“Aslında bu çalışma benim bakış açımın Freud’un ve Adler’inkinden hangi yönlerde ayrıldığını anlatma ihtiyacımdan doğdu. Bu soruya cevap vermeye çalışırken tipler problemi karşıma çıktı; zira kişinin yargısını daha baştan belirleyen ve sınırlayan onun psikolojik tipiydi. Bu nedenle, kitabım bireyin dünyayla, insanlarla ve şeylerle ilişkilerini ele alma çabasıydı. Bilincin veçhelerini, bilinçli zihnin dünyaya karşı alabildiği çeşitli tutumları tartışıyordu, dolayısıyla, klinik açı denebilen yerden bakıldığında bilincin psikolojisini oluşturuyordu…”
— Carl Jung
Merhaba,
Psikolojide Tipler, Bireyler arasındaki bariz farkları belli kategorilere indirgemek, öte yandan, tiplerin bazı farklarının daha keskin belirgin özellikleriyle insanın görünür tekdüzeliğini gidermek için antik dönemden bu yana sayısız girişime şahit olduk. Bu girişimlerin tarihçesine çok derinlemesine girmeden, bilinen en eski kategorileri hekimlerin başlattığına dikkat çekmek gerekir. Bu hekimlerin en önemlisi M.S. 2. yüzyılda yaşayan Yunan hekim Galenos‘tu. Temelde dört mizaç ayırt etti: kanlı, sakin, sinirli, melankolik. Altta yatan fikir, M.Ö. 5. yüzyılda Hippokrates‘in öğretilerine yani insan bedeninin dört unsurdan, hava, su, ateş ve topraktan oluştuğuna kadar gider. Canlının bedeninde bu unsurlara tekabül eden dört madde yani kanı balgam, sarı safra ve kara safra bulunur; Galenos’un fikri, bu dört maddenin farklı karışımlarına göre insanların dört sınıfa ayrıldıkları yönündeydi. Kanın ağır bastığı insanlar kanlı tipe mensuptular; balgamın ağır bastıkları sakindiler, sarı safra sinirli, kara safra melankolik yapıyordu. Fizyolojik teori olarak bunların uzun zamandan beri kuşkuşuz hükmü kalmamakla birlikte, dilimizde görüldüğü gibi, bu mizaç farkları tarihe geçmiştir.
İnsanları psikolojik sınıflandırmanın onuru kuşkusuz Galenos‘a aittir, iki bin yıl devam eden bu sınıflandırma, heyecan ya da teessürü farklı algılamaya dayanır. İlk tipoloji girişiminin insanın heyecanlı davranışıyla ilgili olduğunu görmek kuşkuşuz ilginçtir —çünkü genelde davranışın en yaygın ve en çarpıcı özelliği apaçık teessürdür.
Yine de insan psişesinin öne çıkan tek emaresi tesirler değildir. Başka psikolojik fenomenlerden de belirgin veriler beklenebilir; gereken tek şey, başka işlevleri de tesirler kadar net algılayarak gözlem yapmamızdır. Geçmiş yüzyıllarda, bugün bildiğimiz “psikoloji” kavramı hiç yokken, tesirlerden başka bütün psişik işlevler karanlıkta kalıyordu, tıpkı bugünün insanlarının çoğuna bunların hala pek az fark edilebilen ince ayrıntılar şeklinde gelmesi gibi.
Carl Gustav Jung şöyle der:
Sinir hastalarıyla pratikte yaptığım tıbbi çalışmamda insan psikolojisinde birçok bireysel farkın dışında farklı tiplerin de bulunduğu dikkatimi çekti. Bence, iki tip özellikle belliydi; onlara içedönük ve dışadönük tipler adını verdim.
İnsan hayatının seyrini göz önüne aldığımızda bir bireyin kaderini ilgi nesnelerinin, başka birinin kaderini ise kendi iç beninin, yani öznenin daha çok belirlediğini görüyoruz. Hepimiz şu ya da bu yöne yöneldiğimiz için, haliyle, her şeyi kendi tipimize bakarak anlama eğilimindeyiz.
Olası yanlış anlamaları önlemek için hemen bu durumdan söz edeyim. Tiplerin genel tanımının zorluğu, bu yüzden, önemli ölçüde ağırlaşır. Doğru anlaşılmayı umuyorsam okurun iyi niyetini gereksiz yere sömürmemeliyim. Her okur hangi kategoriye ait olduğunu bilirse anlaşılmak görece daha basittir. Özellikle kişinin kendisinin bu tipe mi, diğerine mi ait olduğunu anlaması genellikle çok zordur. İnsanın kendi kişiliği konusunda yargısı esasında olağanüstü bulanıktır. Yargının bu öznel bulanıklığı özellikle yaygındır, çünkü her belirgin tipin, o tipin tek taraflılığını telafi etmeye özel bir eğilimi vardır, psişik dengeyi hiç durmadan sürdürmeye gayret ettiği için maksatlı bir biyolojik eğilimdir bu. Telafi ikincil belirgin özellikleri yani ikincil tipleri oluşturur, bu da tiplerin var olduğunu tamamıyla inkâr etme ve insan sadece bireysel farklara inanma eğilimi göstereceği için yorumlanması son derece zor bir resim ortaya koyar.
Sunumumdaki bazı özellikleri gerekçelendirmek için bu zorluğu vurgulamalıyım. Sanki en basit yol iki somut vakayı tanımlamak ve bunları yan yana incelemek gibi gelebilir. Ama iki mekanizma, içedönüklük kadar dışadönüklük de herkeste vardır, birinin ya da öbürünün görece üstünlüğü tipi belirler. Sonuçta, resim gereğince ortaya çıksın diye epey yoğun rötuş yapılır ve bu az çok dini sahtekârlık anlamına gelirdi. Dahası, insanın psikolojik tepkileri o kadar karmaşıktır ki benim tanımlama gücüm mutlak doğru resmi çizmeye zar zor yeter. Düpedüz zorunluluk nedeniyle, birçok farklı bireyde gözlediğim olguların zenginliğinden soyutladığım ilkelerin sunumuyla yetinmeliyim. Baş gösterebileceği gibi deductio a priori meselesi yok burada; daha çok bu, ampirik yoldan kazanılmış içgörülerin çıkarıma dayanan sunumu. Hem analitik psikolojide hem de bilimin başka dallarında, özellikle insanların birbirleriyle kişisel ilişkilerinde yanlış anlaşılmaya ve anlaşmazlığa yol açmış, yol açmaya hâlâ devam eden ikilemi aydınlatmaya yardım edeceğini umuyorum bu içgörülerin. Zira bunlar farklı iki tipin mevcudiyetinin aslında uzun zamandır bilinen bir gerçek olduğunu açıklıyor: İnsan doğasını gözlemleyen birinin şöyle ya da böyle dikkatini çekmiş ya da düşünürün derin düşüncelerinde akla gelmiş bir gerçek, örneğin Goethe‘nin sezgisinde her şeyi kapsayan sistol ve diyastol ilkesi olarak ortaya çıkar. Dışadönüklüğün ve içedönüklüğün mekanizmalarının kavrandığı adlar ve kavramlar son derece çeşitlidir, bunların her biri söz konusu gözlemcinin bakış açısına uyarlanır. Ama açıklamaların çeşitliliğine rağmen bunların hepsinde ortak temel fikir her zaman öne çıkar: Bir vakada görünüşte nesneye yönelik ilgi hareketi, diğerinde nesnenin uzağında, özneye ve öznenin psikolojik süreçlerine yönelik ilgi hareketi. Birinci vakada nesne öznenin eğilimlerinde mıknatıs gibi çalışır; özneyi büyük ölçüde belirler, hatta onu kendine yabancılaştırır. Öznenin nitelikleri nesneyi özümseme ile öyle dönüşür ki özne için nesnenin daha ileri, daha belirleyici bir anlama sahip olduğu düşünülebilir. Nesne mutlak belirleyiciymiş, hayatın veya kaderin özel amacıymış da, özne kendisini tamamıyla nesneye bırakmalıymış gibi gelir neredeyse. Ama ikinci vakada özne her ilginin merkezidir ve merkezi olarak kalır. Bütün hayat enerjisi önünde sonunda öznenin peşinden koşuyormuş, nesnenin çok kuvvetli etki yapmasını sürekli önlüyormuş gibi, denebilir. Sanki nesneden enerji akıyormuş da özne nesneyi kendine çeken bir mıknatısmış.
Anlaşılırlıktan çok kafa karışıklığı yaratacak, mantığa aykırı gibi gelen açıklamalar yapma riskini göze almadan, nesneyle bu iki yönlü ilişkinin net ve anlaşılır bir tanımını vermek kolay değildir. Ama genelde, içedönük bakış açısının Ben’e ve öznel psikolojik sürece nesnenin ve nesnel sürecin üzerinde yer verdiği ya da her halükârda onun yerini nesnenin karşısında tutmak istediği söylenebilir. Dolayısıyla, bu tutum özneye nesneden daha çok, dolayısıyla nesneye de daha az değer verir. Nesnenin önemi ikincildir; aslında kimi zaman nesne öznel içeriğin görünen belirtisinden, önemli bir fikrin somutlaşmasından ibarettir. Hissin somutlaşmasıdır, öyleyse his önemlidir, kendi başına nesne değil. Dışadönük bakış açısı, tam tersine, özneyi nesneden daha az önemli sayar, öyle ki nesne daha değerlidir. Bu vakada öznenin önemi ikincildir, ara sıra ortaya çıkan öznel süreç nesnel olaylara tedirgin edici ya da gereksiz bir eklentidir. Bu zıt görüşlerden kaynaklanan psikolojiyi tamamıyla farklı iki yönelim halinde sınıflandırmak gerektiği bellidir. Biri kendi durumuna dayanarak her şeyi görür, öbürü nesnel olaya dayanarak.
Bu zıt tutumlar başlı başına bağlantılı mekanizmalardan ibarettir: Dışarıya çıkan ve nesneyi ele geçiren diyastolik ve ele geçirilen nesnenin enerjisinin yoğunlaşması ve ayrışması olarak sistolik. Goethe’nin, elbette hasbelkader değil, kalbin çalışmasına dayanarak fizyoloji kapsamında tanımladığı, doğal hayatın ritmini ifade eden iki mekanizma her insanda vardır. Psişik etkinliğin iki formunda ritim değişimi belki hayatın normal seyrine tekabül ederdi. Ama yaşadığımız karmaşık dış koşullar, hatta bireysel psişik yapımızın daha karmaşık koşulları psişik enerjinin hiç bozulmadan akmasına ara sıra izin verir. Dış koşullar ve içyapı genellikle bir mekanizmayı destekler, diğerini sınırlar ya da engeller. Bir mekanizma haliyle ağır basar, bu koşul bir şekilde kronik duruma gelirse tip ortaya çıkar: yani bir mekanizmanın devamlı ağır bastığı alışıldık tutum, gerçi diğeri de asla tamamıyla gölgede kalamaz, çünkü psişik ekonominin entegral bir parçasıdır. Sonuçta, diğerinin tamamıyla köreldiği, tek bir mekanizmaya sahip saf bir tip asla olamaz. Tipin tutumu her zaman bir mekanizmanın sadece görece ağır basması demektir.
İçedönüklük ve dışadönüklük hipotezi her şeyden önce psikolojide bireyleri geniş iki grup halinde ayırt etmemize imkân verir. Yine de bu gruplandırma öylesine yüzeysel, öylesine genel niteliktedir ki bu çok genel ayırımdan daha fazlasına izin vermez. Şu ya da bu gruba giren bireysel psikolojiler daha yakından araştırıldığında yine de aynı gruba ait olan bireyler arasında hemen büyük farklar görülecektir. Bu nedenle, belli bir gruba ait olan bireyler arasındaki farkların nerede yattığını belirlemek istiyorsak bir adım daha atmalıyız. Tecrübe bana, genelde bireylerin hem içedönüklükle dışadönüklük arasındaki geniş ayırıma göre, hem de temel psikolojik işlevlerine göre ayırt edilebildiklerini öğretti. Dış koşullar ve iç-yapı ya içedönüklüğün ya da dışadönüklüğün aynı ölçüde ağır basmasına neden olduğu gibi, bireyde belirli tek bir temel işlevin ağır basmasını da destekler. Temel psikolojik işlevlerin, yani diğer işlevlerden hem esasında hem de gerçekten farklı olan işlevlerin düşünme, hissetme, duyum ve sezgi olduğunu tecrübeyle buldum. Bu işlevlerin biri alışkanlık halinde ağır basarsa tekabül eden tip ortaya çıkar. Bu nedenle, düşünme, hissetme, duyum ve sezgi tipini ayırt ediyorum. Yukarıda anlattığımız gibi, nesneyle ilişkisine bağlı olarak bu tiplerin hey biri ayrıca ya içedönük ya da dışadönük olabilir. Psikolojide tipler konusundaki hazırlık çalışmamdaki bu farklılaşmayı tamamlamadım ama düşünen tipi içedönükle, hisseden tipi dışadönükle özdeşleştirdim. Problemi daha derinlemesine incelemek bu eşitliğin savunulmazlığını gösterdi. Yanlış anlaşılmayı önlemek için okurdan burada geliştirdiğim farklılaşmayı aklında tutmasını rica ediyorum. Böyle karmaşık meselelerde elzem olan berraklık namına, psikolojik kavramlarımın tanımlarını verdiğim Analitik Psikoloji Sözlüğü‘ne bakılabilir.
Blake iki insan sınıfını “üretken” ve “yiyip yutan” diye tanımladığında sezgisinde yanılmadı. İki uyum tarzının biyolojik açıdan aynı derecede iyi çalışması ve kendi yollarınca başarılı olması gibi tipik tutumlar da böyledir. Biri amacına ilişkilerinin çokluğuyla, öbürü tekelle ulaşır.
Tipin zıttına dönmesi, organizmanın fizyolojik sağlığı için sıklıkla son derece zararlı olur, genellikle akut tükenmişliğe yol açar.
Genel Bilinç Tutumu
Herkesin kendisini dış dünyanın sağladığı verilere göre yönlendirdiği doğru olmakla birlikte, bizatihi verilerin ancak görece belirleyici olduğunu her gün görüyoruz. Dışarısının soğuk olması birini pardösüsünü giymeye sevk eder, kendini alıştırmak isteyen bir başkasıysa bunu gereksiz bulur. Biri, yeni tenora bütün dünya hayran olduğu için hayrandır, diğeri tenoru beğenmediğinden değil, ona göre, herkesin hayran olduğu kişi hayran olmayı hak etmediği için hayran olmayı reddeder. Biri koşulları yakınmadan kabul eder, çünkü tecrübe ona başka hiçbir şeyin mümkün olmadığını göstermiştir, diğeri, aynı olaylar daha bin defa tekrarlansa bile bin birinci defa farklı olacağına ikna olmuştur. Biri, belli olguların kendisini yönlendirmesine izin verir diğeri kendisiyle nesnel verilerin arasına giren bir görüşü ihtiyaten elinde tutar. Kararlar ve eylemler öznel görüşlerce değil nesnel koşullarca belirleninceye kadar nesne vasıtasıyla yönelim ağır bastığında dışadönük tutumdan söz ederiz. Bu alışkanlık halini aldığında dışadönük tipten söz ederiz. Bir adam nesnel koşullar ve bunların taleplerine doğrudan bağlantılı tarzda düşünür, hisseder, davranır ve aslında böyle yaşarsa dışadönüktür. Onun bilincinde bu öznel görüşün değil nesnenin belirleyici rol oynadığını hayatı mükemmel açıklar. Haliyle öznel görüşleri de vardır ama bunların belirleyici değeri nesnel koşullarınkinden daha azdır. Sonuçta, kendi iç hayatında mutlak etkenler bulmayı asla beklemez, çünkü bildiği şeyler kendisinin dışındadır.
Dışadönüğün eylemleri dış koşullarla bağlantılı olarak anlaşılabilir. Eylemleri, çevreden gelen uyaranlara sadece tepki göstermekle kalmadığı gibi, mevcut koşullara her zaman uyum sağlayan bir karaktere sahiptir ve nesnel durumun sınırları içinde yeterince etkileşim bulur. Bu sınırları aşmak için ciddi çaba gösterilmez. Nesnel oluşumların onun için neredeyse tükenmek bilmeyen bir çekiciliği vardır, öyle ki genellikle başka bir şeyi asla aramaz.
Belli bir düşünmenin dışadönük olup olmadığına karar verirken önce şunu sormalıyız: Hangi ölçüte -ölçütün dışarıdan mı geldiğine ya da kökeninin öznel mi olduğuna- göre buna karar verilir? Başka bir ölçüt, düşünmenin sonuca varırken aldığı yöndür —esasında dışarıya yönelip yönelmediği. Dışadönük doğanın somut nesnelerle meşgul olması kanıt değildir, çünkü ya düşüncemi nesneden soyutladığım ya da nesne aracılığıyla somutlaştırdığım için düşünüşüm somut bir nesneyle meşgul olabilir. Düşünüşüm somut şeylerle meşgul olduğunda ve bu durumda, dışadönük diye tanımlanabildiğinde bile, alacağı yön temel belirgin özellik ve açık bir soru olarak yine de kalır —yani daha sonraki seyrinde yine nesnel verilere, dış olgulara mı, yoksa genellikle kabul gören fikirlere mi yönelir?
İçedönük bilinç, dış koşulların haliyle bilincinde olmakla birlikte, sonuç üzerinde rol oynayan öznel belirleyicileri seçer. Dolayısıyla, bireyin öznel mizacı uyarınca duyu uyaranına karşılık veren algı ve biliş etkeni onu yönlendirir. Örneğin, iki kişi aynı nesneyi görür ama gördükleri iki imge kesinlikle birbirinin aynı değildir. Duyu organlarının ve kişisel dengenin değişken keskinliğinin çok dışında, algısal imgenin psişik özümsenmesinde hem tür hem derece olarak genellikle radikal bir fark vardır. Dışadönük, nesneden kendisine gelenden sürekli destek ararken, içedönük, duyu izleniminin öznede kümeleştirdiğine güvenir. Tek bir tamalgı vakasında fark kuşkusuz çok ince olabilir ama psişik tasarrufun _yekûnunda en üst derecede kendini hissettirir, özellikle de Ben’in üzerindeki etkisinde. Weininger gibi ben de içedönük tutumu filotik, otoerotik, benmerkezci, öznelcil bencil vb diye tanımlamaya yatkın olan bakış açısını göz önüne alıyorum -esasında yanlış yönlendiren ve tamamıyla aşağılayan bir bakış açısı. Bu, içedönüğün doğasıyla kıyaslandığında, dışadönük tutumun normal önyargısını yansıtır. Algının ve bilişin tamamıyla nesnel olmadığını, öznelliğin de onları koşullandırdığını unutmamalıyız —gerçi dışadönük unutmaya çok yatkındır. Dünya sadece kendi için mevcut değildir, bana göründüğü haliyle de mevcuttur. Aslında, öznenin özümsemediği bir dünya hakkında yargı oluşturmamıza yardım edebilen hiçbir ölçütümüz kesinlikle yoktur. Öznel etkeni görmezden gelseydik, mutlak biliş imkânına dair büyük kuşkunun tamamıyla inkârı olurdu bu. Yüzyılın başında can sıkan, bayat ve kof pozitivizme geri dönme anlamına gelirdi —hissin hamlığının eşlik ettiği bir entelektüel kibir tutumu ve hayatın haddini bilmez olduğu kadar aptal da olan ihlali. Nesnel biliş kapasitemize aşırı değer vererek, öznel etkenin önemini bastırırız, bu da öznenin inkârı demek. Ama özne nedir? Özne bizzat insandır —özne biziz. Bilişin öznesi olması gerektiğini, “ben biliyorum” denmezse hiçbir bilginin, dolayısıyla, hiçbir dünyanın bulunmadığını, gerçi bu ifadeyle bile toptan bilginin öznel sınırının zaten ifade edildiğini ancak hasta bir zihin unutabilir.
Bütün psişik işlevler için geçerlidir bu: Hepsinin nesne kadar vazgeçilmez olan birer öznesi vardır. Mevcut dışadönük değerler anlayışının belirgin özelliği, “öznel” kelimesinin genellikle ayıplama gibi gelmesidir; her olayda “salt öznel” yakıştırması, nesnenin mutlak üstünlüğüne sınırsızca inanmamış birinin başının üzerinde silah gibi sallanır. Bu nedenle, bu incelemede “öznel”in anlamı konusunda çok net olmalıyız. Ben öznel etkenden şunu anlıyorum: Nesnenin yaptığı etkiyle karışan ve böylece yeni bir psişik veriye neden olan psikolojik eylem ya da tepki. En eski zamanlardan beri ve bütün halklarda öznel etken büyük ölçüde sabit kaldığından ve temel algılarla bilişler neredeyse evrensel olarak aynı olduğundan, dış nesne kadar sağlam tesis edilen bir gerçekliktir. Böyle olmasaydı, kalıcı ve özünde değişmeyen herhangi bir gerçeklik düpedüz kavranamazdı, geçmişi anlamak imkânsız olurdu. Bu nedenle, öznel etken bu anlamda denizin büyüklüğü ve yeryüzünün çapı gibi kaçınılmaz bir veridir. Bundan başka, hiçbir surette hesaba katmazlık edemeyeceğimiz öznel etken, üzerinde yaşadığımız dünyanın ortak belirleyicisinin bütün değerini haizdir. Başka bir evrensel yasadır bu, her kim bunu dayanak alırsa nesneye güvenen insan kadar güvenli, kalıcı ve sağlam bir temeli vardır. Ama nesnenin ve nesnel verilerin hep aynı kalmaması, dayanıksız olması, değişime maruz kalması gibi, öznel etken de benzer biçimde değişkenliğe ve bireysel tehlikeye maruz kalır. Bu nedenle, değeri de görecedir. Yani içedönük bakış açısının aşırı gelişmesi öznel etkeni daha iyi ve daha sağlıklı kullanmaya neden olmaz, “salt öznel” kınamasından pek de kaçamayan bilincin yapay öznelleşmesine neden olur.
İçedönük düşünmeyi öncelikle öznel etken yönlendirir. Öznel etken en azından kendini önünde sonunda yargıyı belirleyen rehber bir his olarak ifade eder. Zaman zaman ölçüt görevi yapan az çok tam bir imge halinde ortaya çıkar. Ama içedönük düşünüş ister somut ister soyut nesnelerle ilgili olsun, nihai noktalarda onu hep öznel veriler yönlendirir. Somut tecrübeden geriye, tekrar nesneye dönmez, her zaman öznel içeriğe gider. Bu düşünüşün hedefi ve kökeni dış olgular değildir, gerçi içedönük düşünüşünü sıklıkla böyle göstermek ister. Güncel gerçekliğin dünyasında gezinebilmekle birlikte, özneyle başlar, özneye geri döner. Yeni olguların değerini ancak dolaylı yoldan belirler, çünkü onun başlıca ilgi alanı yeni olgularla ilgili bilgiden ziyade yeni görüşlerdir. Soruları açıklar, teoriler yaratır, yeni beklentilerin ve yeni içgörülerin yolunu açar ama olgular konusunda tutumu çekingendir. Bunlar açıklayıcı örnekler olarak çok iyidir ama baskın hale gelmesine izin verilmemelidir. Olgular kendi adlarına değil, teorinin kanıtı diye toplanır. Şayet olgular kendi adlarına toplanırsa dışadönük stilin ayrıcalığı olur bu. Bu tür düşünüş için olguların önemi ikincildir; zihnin gözü önünde belli belirsiz süzülen ilk simgesel imgenin yahut öznel fikrin gelişimi ve sunumu bu düşünüşe olağanüstü önemli gibi gelir. Amacı somut gerçekliğin entelektüel yeniden inşası asla değildir, bu belli belirsiz imgeyi parlak bir fikir şekline getirmektir. Gerçekliğe ulaşmak, dış olgunun fikrin çerçevesine nasıl oturduğunu, çevreyi nasıl doldurduğunu görmektir, bu düşünüşün yaratıcı gücü gerçekten bir yarattığında kendini gösterir, somut olgunun doğasında mevcut olmamakla birlikte bu fikir onun en uygun soyut ifadesidir. Oluşturduğu fikir kaçınılmaz biçimde dış olgularda ortaya çıktığında ve bu olgular fikrin gerçekten geçerliliğini kanıtladığında bu düşünüşün görevi tamamlanır.
Carl Gustav Jung şöyle der:
Yaşamın sorunlarına ve karmaşıklığına içinizden bir yanıt gelmezse, bu olayların sonuçta çok da fazla bir anlamı olmadığını çok önceleri sezdim. Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz. Bu nedenle, dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. Onlarla ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok; anlatsam boş ve içeriksiz oldukları duygusuna kapılabilirim. Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz kılanlar ve özgeçmişim de onlarla ilgili…
Psikolojide Tipler, Carl Gustav Jung, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. 20. yüzyıla ve günümüze yön veren entelektüellerin başında gelen Jung henüz hayattayken İngilizce, Felemenkçe, Fransızca, Yunanca, İtalyanca, Japonca, Portekizce, Rusça, İspanyolca ve İsveççeye çevrilen bu başyapıt “pratik psikoloji alanında yaklaşık yirmi yıllık çalışmanın meyvesi. Sinir hastalarının tedavisinde bir psikiyatrın sayısız izleniminden ve tecrübesinden, her sosyal düzeyden kadınlar ve erkeklerle görüşmelerinden, dost ve düşmanla kişisel ilişkilerinden, son olarak kendi psikolojik tuhaflığının eleştirisinden biçimlenerek düşüncelerinde yavaş yavaş gelişti.
Carl Gustav Jung, İsviçreli psikiyatr. Analitik psikolojinin kurucusudur. Derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisidir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın