, yan yana koyup, onları birbiriyle karşılaştırmak suretiyle aralarında ne tür ilişkiler bulunduğunu kavramaya çalıştığı karşılaştırma faaliyetiyle elde edilen birleşik ide türüdür.
İnsan öteden beri kimi eylemleriyle ya da kimi özelliğiyle hatta bir tek özelliği, bir tek yapıp etmesiyle belirlenmiştir. İnsan için animal rationale, zoon politikon, homo faber, homo economicus vb. denmiştir. Esasen onun en önemli niteliği kavram / kavramlar üreten bir varlık olmasıdır. Öyleyse insan kavram / kavramlar kuran ve bunu kendisi gibi olanlara ileten, hiç olmazsa iletme eğiliminde olan; dünyasını bu kavramlara göre oluşturan, kısacası “dilde ışıldayan” bir varlıktır.
Varolan, ne türden olursa olsun, ancak insan düşünmesinin kavram kurma etkinliği aracılığıyla gerçekten varolmaktadır. Gerçekten varolma ise bir bilginin konusu olabilmek demektir; varolanın, bilme-bilinme boyutunu kazanmış olması demektir. Kendi başına varolan, düşünmeye konu olmadığı sürece bulanık bir varoluşa sahiptir; ancak düşünmenin konusu olduktan sonra bu bulanıklıktan sıyrılır ve artık bundan böyle de genellikle bilgiye açık bir varolan olarak varoluşunu sürdürür”. “Buna göre bilme bir objeyi bilmedir, ama her bilmede, her bilinç de bilinen obje’den başka bir şey daha, bilen subje’de vardır”. Subje’de kavram kuran yani dilin sahibi olan, bununla bilgi üreten ve ürettiği bilgiyi ileten varlıktır, yani insandır.
“İnsan doğa dil ve diğer diller aracılığıyla, kurduğu kavramları, düşünme dünyasını başkalarına iletir.” Dilin bu iletiminde ya da anlatımında ikin iki şey vardır;
- İşitilen ya da görülebilen işaret-ses ya da yazı işareti-
- Bu işaretin anlamı.
Bu da en az düzeyde de olsa insanları, düşünenleri birbirine bağlayan belki de en önemli unsurdur. “Dilde anlama’nın bize açtığı bu dünya, şeylerin basitçe bir yana gelmesi değildir; fakat içerisinde şeylerin karşılıklı olarak birbirleri ile ilişkiye girdiği ve kendilerini anlaşılır anlamlı olarak görünüşe çıkarabildikleri bağıntılar bütünüdür”.
Bütün bu yaklaşımlardan yola çıkarak insanı belki de diğer varlıklardan ayıran en belirleyici özelliğin konuşan bir varlık olduğu yani bir dile sahip olduğu yönündeki genel yaklaşımdır. Bu yaklaşımı felsefe tarihi içinde dil ve düşünce ile ilgili bir takım görüşlere değinerek çözümlemeye çalışalım.
Antikçağda dil üzerine düşünme, oldukça önemsiz ve marjinal idi. Greklerin bizim bugünkü “dil” sözcüğümüze karşılık gelen bir sözcükleri yoktu. Dil çok anlamlı “logos” sözcüğünde “söyleme” olarak içkin halde bulunuyordu; fakat sözcüğün başat anlamı, düşünme, anlama ve akıl çerçevesinde toplanmıştır. “Söyleme” kavramına ilişkin Antikçağ’da ortaya konmuş bir tanımlamaya göre insan, “zoon logon ekhon” dur. Yani insan, konuşan varlıktır. Burada logon logosla ilgilidir. Logos kavramı da iki anlamı içinde taşır: Logos bir yandan söz demektir, dil demektir, öbür yandan düşünce, akıl demektir. Demek ki Logos kavramında dille düşünce iç içedir. Antikçağın dil anlayışında bu şekilde dille düşünce aynılaştırılmış oluyor.
“Dış dünya, düşünme, dil, ilişkilerinde nesnelliğin sağlanabilmesi konusundaki incelemeler ya da bu ilişkilerin nesnellik açısından irdelenmesi; Platon’a ve Aristoteles’e kadar götürülebilir”.
Platon‘a göre, düşünme, insanın içinden kendi kendisiyle yaptığı bir konuşmadır. Düşünme ile dil arasındaki bağ ihmal edilirse dil ile varlık dünyası arasında kurulması gereken bağ kurulamaz. Özellikle Aristoteles “Peri Hermeneias”ta bu konuya değinir ve Ortaçağda da sürüp gidecek olan bir geleneğin başlatıcısı olur. Aristoteles, düşünmemizin objeleri yansıttığı; konuşmamızın da düşünmeyi tam ve dosdoğru olarak yansıtmakta olduğu kanısındadır. Onun için Aristoteles, dilin yapısının objelerin yapısını yansıttığına inanırdı. Onun ilkece ontolojik olan mantığı bundan dolayı geniş ölçüde dili çıkış noktası olarak alır. Adı geçen yapıtın daha ilk paragrafında şu düşüncelere yer verilir: “Ses aracılığıyla yayılan titreşimler ruh durumlarının simgeleridir ve yazılı sözcükler sesle yayılan sözcüklerin simgeleridir”. Bu anlamda dil, insan zihninin aynası, düşünmenin dışa vurumu ve biçimlendirici organıdır.
Günümüzde Heidegger de, dili; içinde varlığın su yüzüne çıktığı, kendini gösterdiği bir logos olarak tanımlar: “Dil varlığın Işıyarak örtüsünü açtığı yerdir”. Dil ve insan varlığı arasındaki ilişki insanın hem dile sahip olması, hem de dil tarafından “kuşatılmış” olmasıyla karakterize olur.
Herderde ise dil; insanın bütün güçlerinin bir çerçevesidir. Dil, bir yandan tinsel bir eylem, öbür yandan organik bir sestir. Herder’in hocası Hamann’da düşünce ile dili aynılaştırır. Hamann’a göre akıl, kendi içinde kapalı, soyut bir şey değildir. Akıl anlama süreçlerinin bütününden oluşan bir şeydir, ama anlama dediğimiz şey de ancak dille gerçekleşebilir. Yani düşüncelerimiz sürekli olarak dil içinde geçer, dille berraklaşır, dille gerçekleşirler. Gerçekte de dilsiz olan, dilden boşalmış bir düşünce yoktur. Bundan dolayı, “düşünsel etkinlik ve dil bir ve aynı şeydir, birbirlerinden ayrılamazlar” diyor Humboldt. Dili düşüncenin yalın bir aracı olarak görmez Humboldt. Ona göre dil, “düşünceyi yaratan” bir şeydir. Porzig’de de bu düşüncelerin etkilerini buluyoruz. Porzig’e göre dil, asıl başarısını düşüncede gösterir. Düşünce, bağlantıları kavramaktır. Dil, düşüncenin bir aracı durumundadır, ama dilin kendisi de düşünce içinde meydana gelir, onda serpilir. Dil ve düşünce karşılıklı olarak birbirlerini oluştururlar. Dil düşünce içinde ve düşünceyle birlikte hareket eden bir simgeler siste_ midir. “Dil olmaksızın hiçbir kavram mümkün olmadığı gibi, zihnin hiçbir nesnesi de var olamaz. Çünkü dışsal herhangi bir şeyin bilinç için tam bir varlık kazanması, ancak kavram aracılığıyla olur”. “O halde dilin özü, dilin bir şey söylemesinde, bir şey göstermesinde, bir şeyi görünür kılmasında bulunur. Dil mevcut olanı işaret eder, gösterir”. “Dilin varlık yapısı ile onun yansıttığı-işaret ettiği varlığın yapısı arasındaki karşılıklı bağlılık o kadar ileri gidebilir ki, dilde gördüğümüz karşılaştığımız her şeyi, varlık dünyasında bir şey karşılar. Bu karşılama aksadığı zaman dilin yapısında anlatımını bulan düşünce de anlaşılmaz bir hale gelir. Çünkü dil ile varlık dünyası arasındaki karşılıklı bağ, kelimelerle bir şeyi görmek, bir şeyi düşünmekle sağlanabilir.”
Yeniçağ filozofları için düşünme edimleri, temel sorunları oluştururlar. Bu bağlamda Locke, epistemoloji sorunlarından çoğunun dille ilgili sorunlar olduğunu görmüştü. Locke, bilgiyi tartışmaya geçmeden önce dili irdelemenin zorunluluğunu gördüğünü bildirir. Çünkü düşünceler ve sözcükler açıktır ki yakından bağlantılıdır, ve bilgimiz onun deyimiyle önermelerden oluşur. “İdelerle sözcükler arasında öylesine sıkı bir bağlantı bulunur ve soyut idelerimizle genel sözcükler arasında öyle değişmez bir bağıntı vardır ki, önce dilin doğasını, kullanımını ve anlamını incelemedikçe hepsi de önermelerden oluşan dilimizden açık ve seçik olarak söz etmek olanaksızdır”, der Locke, Bu yaklaşım Locke’un “Sözcükler Üzerine” adını verdiği üçüncü kitabının konusunu oluşturur.
Berkeley ise; “felsefede kullanılan bir terimle ne denmek istediğini anlayabilir ve buna rağmen anlamının duru bir açıklamasını vermeyi ya da onu tanımlamayı başaramayabiliriz der. İşte bu bağlamda Berkeley “sözcüklerin anlamını bir karara bağlama” yargısından yola çıkar ve “sözcüklerin pusunu ya da perdesini kaldırmayı” dil ve düşünce ilişkisi bağlamında ele alır.
- Bölümünde Locke’un dil, düşünce ve varlık kavramlarını ele alıp, bu kavramların son tahlilde bir birleriyle olan ilişkisine değiniliyor.
- Bölümde ise Berkeley’in dil, düşünce ve varlık kavramlarına ilişkin yorumuna yer ayırıp bu kavramların Locke ve Berkeley tarafından ne şekilde algılandıklarına değiniliyor. Adı geçen filozofların görüşleri kıyaslanıyor.
Berkeley, Locke’dan büyük miktarda etkilenmiştir. İkisi de insanın doğrudan algıladığı şeylerin sadece zihindeki ideler olduğu konusunda hemfikirlerdi. Örneğin Locke nesnelerde birincil ve ikincil niteliklerin var olduğundan söz ederken Berkeley bunu reddeder ve ikisinin ayrılamaz olduğunu ve ikincil niteliklerin sadece zihinde var olduğunu savunur. Çünkü ona göre ancak duyumsanabilir niteliklere sahip varlıkları kavrayabiliriz. Yani varlık algıladığımız niteliklerden oluşur ve algılarımız da zihnimizde gerçekleşir. Bu yüzden Berkeley, felsefesinde materyalist tutum sergilemekten kaçınarak onun ortaya koyduğu varlıkların zihinde var olduğu görüşü yani immateryalizm görüşünü ortaya koydu. Aslında immateryalizm denen kavram Berkeley’in idealizmine verilen isimdir. Berkeley bu görüşünde maddi dünyanın varlığını reddeder ve görülen, duyulan ya da temel olarak algılanan tüm şeylerin algıladığı için var olduklarını söyler. “Varlık, algılanmaktır” der. Yani Berkeley’e göre varlıkların var olma sebebi öznelerin onları algılamasıdır, yani bir şeyin var olma koşulu algılanmış olmaktır. Ona göre “masayı algılıyorum” önermesiyle “masa vardır” önermesi birbirinden farklı değildir. Burada masanın varlığını renk, şekil, dokunma vb. olarak algılamaktadır. Ancak bu demek değil ki gözlerimizi kapattığımızda veya algılamayı bıraktığımızda her şey yok olur; burada Berkeley’in dini kişiliği devreye giriyor ve o, algılamayı kestiğimiz zaman insan algılamasa bile sonsuz güçte bir tanrı olduğunu ve tanrının hiç ara vermeden sürekli olarak algıladığından bahsediyor, böylelikle varlıkların sürekliliğini, yok olma problemine de bu şekilde çözüm öneriyor.
Berkeley’in çağdaş felsefe üzerindeki etkisi nedir?
George Berkeley’in felsefi görüşleri, özellikle idealizm ve deneycilik alanlarında çağdaş felsefeyi derinden etkilemiştir. Onun “Esse est percipi” (Varlık, algılanmaktır) ilkesi, dış dünyanın bağımsız bir gerçekliği olmadığını savunarak, modern epistemoloji ve metafizik tartışmalarına yön vermiştir.
Berkeley’in düşünceleri, özellikle David Hume ve Immanuel Kant gibi filozoflar üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. Hume, Berkeley’in idealizmini daha radikal bir şüphecilik yönüne taşırken, Kant ise onun görüşlerini ele alarak “transendental idealizm” kavramını geliştirmiştir.
Ayrıca, Berkeley’in dil ve algı üzerine yaptığı çalışmalar, çağdaş bilişsel bilimler ve fenomenoloji alanlarında da yankı bulmuştur. Günümüzde, onun görüşleri sanal gerçeklik ve yapay zeka gibi alanlarda da yeniden değerlendirilmektedir.
Eğitim misyonu nedir?
George Berkeley, eğitim alanında önemli bir misyon üstlenmiş ve özellikle Amerikan kolonilerinde yüksek eğitimi geliştirmek için çaba göstermiştir. Berkeley, eğitimin toplumun gelişimi için kritik bir rol oynadığına inanıyordu ve bu doğrultuda çeşitli girişimlerde bulundu.
Berkeley’in en dikkat çekici eğitim projelerinden biri, Bermuda’da bir kolej kurma planıydı. Bu kolej, Amerikan kolonilerinde yaşayan gençlerin eğitim almasını ve Anglikan misyonerlerin yetiştirilmesini amaçlıyordu. Ancak, bu proje için İngiltere’den beklediği finansal desteği alamadığı için plan gerçekleşmedi.
Bununla birlikte, Berkeley’in eğitim misyonu yalnızca teorik düzeyde kalmadı. Rhode Island’daki çiftliğini ve kütüphanesini Yale Üniversitesi’ne bağışladı. Bu bağış, Yale’in akademik gelişimine katkı sağladı ve Berkeley’in eğitim alanındaki etkisini kalıcı hale getirdi.
Berkeley’in adı, bugün hâlâ eğitimle anılmaktadır. Örneğin, Kaliforniya Üniversitesi’nin Berkeley kampüsü, onun adını taşımaktadır ve dünya çapında saygın bir akademik kurum olarak bilinmektedir
John Locke ve G. Berkeley’de Dil, Düşünce ve Varlık İlişkisi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Eser, John Locke’un baş yapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme eserinin devamı niteliğindedir. John Locke (29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704), İngiliz klasik liberalizm düşüncesinin öncüsü İngiliz filozof. Meşruti demokrasinin temel fikirlerini tutarlı bir şekilde toparlayabilen ilk yazardır. Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm’in, tabii bir din anlayışının, Rasyonel Pedagoji’nin öncüsü olmuştur. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini savunanlardan biridir.
İnsan hakları Locke’a göre yaşam, hürriyet ve mülkiyet olarak özetlenebilir. Bu hakların uygulanması, korunması hem yasalarla hem de kurumlarla sağlanır. Bağımsız bir yargı sistemi de bunların tümünü kapsar. Hürriyet ile ilgili olarak ise, bir insanın özgürlüğü, başka bir insanın özgürlüğüne zarar gelebilecek noktada sona erer. Siyasi bir toplumsa özgürlük yasaların hükmüne bağlıdır. Mutlak değil, sınırları çizilmiş bir özgürlüktür.
Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?
Emir Ali Ergat’ın John Locke ve G. Berkeley’de Dil, Düşünce ve Varlık İlişkisi adlı eseri, dilin düşünce ve varlıkla olan ilişkisini Locke ve Berkeley’in felsefi perspektifleri üzerinden ele alıyor. Günümüz açısından önemi, dilin yalnızca iletişim aracı değil, aynı zamanda düşünceyi şekillendiren ve varlığı anlamlandıran bir unsur olduğunu vurgulamasında yatıyor.
Locke’un dil anlayışı, sözcüklerin anlamlarını ve genel terimleri nasıl oluşturduğumuzu incelerken, Berkeley’in idealizmi, varlığın algıya bağlı olduğunu savunarak dilin düşünce üzerindeki etkisini farklı bir açıdan ele alıyor1. Bu eser, çağdaş dil felsefesi ve bilişsel bilimler açısından da önemli bir kaynak olabilir; çünkü dilin insan zihni üzerindeki etkisini ve gerçekliği nasıl kavradığımızı anlamamıza yardımcı oluyor
George Berkeley Hayatı ve Kariyeri: (1685-1753) – İdealizmin Öncüsü
George Berkeley, 12 Mart 1685’te İrlanda’nın Kilkenny kentinde doğdu. Trinity College Dublin’de eğitim aldı ve burada felsefe üzerine derinlemesine çalışmalar yaptı. Genç yaşta yayınladığı eserleriyle, özellikle duyumculuk ve idealizm konularındaki görüşleriyle dikkat çekti.
Berkeley’in felsefi düşüncesi, maddi dünyanın bağımsız bir gerçekliği olmadığı fikri üzerine kuruluydu. Ona göre varlık, yalnızca algılandığı sürece mevcuttu (Esse est percipi – “Varlık, algılanmaktır”). Bu düşünceyi özellikle İnsan Bilgisinin İlkeleri Üstüne İnceleme (1710) ve Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma (1713) adlı eserlerinde detaylandırdı.
Akademik kariyerinin yanı sıra, Berkeley dini ve eğitim alanında da etkili oldu. Amerikan kolonilerinde yüksek eğitimi geliştirmek için çaba gösterdi ve Rhode Island’daki çiftliğini Yale Üniversitesi’ne bağışladı. Fikirleri, David Hume ve Immanuel Kant gibi filozoflar üzerinde önemli etkiler yarattı.
Berkeley, hayatı boyunca doğrudan deneyime ve zihnin doğasına dair derin sorular sordu. 1753 yılında Oxford’da vefat etti, ancak düşünceleri modern felsefe içinde hâlâ yankılanmaya devam ediyor.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın