“Kazıbilimcilerin, araştırıcıların yüz elli yıl süren çabaları sonunda, destanın yaklaşık üçte ikisi elimize geçmiş oldu. Ama geri kalan bölümünü elde etmemiz olanaksız artık. Irak’ta yapılacak yeni kazılarla birtakım eksikleri tamamlayacak yeni verilere ulaşmamız olanaksız. İnsanlığın bugüne dek gördüğü en alçakça saldırılardan biri sonunda, Amerikan bombaları yeryüzü uygarlığının eşik taşlarını yerle bir etti.”

—Sait Maden, Çevirmen

Merhaba,

İnsanoğlunu yedi bin yıl öncesinden bugüne taşıyan bütün bilgilerin ilk tohumları Sümerler eliyle atıldı. Bugün adına “uygarlık” dediğimiz bilgi birikimini oluşturan her şeyin ilk biçimleri Sümer ülkesinde yaratıldı, orada geliştirildi ve bütün çevre ülkelere oradan yayıldı. Akdeniz yöresinde oluşan tek tanrılı üç büyük dinin temelinde Sümer tanrılarından, Sümer inançlarından çok derin izleri var (BPSL). Konuyu dikkatle kurcalayan herkes şu gerçeği kolayca görebilir: Üç kutsal kitabın içerdiği bilgilerin hiçbiri “gökten inme” değildir. Bir örnek: Kur’an’da bir sayfalık, Tevrat’ta ve İncil’de iki üç sayfalık yer tutan Tufan söylencesi Sümerlerden kalma, hem de çok ayrıntılı bir öykü olarak: tam 327 dize. Sümerlerin bulduğu ilk yazı, belli bir evrim geçirdikten sonra, Fenikeliler eliyle Yunanlara, onların eliyle de bütün Batı dünyasına aktarıldı. Sümerler, birer tanrı saydıkları gökcisimlerinin uzaklıklarını, devinimlerini hesaplamakta büyük bir başarı gösterdiler. Toprak bölüşümü, ürün paylaşımı gibi konular ölçüm bilgilerini şaşırtıcı bir düzeye ulaştırdı. Örneğin, İyonyalı matematikçi Thales’in (MÖ VII-VI. yy) ünlü teoremlerini ondan bin beş yüz yıl önce çözmeyi biliyorlardı (AP-HS, 111). Daireyi 360 dereceye, günü 24 saate böldüler…Bütün bu ve benzeri bilgiler Doğu Akdeniz ve Anadolu üzerinde Batı’ya yayıldı ve Yunan düşüncesinin, dolayısıyla Batı düşüncesinin oluşmasına kaynaklık etti.

Sümerler

Sümerler MÖ beş binlere doğru Aşağı Mezopotamya’da görülmüş bir halk. Yakın zamana dek onların doğudan, Hindistan’ın İndus yöresinden deniz yoluyla geldikleri sanılıyordu (GC-II, 43). Ama bugün kuzeyden, Kafkasya’dan indikleri ileri sürülüyor. Bu savın gerekçesi şu: MÖ 7500’ler de görülen büyük küresel ısınma sonucu eriyen buzullar nedeniyle okyanusların yükselmesi, Atlas Okyanusu üzerinden Akdeniz’e gelen olağanüstü büyük taşkınların o dönemde Anadolu’nun kuzeyindeki küçük bir gölü binlerce kat genişletip bugünkü Karadeniz’e dönüştürürken çok büyük bir alandaki yerleşik yaşamı yok etmesi, kurtulabilen halkların uzak ülkelere kaçışı (WR, WP-NT). “Büyük Tufan”ın kaynağı bu.

Sümerce tek heceli sözcüklerden oluşmuş bitişken bir dil. Fin-Uygug Ural-Altay, Hint-Avrupa gibi hiçbir dil topluluğuna bağlı değil. Türkçeyle yakınlığını ileri sürenler var (ONT-STDTİ). Kimi dilbilimciler, örneğin Sümerce “dingir” (tanrı) sözcüğünün Orta-Asya Türkçesindeki “tengri” (tanrı) sözcüğüyle kökendeş olduğunu söylüyor (METHR, 66).

Sümerler Dicle ve Fırat kıyılarında Uruk, Kiş, Eridu, Şuruppak, Lagaş, Nippur gibi kentleri kurdular. Bu iki ırmağın düzenli taşkınlarından korunmak için yüksekçe yerlere kurulmuştu bu kentler Basra Körfezi o çağda bugünkünden 150 km daha içeri uzanıyordu. Dicle’yle Fırat ise güneye doğru birleşip tek koldan inmezdi, ayrı ayrı yerlerden dökülürlerdi denize. Geçtikleri bitek toprakları ekip biçmek için Sümerler buralarda yaygın bir sulama düzeni kurdular. Çinicilik sanatını bulup geliştirdiler. Altın, bakır, gümüş ve tunç gibi madenleri işlemekte ustalaştılar. (ME-CAB) Doğu Akdeniz, Anadolu, Kafkas ülkeleriyle bu madenlerin alışverişini yaptılar. Topraklarından taş, mermer çıkmadığı için yapılarında yalnız kerpiç ve tuğla kullandılar. 

Kentlerinin orta yerinde gök tanrısı An adına kurulmuş tapınaklar yer alıyordu. Büyük ustalıkla yapılmış kabartmalarla, çini panolarla donanmış çok yapılardı bunlar. Kimi tapınakların hemen ardında zihuratlar bulunurdu. Doğal yükseltileri olmayan dümdüz bir ülkede, geldikleri dağlık yerlerin anısını yaşatmak, dolayısıyla Göktanrı’ya daha yakın olabilmek, onunla daha dolaysız ilişkiye geçebilmek için kurulmuş büyük yapılardı bunlar. Sümerler bu yapılarda gereksinim duydukları keresteleri Lübnan, Amanos ve Zagros Dağları’ndan getirdiler. Çevre ülkelerle alışveriş yapmak için güvenli kervan yolları açtılar.

Asurlular

Sümer ülkesinin yukarısında, Mezopotamya’nın orta bölgesinde Asur ülkesi yer alıyordu. Önceleri Subaru denen bu topraklara daha sonra Asur dendi. Halk Şâmi soyundandı. Dilleri Şâmi dil öbeğinin Akadca koluydu. Bu dil Kuzey Afrika ağızlarını (eski Mısır dilini, Berberi dilini, Habeş dilini), Fenike dilini, Arap Yarımadası ağızlarını —güneyde Sebaca ve Arapça, kuzeyde Kenanca ve Aramca ağızlarını— içeren Şâmi dil öbeğinin Akadca koluydu. Bu kol MÖ 2000’lerde iki ağıza bölündü: Güneyde konuşulana Bâbilce, kuzeyde konuşulana Asurca denildi.

Çivi Yazısı

Tarihte yazıyı ilk bulanlar Sümerler oldu. Güney Mezopotamya’daki Uruk kenti kazılarında çıkan ve MÖ 3500’lere tarihlenen buluntulardan anlaşıldığına göre, resim yazısıydı bu yazı, tek heceli sözcüklerden oluşan Sümerceyi taşımaya çok elverişliydi. Doğal ve yapay nesnelerin biçimlerinden oluşmuş resim yazısı, bu biçimlerin bin yıl boyunca gitgide yalınlaşmasıyla, MÖ 2500’lere doğru soyut imlere, bugün “çiviyazısı” dediğimiz yapıya dönüştü.

Sümerler yazı yazmak için gereken araçları doğal kaynaklardan sağladılar. Dicle ve Fırat’ın düzenli taşkınları yüzünden kıyılarda biriken balçığı ekmek dilimleri gibi biçimleyip, adına “dupşar” dedikleri bu yumuşak nesnelerin üstüne sivri uçlu, ince kamışlar kullanarak, hafif dokunuşlarla yazdılar yazılarını. Kamışın kil yüzeye her değişinde çivi başına benzer bir biçim oluşuyordu:T

Bu yazının dilini çözen uzmanlar Latince çivi (cuneus) sözcüğünden yararlanıp “cunâiforme” (çivi biçimi) yazı dediler adına; dört köşe ya da yuvarlak ekmek dilimlerine benzeyen nesnelere de tablet (levha) dediler. Tabletin üzerini yazıyla dolduran yazıcı, işi bitince bunu güneşte kurutur ya da fırında pişirirdi. 

Kurutulmuş tabletlerin ömrü kısaydı. Bunlar olumsuz hava koşulları nedeniyle kolayca dağılıp ufalanırken, pişmiş olanlar zamana direnebildiler, Yörede yerleşim yerleri kurmaya yarayacak tek gereç çamur olduğundan, kerpiçle, tuğlayla yapılmış Sümer ve Asur yapılarından kalma yıkıntıların oluşturduğu geniş tümseklerdeki döküntüler arasında sayısız tablet bulundu, son 100-150 yıl içinde.

Irak’ın birçok yöresinde uzun zamandan beri yapılan kazılardan öğrendiğimize göre, tapınaklara bağlı yazı okulları vardı; öğrencileri toplumun üst düzey kişilerinin çocuklarından oluşuyordu. Bunlara verilen derslerse matematik bilgilerinin, halk şarkılarıyla halk şiirlerinin, özellikle de Gılgamış Destanı’nı oluşturacak parçaların yazıya geçirilmesiydi.

Her tapınakta, her sarayda özel bir kitaplık bulunurdu. Öğrenci tabletleri bunların raflarına yanlamasına, üst üste konulur, hepsinin bir köşesine hangi yapıtın hangi bölümünden olduğunu gösteren bir sayı yazılırdı. Tabletlerin birtakım çarpmalardan etkilenmemeleri için bir yerlerine özel bir uyarı imi çizilirdi.

Yazıların Bulunuşu

XIX. yüzyıl başlarında Fransızların Mısır’da yaptıkları kazılar ve silinmiş bir uygarlıktan elde ettikleri şaşırtıcı sonuçlar Batı bilim adamlarının dikkatini Doğu’ya çevirmişti. Irak’tan, İran’dan geçen gezginlerin, yolcuların, geçtikleri yerlerde rastladıkları yazıtlardan getirdikleri örnek çizimler, şaşırtıcı, anlaşılmaz imleriyle çok ilgi çekiyordu.

1839’da, Austin Henry Layard adlı bir İngiliz, kara yoluyla, Hindistan’ın Seylan Adası’na doğru giderken, Irak’ın kuzeyinde, Musul yakınlarında çok eski çağlardan kaldığı anlaşılan birtakım höyükler gördü. Eski Nemrud ve Ninova kentlerinin kalıntılarıydı bunlar. Layard uzun yıllar sürecek kazılarına başladı. 1842’de, Fransızların Musul Konsolosu Paul Emile Botta, kentin karşı tepelerinde bulunan iki höyükte kazılar yaptı. İlkçağ öncesinin büyük devletlerinden Asur’un başkenti Ninova’ydı burası. Höyüklerden birine Tel Nebi Yunus (Peygamber Yunus Tepesi), ötekine de Koyuncuk diyordu yerliler. Botta, Asurluların MÖ 722-705 yılları arasındaki kralı II. ‘Sargon’un saray kalıntılarına ulaşmıştı. Ama eline hiçbir şey geçmedi. Binlerce yıldan beri yörede kullanılan tek yapı gereci toprak oluğundan, geçmişten kalan her şey tuğla kırıntılarına, toz yığınlarına dönüşmüştü zamanla.

Botta Ninova Höyüğü’nü bırakıp hemen onun yakınındaki Horsâbad Höyüğü’nü kazmaya başladı. Sonuç olağanüstüydü: İnanılmaz güzellikte yontular ele geçirdi. Bulduğu parçalar Avrupa’nın ilk Asur Müzesi’nin, 1847’de, Louvre’da açılmasını sağladı.

Bu arada araştırmalarını sürdüren Layard, 1852’de, İÖ 668-626 yılları arasında yaşamış Asur Kralı Asurbanipal’ın Şiir Tanrısı Nabu adına kurdurduğu bir tapınağın kalıntıları arasında çok sayıda tablet buldu. Gene o dönemde, İngiliz Kazıbilim Kurulu adına çalışan Rassam adlı bir Iraklı, o höyüğe yakın bir yerde, Asurbanipal’ın sarayının kalıntıları arasında, bugün British Museum’da sergilenen olağanüstü yontular ele geçirdi.

Odaların birçoğunda, kralın buyruğu üzerine birtakım eski tabletlerden kopya edilmiş yığınlarla tablet bulundu. Bunlar ve Layard’ın buldukları (75.000 tablet ve tablet parçası) British Museum’da Asurbanipal Kitaplığı’nı oluşturdu.

Buluntular zamanla daha da çoğaldı. Mezopotamya’nın Nippur gibi, Asur gibi ören yerlerinde ve Suriye’nin kıyı kentlerinden Ras Şamra’da (Eski Ugarithe), Filistin’in Megiddo kentinde, Anadolu’nun Çorum iline bağlı eski Hitit başkenti Hatuşaşka (bugünkü Boğazköy’de) yeni tabletler gün ışığına çıktı (GC-I, 17).

Yanların Çözülüşü

İran’dan, Irak’tan geçen gezginlerin, yolcuların Batı’ya geldikleri ilk örneğe “Michaux taş” deniyor. Fransız bitki bilimcisi A. Michaux’nun 1786’da, Bağdat’ın güneyinde, Semiramis Bahçeleri adlı tapınakta bulduğu bir karış eninde, iki kanş boyunda, üstü anlaşılmaz imlerle dolu bir taştı bu.

İkinci ömekse Danimarka kökenli bir Alman gezgininin, Carlsten Niebuhr’un Güneybatı İran’ın Kirmanşah yöresindeki Behistun yazıtlarından getirdiği tıpkı çizimlerdi.

Götüngenli bir Latin dili profesörü, Georg Friedrich Grotefend, 1802’de, Niebuhr’un tıpkı çizimleri üzerinde uzun çalışmalar, araştırmalar sonucu bu yazıtlardan bir bölümünü çözmeyi başardı. İran’da MÖ 550-330 yılları arasında hüküm sürmüş Ahamenidler döneminden kalma, Zend-Avesta diliyle yazılmış bir yazıt olmalıydı bu; içinde geçen benzeşik im öbekleri de “Dârâ” gibi, “Serhas” gibi okunmalıydı: “Dârâ, yüce kral, Histasp’ın oğlu; Serhas, yüce kral, krallar kralı, Dârâ’nın oğlu…” Kırk iki harften oluşan bir yazıydı bu, soldan sağa doğru okunuyordu ve her
simge bir sesin karşılığıydı.

Yerden 100 metre yükseklikteki dev bir kaya yüzeyine işlenmiş, üç bölümlü bir anıt-yazıttı Behistun. Grotefend’in tek bir bölümünü çözebildiği bu yazıların ikinci bölümünü, o yüksekliklere tırmanmayı göze alabilen Henry Creswicke Rawlinson’un çıkardığı ilk örneklerden yararlanan E. Norris çözdü: Elamcaydı bu, bir hece yazısıydı. Üçüncü bölümse 1857’de, Rawlinson, Hincks, Talbot ve Oppert’in çabalarıyla aydınlandı: Akadca. MÖ 521-486 yılları arasında saltanat süren büyük Pers kralı Dârâ, utkularını geleceğe aktarmak için oydurmuştu bu üç dilli dev anıtı (JB-II, 75).

Akadcanın bulunuşu Mezopotamya kazıbilimine olağanüstü geniş bir ufuk açtı. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, bu yeni dilin arkasında o güne dek tarihin külü altında saklanmış çok şaşırtıcı bilgiler sökün etti. 1872’de, British Museum uzmanlarından George Smith, Mezopotamya’nın Nippur kentinde bulunmuş birtakım tabletleri incelerken, bunlardan birinin “Tufan söylencesi” olduğunu anladı (NE 260). Böylece, insan soyunu Tufan’dan kurtarmış kişinin, Kur’an ve Tevrat’ta Tanrı’nın yazdırdığı gibi Nuh değil, Ut. Napiştim adında bir kişi olduğu ortaya çıktı.

Ninova Kitaplığı

Asur krallığının başkenti Ninova Musul’un yakınında, Zap Suyu’nun Dicle’yle birleştiği yerdeydi. MÖ 3000’lerde kurulan kent, MÖ 612’de, Asur egemenliğine son veren Medler eliyle yıkılmıştı. MS 1842’de başlayan kazılarda ele geçen çok sayıda kalıntı ve İlk Çağ’ın Asurbanipal eliyle kurulmuş en zengin kitaplığını oluşturan sayısız tablet Londra’ya, British Museum’a taşındı. İşte, Gılgamış Destanı’nın bu tabletler arasında bulunan ve adına “Ninova anlatımı” denilen en az eksikli biçimi, neredeyse bütün dünya dillerine yapılan çevirilere ve bizim çevirimize kaynaklık etti.

Gılgamış

Gılgamış yarı efsanevi bir kişi. Annesi Ninsun adındaki bir tanrıça, babası ise bir şeytan (Lilla). Bu yüzden “üçte ikisi tanrı etinden, üçte biri insan etinden” yaratılmış. Bağdat’la Basra arasındaki bir Sümer yerleşkesi olan Uruk kentinin kralı. Kent gök tanrısı An ve eşi İnanna adına dikilmiş Eanna Tapınağı’yla ünlüydü. Sümer krallarının adlarını içeren ve o çağdan kalma bir dizelgede şöyle bir bilgi var: “Tanrısal Lugalbanda, bir çoban, 1200 yıl saltanat sürdü. Tanrısal Dumuzi, bir balıkçı, Eriduda doğdu, 100 yıl saltanat sürdü. Sonra Gılgamış, 126 yıl saltanat sürdü. Ur-Nungal, Gılgamış’ın oğlu, 30 yıl saltanat sürdü (GC-I, 206).

Destanın İlk Biçimleri

  1. Gılgamış ve Akka: Kiş kentinin kralı Akka, Uruk yakınlarında su kuyuları açmak ister. Gılgamış onun bu isteğine onay vermeyince Uruk’u kuşatır, çıkan çarpışmada yenilip kaçar.
  2. Gılgamış ve Humbaba: Gılgamış’ın çıktığı uzun bir yolculuğu anlatan bir söylence bu. Gılgamış yabanıl arkadaşı Enkidu’yla ve elli gönüllüyle birlikte, sedir ağacı kerestesi getirmek amacıyla, Irak’ın kuzeyindeki Zagos Dağları’na gider. Sedir Ormanları’nı “yedi parıltıyla donanmış” korkunç bir canavar korumaktadır: Yarı insan, yarı tanrı bir dev: Humbaba. Gılgamış’ın adamları dağda yedi ağaç devirirler. Gılgamış’la Enkidu, bir yolunu bulup, Humbaba’yı oyuna getirirler; Enkidu da kafasını keser canavarın, ve tanrılar başı Enlil’e sunmak üzere, yanı sıra götürür. Ama Enlil’in hoşuna gitmez bu durum. Humbaba’dan kalan ürkünç “yedi parıltı”yı yedi varlığa dağıtır: ırmak, aslan, dağ… (Tabletin bundan ötesi kırık; öteki varlıkların adları öğrenemiyoruz.)
  3. Gılgamış ve Gök Boğası: Günümüze çok az bir bölümü ulaşmış bir destan. Tanrıça İnanna bilmediğimiz bir nedenle Gılgamış’a kızmıştır. Kendi adına kurulmuş tapınağa, Eanna Tapınağı’na girmesini yasaklar. Babasından Gök Boğası’nı gönderip Gılgamış’ı öldürtmesini ister. Bunun üzerine Gök Boğası Uruk’ta boy gösterip önüne gelen her şeyi kırıp döker. Gılgamış’la Enkidu hayvanı öldürüp etini yoksullara dağıtırlar.
  4. Gılgamış, Enkidu ve Cehennem: Üç yüz dizelik bir destan. Dünyanın oluşumuna değinen uzunca bir girişle başlar. Fırat kıyısında küçük bir söğüt ağacı vardın Am Güney Rüzgârı kökünden söküp atar onu, Tanrıça İnanna’da kendi bahçesine diker. İlerde kerestesinden bir taht bir de yatak yaptırmayı düşünmüştür. Ama ağacın köküne korkunç bir yılan yerleşir, tepesine bir kartal, ortasına da bir şeytan. İnanna kardeşi Utu’ya (Güneş’e) başvurur bunları yok etmesi İçin. Ama Utu pek oralı olmaz. Gılgamış koşar yardıma. Ağacı keser yılanı öldürür kartalı dağa, şeytanı çöle sürer.
  5. Gılgamış’ın ölümü: Günümüze epeyce eksik ulaşmış bir destan parçası. Gılgamış ağır hastadır, ölümün eşiğindedir. (Belki de düşünde) Tanrılar Kurulu’nun karşısına çıkmıştır. Ne yapıp ettiği, ne işler işlediği sorulur kendisinden: Sedir Ormanları serüveni, Humbaba’yı ortadan kaldırışı, insan soyunu Tufan’dan kurtaran Ut-Napiştim’i arama serüveni… (PG-GL, 83).

Destanın Oluşumu

Sümerlerin Gılgamış adı çevresinde yarattıkları dağınık söylenceler MÖ 2000’lerde artık yörenin egemen dili olan Akadcaya aktarıldı. Bu çeviri 1600’lerde yeniden düzenlendi. 1200’lere doğru Uruklu bilge bir ozan eliyle yeni baştan yazılıp tutarlı, dengeli bir bütünlüğe kavuşturuldu. Ozanın adı Sin-lekke-unninni. Sin Asurluların Ay Tanrısı. Ozanın adı “Ey Sin, yakarılarımı kabul et!” anlamına geliyor (JB-I, 51). Günümüz yazıncıları için çok ilginç bir bilgi: Sin-lekkeunninni Gılgamış Destanı’nı aruzla yazdı. Kullandığı ölçü bizim Divan Şiiri’nde “bahr-i recez” diye tanımlanan ölçüydü: Müstef’ilün müstef’ilün (MR-GD, 7). Açılımı şöyle:

Bir tabletin önü, arkası

Bir örnek düşünelim: “Nerden gelirsin Gılgamış?” Ya da: “Ben bilmesem neymiş aruz.”

Destan, kil tabletlerin ön ve arka yüzüne üçer sütun olmak üzere, altı sütunda yazılıyordu. Her sütun elli dize, her tablet üç yüz dize içermekteydi. Destan’ın yazıldığı on iki tabletin her birinden onar on ikişer kopya yapılır ve bunlar, bilgiyi güvence altına almak için, çevre illerin, komşu ülkelerin kitaplıklarına gönderilirdi.

Destandaki Tanrılar ve Tanrıçalar

Adad: Fırtına, yağmur, hava olayları tanrısı. Anut (Sümerce An, Akadca Anıt). Tanrıların babası. Gökkubbenin, büyük “yukarılar”ın tanrısı. Göktaşları, burçlar onun silahları olarak bilinirdi. Sümerlerin evren tasarımında, önceleri An (gök) ve Ki’den (yer) oluşmuş evrensel dağın doğduğu denizdi. Enlil bu iki varlığı birbirinden ayırınca, “yukarılar” Anu’nun, “aşağılar” kendisinin oldu. Uruk kentinde Anu adına yapılmış büyük bir tapınak vardı: E-Anna (Gök Tapınağı). Anunnakiler: Anu soyundan gelen büyük tanrılar, yeraltı dünyasını denetleyen ölüm yargıçları. Aruru: Enkidu’yu Anu’ya benzer biçimde, kilden yoğuran Tanrıça. Ayya: Güneş-Tanrı Şamaş’ın karısı; tan yeri, tan sökümü Belet-şeri: Yeraltı dünyası tanrılarının yazmanı ve tutanakçısı. Ea (Sümerlerde Enki): İnsanın koruyucusu, bilgelik, zekâ ve sanat tanrısı. Anu’nun oğlu. Eridu kentinde adına kurulmuş bir tapınak vardı. Enlil: Toprak, hava, rüzgâr ve zekâ tanrısı. Üzerinde yeryüzünün yüzdüğü uçurumun, Apsu’nun tanrısı. An ile Ki’nin (gökle yerin) birleşmesinden doğdu. Zamanla baştanrılığı babasına bırakıp yeri kendisine ayırdı. Nippur kentinin koruyucusu. Orada, adına kurulmuş tapınağın adı E.Kur idi: Dağ Tapınağı. Ennigu: Sulama düzenini ve su yollarını denetleyen tanrı. Ereşkigal: Yeraltı dünyasının, Cehennem’in tanrıçası, “Ölüler Ülkesi”nin kraliçesi. Yerle göğün ayrılmasından sonra, “yukarılar”dan “aşağılar”a indirildi. Yeraltı dünyasını başlangıçta tek başına, daha sonra kocası Nergal’la birlikte yönetti. Haniş: Şamaş’la (Güneş’le) eş tözden bir tanrı; fırtına ve kötü hava habercisi. İği: Gök tanrılarının genel adı. İnanna: (bkz.) İştar. İrkalla: Yeraltı dünyası kraliçesi Ereşkigal’ın bir başka adı. İştar (Sümerlerde İnanna): Göğün, “yukarılar”ın kraliçesi. Aşk, doğurganlık ve savaş tanrıçası. Anu’nun kızı. Venüs gezegeninin tanrıçası. Uruk kentinin koruyucu tanrıçası. İştar adı Şâmi kökenli dillerin dışında Hint-Avrupa kökenli bütün dillere geçti: Astrum, astron, astre, âtoile, Stella, estrella, star, stem, ester, sitâre… İşullanu: Anu’nun bahçıvanı. İştar’ın sevgisine karşılık vermez, tanrıça da onu kurbağaya dönüştürür. Mâh (Sümerce “yüce” anlamında): İnsanın yaratılışını Tanrı Ea ile birlikte gerçekleştiren tanrıça. Kimi yerde tanrıça Aruru ile özdeşleştirilin Nergal: Sümerce Ne.Eri.Gal: Büyük Kent’in (Cehennemin) yüce tanrısı. Veba, ölüm ve yıkım tanrısı. Bir başka adı Era. Cehennem kraliçesi Ereşkigal’ın kocası. Nıngirsu: Ekip biçme ve verimlilik tanrısı. Annesi bir keçiydi. Özellikle 3000’li yıllardan başlayarak, ülkeyi kuzey ve kuzey-doğu dağlarından gelen yabanıl topluluklara karşı koruyan tanrı olarak bilindi ve büyük saygı gördü. Ninlil: Gök, yer ve hava tanrıçası. Enlil’in karısı, Ay tanrısı Sin’in annesi. Ninsun: Kendisine “Kutsal İnek” diye saygı gösterilen Ninsun, inek ve sığır türünden hayvanların tanrıçasıydı. Ninurta (Ningirsu’nun geç çağlardaki biçimi): Ekip biçme, sulama ve verimlilik tanrısı. Ayrıca Güney Rüzgârı’nın özel ulağı. Onun için yazılmış bir şiig yeryüzünün pis sularını yeraltına boşaltıp birçok canavarı yok ettiğini söylüyor. Şilili: Aygırın annesi, göksel kısrak. Sin (Sümercesi Nanna): Ay. Şamaş’ın ve İştar’ın babaSl. Harran’da adına kurulmuş bir tapınak vardı. Bütün Ortadoğu’ya ay tapıncı oradan yayıldı. Şakkan: Yabanıl hayvanlar ve yabanıl sürüler tanrısı. Şamaş (Sümercesi Utu): Güneş Sümerler için yasa koyucu, tüzeci ve bitkisel verimlilikte etkili tanrı. Şâmi soyundan halklar için bilgelik ve savaş tanrısı. Ay tanrısı Sin’in oğlu. Şullat: Haniş gibi, Şamaş’la (Güneş’le) eş tözden bir tann; fırtına ve kötü hava habercisi. Tammuz (Sümerce adı Dumuzi): Bitki ve verimlilik tannsı, “ağıllar efendisi, büyük çoban”. Göğün kapısında durur. Bir Sümer şiirine göre İnanna’nın kocasıdır.

Gılgamış iki düş görür, annesi Bilge Ninsun şöyle açıklar: “Bir arkadaş edineceksin, kurtarıcı bir yoldaş…” 1. Tablet

İnsanoğlunun en eski sözel yaratısıdır bu destan… Konusu şu: Gılgamış, yabanıl arkadaşı Enkidu‘yla birlikte, Tanrı Enlil‘in Amanos yöresindeki Sedir Ormanları’na gözcü olarak koyduğu Humbaba adlı korkunç bir devi öldürür. Bunun üzerine, aşk tanrıçası İştar, Gılgamış’a âşık olur. Ama Gılgamış ona yüz vermez. Buna çok içerleyen tanrıça gökten korkunç bir boğa indirip Gılgamış‘ın üzerine salar. Ama Enkidu hayvanı öldürür. Ne var ki bu sonuca çok öfkelenen İştar‘ın verdiği ölümcül bir sayrılıkla kendisi de ölür. Gılgamış için bir yıkım olur bu ölüm. “Ben de Enkidu gibi ölecek miyim?” diye ağlat dövünür. “Ölümsüz yaşam”ın gizini aramak üzere yollara düşer. Tanrı Ea eliyle yeryüzünde tek bir kişiye verilmiştir ölümsüzlük: Büyük Tufan’da “yaşamın tohumu“nu kurtaran Ut-Napiştim’e. Gılgamış uzun, güç bir yolculuk sonunda onun oturduğu “mutluluklar ülkesi”ne, Dilmun‘a ulaşır. Öğrenir ondan ölümsüzlüğün gizini. Denizin dibindeki bir bitkidedir bu giz. Suyun derinlerine dalıp çıkarır onu, ama dönüşte yılana kaptırır.

Gılgamış Destanı, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Yaşam sevgisi, yiğitlik, aşk gibi konuların işlendiği bu destan, diğer destanlar gibi insanoğlunun ölümsüzlük arayışının kanıtlarından biridir. Sait Maden’in Batı kaynaklarından çevirdiği Gılgamış Destanı’nın, Yunan destanı İlyada’dan, Hint destanı Mahabharata’dan beş bin yıl öncesinde yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Gılgamış Destanı, insanoğlunun ilk yazınsal ürünü, ilk başyapıtıdır.

Sait Maden Hayatı ve Kariyeri

Sait Maden (1931-2013): Şair, çevirmen, fotoğrafçı, ressam ve grafik tasarımcısı. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi mezunudur. Kitap ve dergi kapağı, tiyatro dekoru, sinema afişi tasarımlarının yanında, logo, ambalaj ve etiket tasarımlarıyla da bilinir. Bir süre gazetecilik yaptıktan sonra kendi atölyesini kurdu. Grafik Sanatçıları Derneği’nin kurucularındandır. 1950 yılında Varlık dergisinin düzenlediği çeviri yarışmasından Baudelaire’den yaptığı “Moesta et Errabunda” çevirisiyle birinci oldu. Lorca, Neruda, Aragon, Paz, Mayakovski, Eluard, Saint-John Perse’nin şiirlerini Türkçeye kazandırdı. 1996’da Çekirdek Yayınları’nı kurdu. Maden’in tüm çalışmalarında, birbirini tamamlayan iki ayrı ilham kaynağının, edebiyat ve grafik sanatının izleri sürülebilir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin