“Oysaki zihin akıl değildir, tersine akıl zihnin bir duygulanımıdır. Bu anlamda ona içgüdü, alışkanlık, doğa denecektir…”
— Gilles Deleuze
Merhaba
Okan Bayülgen’in yer aldığı bir programın tekrarını seyrettim. Sağlıklı beslendiğim, her cümlesinden doygun kalktığım bu sohbette bazı satırların altını çizdim. Okan Bayülgen şöyle söylüyordu: “Artık kimse “izm”leri merak etmiyor.” Peki izm nedir? Yabancı kökenli sistem, felsefe, politik ideoloji, sanat akımı ve belirli topluluk isimlerinin sonuna gelen bir son ektir. İnsanın ufkunun açılmaya her türlü fikrin paylaşılabileceği hücrelerin yenileneceği kaynaktır.
Dijital Bir Kütüphane
“Dijital sistemin bir kütüphane olacağını düşünüp sevinmiştim.” İşte bu sözlerle 13 yıldır blog yazarı olduğum sayfanın amacıyla buluşmanın haklı gururuyla; içimi bilginin getirdiği mutluluk kapladı. Lakin dijital ortam toksik bilgi dolu. Sorgulamayan beyinler için büyük tuzak. Kulaktan kulağa iletilen bir ortamda tehlike daha da büyüyor. Herkesin her şeyin içini boşaltarak anlattığı tüm bilgi ve öğretilerin durumu ortada. Bilgelik olmadan olmaz…
Sanat ve Hizmet
Okan Bayülgen’e önce varlığı için sonra Dadaizm perspektifinden yarattığı “Dada Salon Kabarett”ler de bilgiyle insanların düşünmesine vesile olacak programlar ve etkinlikler yarattığı için teşekkür ederim. Bazılarımız “homo sapiens sapiens” (İki kere düşüneni özellikle vurguladım) olarak son nesilleriz. Ve yine sanata daha çok zaman ayırarak tiyatro eserlerini yazarak bizlere ulaştırma imkanı yarattığı için. Bazıları mülk biriktirir bazıları ise geleceği aydınlatmak için kendi varını yoğunu hizmete dönüştürmek için bir araç haline getirir.
Kişisel eşik
Evet, bir önceki paylaşımda “İzmir’de aylar önce Palto Sahaf’ı ziyaret etmiş ve gökyüzüne uzanan kitapları seyrederken gözüme iki esere ilişmişti” diye yazmıştım. İşte bu değerli eserlerden diğeri yine Gilles Deleuze ait “Ampirizm ve Öznellik”.
Gilles Deleuze’e göre
“Hume insanın bilimini yapmayı amaçlar. Peki temeldeki projesi nedir? Bir seçim her zaman dışta bıraktıklarıyla ilişkili olarak tanımlanır, tarihsel bir proje mantıksal bir ikamedir. Hume için söz konusu olan zihin psikolojisini, zihnin duygulanımlarının psikolojisiyle ikame etmektir. Zihin psikolojisi imkânsız, kurulamaz olandır, çünkü nesnesinde ne gerekli istikrarı ne de gerekli evrenselliği bulabilir; insanın gerçek bilimini yalnızca bir duygulanımlar psikolojisi kurabilir.”
Bu bakımdan Hume psikologdan önce bir sosyolog, bir ahlakçıdır; İnceleme, zihnin etkilendiği ilk biçimin öz itibariyle tutkusal olan ve toplumsal olan olduğunu gösterecektir. Bu ikisi birbirini içererek, sahici bir bilimin nesnesinin birliğini sağlarlar. Bir yandan toplum, fertlerinin her birine gereksinim duyar onlardan istikrarlı tepkilerin ortaya konmasını, güdü ve erekler, kolektif ya da tikel karakterler sergileyecek tutkuların mevcudiyetini bekler: “Tebaasına bir vergi koyan hükümdar tabiiyet beklemektedir.” Öte andan, tutkular tatmin bulmanın dolaylı aracı olarak toplumu gerektirir. Tarihte, tutkusal olanla toplumsal olanın bu tutarlılığı, sonunda içsel birlik olarak ortaya çıkar: Tarihin nesnesi asal örgütlenme ve tarih verili şartların olabildiğince çok kısmında güdü-eylem ilişkilerini inceler, insanın tutkularının tekbiçimliliğini açığa çıkarır. Kısacası, psikoloğun seçimi tuhaf bir biçimde şöyle ifade edilebilir: Bir psikolog olmak için, psikolog olmanın öncesinde bir ahlakçı, bir sosyolog, bir tarihçi olmak. Burada, insanın bilimi projesinin içeriği, genel olarak bu bilgiyi mümkün kılan koşulla birleşmiştir: Zihnin etkilenmesinin gerekli olmasıyla. kendi kendine, zihin bir doğa değildir, bilimin nesnesi değildir. Hume’un ele alacağı soru şudur;
Nasıl olurda zihin bir İnsan doğası haline gelir?
Tutkusal ve toplumsal duygulanımın insan doğasının yalnızca bir kısmı olduğu doğrudur. Bunların yanı sıra anlama yetisi, idelerin çağrışımı vardır. Hume, bize anlama yetisinin asıl anlamının tam olarak, bir tutkuyu topluma uygun kılmak, bir çıkarı toplumsal kılmak olduğunu söyler. Anlama yetisi çıkarı düşünümler. Anlama yetisini bunların yanı sıra, ayrı bir kısım olarak ele alabiliyorsak, bu bir hareketi, bölünmez öğelerine ayrılmaz olduğunu bile bile ayrıştıran bir fizikçi gibi davrandığımız içindir. O halde Hume’da iki bakış açısının birlikte varolduğunu unutmamız gerekir: Tutku ve anlama yetisi…
David Hume‘a ait İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma eserini de okuyarak “anlama yetisini” daha geniş bir perspektiften kavrayabilirsiniz…
Hume daima zihnin, imgelemin ve idenin özdeşliğini ileri sürer. Zihin doğa değildir, zihnin doğası yoktur. O, zihindeki ide ile özdeşir. İde veridir, verili olduğu haliyle, ide deneyimdir. Zihin verilidir. Bir ideler topluluğudur, bir sistem bile değildir. O zaman yukarıdaki soru da şöyle ifade edilebilir:
Nasıl olurda bir toplumsal sistem haline gelir?
İdeler topluluğu, bir yetiyi değil, bir kümeyi, sözcüğün en belirsiz anlamıyla şeylerin kümesini, göründüklerinden ibaret olan şeylerin kümesini belirtmesi ölçüsünde imgelem denir: albümü olmayan pul koleksiyonu, tiyatrosu olmayan piyes ya da algıların alkışı. “Tiyatro karşılaştırması bizi yanıltmamalı… Bu sahnelerin temsil edildiği yerin ya da onu oluşturan malzemelerin derinlemesine bilgisine sahip değiliz.” Yer o yerde olup bitenden farklı değildir, temsil bir öznede değildir. Açık ki, soru şöylede sorulabilir:
Nasıl olur da zihin bir özne haline gelir? İmgelem bir yeti haline nasıl gelir?
Kuşkusuz, Hume istikrarlı bir şekilde idenin imgelemin içinde olduğunu tekrarlar.
Hislerin tutkularımızı yönetmek için yüreğe temas etmeleri gereklidir, ama tat almamızı etkilemek için imgelemin ötesine geçmelerine gerek yoktur…
O halde, tat imgelemin hissidir, yüreğin değil.
Ampirizmin özünü, öznelliğin apaçık görülen probleminde bulduğumuzu sanmıştık. Ama önce, bu problemin nasıl tanımlandığı sorulacaktır. Özne hareket yoluyla, hareket olarak tanımlanır; kendi kendine gelişme hareketi. Gelişen şey öznedir. Öznellik idesine verilebilecek tek içerik budur: aracılık, aşkınlık. Ama fark edilecektir ki kendi kendine gelişme ya da başka şey haline gelme hareketi çifte bir harekettir: Özne kendi ötesine geçer, özne düşünümler. Hume bu iki boyutu kabul etmiştir, bunları insan doğasının kurucu karakterleri olarak sunar: çıkarım ve icat, inanç ve yapaylık. O halde inanç ve sempatinin sıklıkla göze çarpan analojisine fazla önem yüklemekten kaçınmış olunacaktır. Bu analoji gerçek olmadığından değil. İnancın öznenin bilmeye yönelik edimi olduğu doğruysa, buna karşılık ahlaki ediminin de sempatinin kendisi olmamasından; ahlaki edim yapaylık ya da icattır, inancın karşılığı olan sempati bunun sadece zorunlu bir koşuludur. Kısacası, inanmak ve icat etmek, işte öznenin özne olarak yaptığı budur.
Veriden, verili olmayan başka bir şeyin varoluşunu çıkarsarım: İnanırım. Sezar ölmüştür ya da Roma varolmuştur, güneş doğacaktır ve ekmek besleyicidir. Aynı işlemin içinde, aynı zamanda yargılarım ve kendimi özne olarak ortaya koyarım: Bunu yaparken de verinin ötesine geçerim. Bildiğimden fazlasını ileri sürerim. O kadar ki hakikat problemi öznelliğin kendisinin eleştirel problemi olarak sunulmalı ve bu şekilde telaffuz edilmelidir: Hangi hak doğrultusunda insan bildiğinden fazlasını ileri sürer? Duyusal niteliklerle doğanın güçleri arasında bir bağıntı, bilinmeyen bir bağıntı çıkarsarız. “Benzer duyusal niteliklerle donanmış yeni bir nesne görüldüğünde benzer güç ve kuvvetler bekleriz, benzer bir sonuç bekleriz.
Renk ve kıvam bakımından ekmeğe benzer bir cisimden, benzer bir besin yiyecek bekleriz. Ama burada elbette, zihnin açıklama gerektiren bir çalışması söz konusudur.” Ama başka bir şekilde, hâlâ özneyiz, yani ahlaki, estetik ya da toplumsal yargılar açısından ve bu yargılar içinde özneyiz Bu anlamda özne düşünümler ve düşünümlenir: Kendisini genel olarak etkileyen bir şeyden etrafa, güncel işlemden bağımsız bir güç, yani saf bir işlev yayar ve kendine özgü taraflılığının ötesine geçer. Bu sayede, yapaylık ve icat mümkün kılınmış olur. Özne icat eder, özne yapaylaştırandır, öznelliğin çifte gücü budur: İnanmak ve İcat etmek; gizli güçlere ihtimal vermek, soyut, ayrık güçler varsaymak. Bu iki anlamda, özne normatiftir: Normlar ya da genel kurallar yaratır. Bu çifte gücü, genel kuralların bu çifte işlemini açıklamamız gerekir, temelini, hukukunu, ilkesini bulmamız gerekir. Problem budur. Çünkü hiçbir kendinde şey doğanın güçleri kadar radikal bir biçimde bilgimiz dışında kalamaz, ayrıca anlama yetimiz İçin de, hiçbir şey güçler ve bunların kullanımının ayırt edilmesi kadar işe yaramaz olamaz. 0 halde, hangi hak doğrultusunda bunlara ihtimal veriyor, hangi hak doğrultusunda bunları birbirinden ayırt ediyoruz? İnanmak, doğanın bir kısmından, verili olmayan bir başka kısmını çıkarsamaktır. İcat etmek ise, güçleri birbirinden ayırt etmek, işlevsel bütünlükler, yine doğada verili olmayan bütünlükler kurmaktır.
İşte problem budur: Nasıl oluyor da, verinin içinde, verinin ötesine geçmesiyle bir özne oluşabiliyor? Şüphesiz, öznenin kendisi de verilidir. Şüphesiz, verinin ötesine geçen verilidir ama başka bir şekilde, başka bir anlamda. Bu icat eden ve inanan özne, verinin kendisini bir senteze, bir sisteme dönüştürecek şekilde verinin içinde oluşur. Açıklanması gereken budur. Bu şekilde ortaya konan problem içinde ampirizmin mutlak özünü keşfederiz. Genel olarak felsefe hakkında, bunun her zaman bir analiz planı aramış olduğunu söyleyebiliriz, buradaki plana göre bilincin yapılarının incelenmesine girişilip bu inceleme yürütülebilecek, yani eleştiri mümkün olacak, ve deneyimin bütünü doğrulanabilecektir. Demek ki eleştirel felsefeleri karşı karşıya getiren öncelikle bir plan farkıdır. Metodik olarak daraltılmış olup bununla da bize asli bir kesinlik, özün bir kesinliğini veren bir plan üzerinde konumlanıp, veri diye bir şey nasıl olabilir, bir şey nasıl kendini bir özneye veri olarak sunabilir özne bir şeyi nasıl edinebilir, diye sorduğumuzda aşkın bir eleştiri yapmış oluruz. Burada eleştirel gereklilik, matematik tipindeki inşa edici bir mantığın gerekliliğidir. Tamamen içkin, ama bunun tersine, kurallarını belirlenebilir hipotezlerden, modelini ise fizikten alan bir tanımın mümkün olduğu bir bakış açısından, özne hakkında şu soru sorulduğu zaman eleştiri ampirik olmuş olur: Özne verinin içinde nasıl oluşur? Birinin oluşumu öbürünün oluşumuna yol açar. Veri artık bir özneye verilmiş değil, özne veride oluşmuştur. Hume’un meziyeti, her şeyin ötesinde, saf haldeki bu ampirik problemi, aşkın olandan da, psikolojiden de uzakta tutarak ortaya çıkarmış olmasıdır.
Peki veri nedir?
Veri duyulur olanın akışıdır, der Hume, bir izlenimler ve imgeler topluluğu, bir algılar kümesidir. Veri görünür şeylerin kümesi, görünüme karşılık gelen varlıktır. O harekettir, değişimdir, ne özdeşliği ne de yasası vardır. İmgelemden, zihinden, bunlarla ne bir yeti ne bir organizasyon ilkesi kastedilerek, böyle bir küme, böyle bir topluluk olarak bahsedilecektir. Ampirizm ayrık algıların bir topluluğu, hareketli bir art arda gelişi deneyiminden yola çıkar. Ayrık oldukları, bağımsız oldukları sürece bunlardan yola çıkar. Aslında ilkesi, yani deneyime bir statü kazandıran kurucu ilke kesinlikle “her ide bir izlenimden türemiştir , değildir, bunun sadece düzenleyici bir anlamı vardır, ampirizmin ilkesi şudur:
Ayrılabilir olan her şey seçilebilir ve seçilebilir olan her şey farklıdır. Fark ilkesi budur. Zaten seçilebilir olmayanı nasıl ayırabilirdik ya da farklı olmayanı nasıl ayırt edebilirdik ki?
Bu durumda deneyim, farklı olmaları sayesinde ayrılabilir ve ayrılabilir olmaları sayesinde farklı idelerin art arda gelişleri olur.
Her algı bir tözdür ve bir algının her ayrık kısmı ayrık bir tözdür.
Zihin özne değildir, zihni olacağı bir özneye ihtiyaç duymaz. Hume’un bütün eleştiri ve özellikle de yanıltmacı ve çelişkileri açığa vuran yeterli sebep ilkesinin eleştirisi şu kapıya çıkar: Eğer özne verinin ötesine geçen şeyse, biz önceden veriye kendi kendisinin ötesine geçme yetisini teslim etmeyelim.
Ampirizm ve Öznellik Bölümleri
- Bilgi Problemi ve Ahlak Problemi: Hume’un ampirizmi, bilginin sınırlarını ve ahlakın temellerini sorgular. Deleuze, bu iki alanın birbirinden ayrılamayacağını gösterir.
- Kültür Dünyası ve Genel Kurallar: İnsan doğasının alışkanlıklar ve kurallar üzerinden nasıl kültürel bir düzen kurduğunu tartışır.
- İmgelemin Ahlak ve Bilgideki Gücü: Hume’da imgelem, hem bilginin hem de ahlakın kurucu gücüdür; Deleuze bunu öznelliğin temel dinamiği olarak okur.
- Tanrı ve Dünya: Teolojik ve metafizik soruların ampirist bir çerçevede nasıl yeniden yorumlandığını gösterir.
- Ampirizm ve Öznellik: Kitabın merkez bölümü; öznelliğin ampirist temellerini, yani deneyimden doğan benlik ve kimlik anlayışını açar.
- İnsan Doğasının İlkeleri: Hume’un Treatise of Human Nature’ına gönderme yaparak, insan doğasının alışkanlık, duygu ve imgelem üzerinden nasıl kurulduğunu tartışır.
Deleuze’ün yirmi sekiz yaşında yayımladığı ilk çalışması Ampirizm ve Öznellik özellikle Fransa’da yoğun bir şekilde çalışılan Heidegger ve Husserl’in çalışmalarının aksine yüzünü İngiliz ampirizmine ve bu geleneğin en önemli filozoflarından Hume’a dönmüştür. Deleuze bu kitabında felsefenin en önemli sorunsallarından birini, ampirizm ve akılcılık gelenekleri arasındaki ilişkiyi, tamamıyla farklı bir düzlemde kurgulayacaktır. Deleuze’ün Hume’da özellikle dikkatini çeken birleştirici herhangi bir üst unsura dayanmadan ortaya konan kendilik ve öznellik anlayışıdır, diğer bir deyişle, Deleuze Hume’da aşkınsal mekanizmalara gerek duymadan ortaya konacak bir öznellik anlayışının izlerini sürer. Hume’un zihnin çalışma biçimlerini açıklarken ortaya koyduğu çağrışım (association) nosyonunun yanı sıra inanç ve ilişkilerin dışsallığı fikri sadece öznellik açısından değil toplumsallık kavrayışı açısından da Deleuze’ün içkinlik felsefesinin önemli kaynaklarından bir olacaktır.
Ampirizm ve Öznellik, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Ampirizm ve Öznellik günümüzde önemlidir çünkü bireysel öznelliğin deneyimden nasıl kurulduğunu göstererek modern epistemoloji, etik ve kültür tartışmalarına hâlâ canlı bir katkı sunar. Deleuze’ün Hume yorumu, bugünün kimlik, toplumsallık ve ahlak sorunlarını anlamak için güçlü bir felsefi araçtır
Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?
- Öznelliğin kökeni: Deleuze, Hume’un ampirizmini yeniden yorumlayarak öznelliğin doğuştan verilmiş bir öz değil, alışkanlıklar, duygular ve imgelem üzerinden kurulan bir süreç olduğunu gösterir. Bu yaklaşım, günümüzde kimlik ve benlik tartışmalarında hâlâ geçerlidir.
- Toplumsal bağlar: Hume’un “sempati” kavramı, Deleuze tarafından öznelliğin toplumsal bir ağ içinde oluştuğunu göstermek için kullanılır. Bugün empati, dayanışma ve kolektif kimlik üzerine yapılan tartışmalarda bu kavrayış kritik bir referans noktasıdır.
- Ahlakın temeli: Deleuze, ahlakın rasyonel ilkelerden değil, alışkanlık ve duygulanımlardan doğduğunu vurgular. Bu, günümüzde etik teorilerde “duyguların rolü” ve “ilişkisel etik” gibi yaklaşımları besler.
- Kültür ve kurallar: Kitap, kültürün ve genel kuralların insan doğasıyla nasıl iç içe geçtiğini tartışır. Bu, günümüzde normların ve kültürel kodların birey üzerindeki etkisini anlamak için hâlâ güncel bir çerçeve sunar.
- Modern epistemolojiye katkı: Deleuze’ün Hume okuması, bilginin yalnızca akıl değil, imgelem ve alışkanlıkla kurulduğunu gösterir. Bu, günümüzde yapay zekâ, bilişsel bilim ve postmodern epistemoloji tartışmalarında yankı bulur.
Günümüzle Bağlantı
- Kimlik politikaları: Öznelliğin deneyim ve alışkanlıklarla kurulduğu fikri, sabit kimlik anlayışlarını sorgulayan çağdaş politik ve kültürel tartışmalara ışık tutar.
- Etik ve teknoloji: Yapay zekâ ve dijital kültür bağlamında, öznelliğin nasıl şekillendiğini anlamak için Deleuze’ün Hume yorumu güçlü bir teorik araçtır.
- Kolektif ajans: Senin ritüel ve kolektif ajans vurgunla da örtüşüyor: Deleuze, bireysel öznelliği toplumsal bağlarla kurar, bu da günümüzde “kolektif özne” fikrini besler.
Ampirizm ve Öznellik, günümüzde kimlik, etik, kültür ve toplumsallık üzerine yapılan tartışmalarda hâlâ canlıdır. Deleuze’ün Hume yorumu, öznelliği sabit bir öz değil, yaşayan bir süreç olarak kavramamızı sağlar.
Gilles Deleuze
Doğum ve Eğitim: 18 Ocak 1925’te Paris’te doğdu. II. Dünya Savaşı yıllarında École Normale Supérieure’de felsefe eğitimi aldı. Bu dönemde savaşın yıkıcı atmosferi, onun düşüncesinde “oluş” ve “süreç” kavramlarının önemini artırdı.
Akademik Yolculuk: 1954’te doktorasını tamamladıktan sonra Vincennes Üniversitesi’nde, ardından Paris VIII Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak çalıştı. Öğrencilerine klasik filozofları (Spinoza, Leibniz, Hume, Nietzsche, Bergson) yeniden okuma cesareti verdi.
- Felsefi Çerçeve:
- Fark ve Oluş: Deleuze için felsefe, sabit özleri değil, sürekli değişim ve farklılaşmayı anlamaktır. Bu yüzden “oluş” kavramı onun düşüncesinin merkezindedir.
- Rizom ve Çokluk: Guattari ile birlikte geliştirdiği “rizom” kavramı, düşüncenin köksüz, çok yönlü ve ağsal yapısını anlatır. Bu, günümüzde ağ toplumları ve dijital kültür için hâlâ güçlü bir metafordur.
- Şizoanaliz: Psikanalize alternatif olarak geliştirdiği bu yaklaşım, arzunun bastırılmak yerine yaratıcı bir güç olarak görülmesini savunur.
- Eserleri:
- Nietzsche ve Felsefe (1962) – Nietzsche’nin düşüncesini yaratıcı bir güç olarak yeniden yorumladı.
- Bergsonizm (1966) – Bergson’un süre kavramını çağdaş felsefeye taşıdı.
- Ampirizm ve Öznellik (1953) – Hume’un ampirizmini öznellik kuramı üzerinden yeniden okudu.
- Guattari ile birlikte: Anti-Oedipus (1972), A Thousand Plateaus (1980) – postyapısalcı düşüncenin temel taşları.
- Etkileri: Deleuze, Foucault, Badiou, Negri gibi çağdaş filozofları derinden etkiledi. Bugün sanat, siyaset teorisi, psikanaliz ve kültürel çalışmalar onun kavramlarıyla besleniyor.
- Son Yılları: 4 Kasım 1995’te Paris’te hayatını kaybetti. Ölümü bile onun düşüncesindeki “oluş” ve “fark” kavramlarıyla okunur: yaşamı boyunca sabit bir öz değil, sürekli dönüşümün filozofu oldu.
Deleuze’ün biyografisini özgün kılan nokta, onun hayatının düşüncesiyle iç içe olmasıdır. Savaşın yıkımı → oluşun önemi, akademik disiplin → farkın kavramsallaşması, Guattari ile ortaklık → rizomun doğuşu. Yani yaşamı, kavramlarının canlı bir örneğidir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın