“İnsan ne ise ve ne olacaksa sevgi sayesinde olur ve sevgiyle olacaktır: Olmaya yazgılı olduğu şeyin yükünü yüklenmekten yüksünmeyerek (amor fati). Ve onun ikiz kardeşi olan samimiyetle. Ve hepsine kol kanat geren hakikatle…”

—Arthur Schopenhauer

Merhaba

İnsan olmak ve insan olarak kalmak giderek zorlaşıyor… Böyle bir cümle meramını ifade etmek için hangi yola başvurursa başvursun uyandırması gereken tedai uyandırabildiğinin yanında yetim kalacaktır. O kalan bugün kimsenin umurunda değil. Herkes işini görebildiği kadarına razı olmakta.

Cümlenin anlamı basit gibi görünmekte. Fakat onun derdi anlatmaya çalıştığından çok, onu söyleyiş şekli nedeniyle üzerine ilişmiş olan şeyde gizli. Ve ona ancak nasıl ve hangi hal içinde söylendiğine işaret edilerek yaklaşılabilmekte. Yoksa diğer tarafı açık:

İnsan olmanın insan müdahalesinden masun kalması gereken organik-maddi unsurları süratle çöküyor, insan olarak kalmanın ruhi-manevi destekçileri akli-fikri yeterlilik bakımından süratle insanın erişim alanının dışına çıkıyor.

Bir başka cihetten bakıldığında şu da söylenebilir: Zamanın temposu hızlanıyor, mekânda iki nokta arasındaki mesafeler daralıyor, dolayısıyla hayatın nabzı dünyanın tahammül sınırının ötesine geçiyor. Çünkü dünyanın dünya olarak kalmasının en başta gelen şartı, zamanın ağı içinde tutsak olarak kalmasının yanı sıra onun sakinlerine ve en başta insana zamanın göz açtırmaması, gözlerinin üzerine kurşundan bir mahmurluk olarak çökmesidir. İnsan nazarında dünya dünyalığını zamanın göz açtırmamasında bulur, bir Arap darbımeselinde söylendiği gibi, insanın yapıp ettikleri değildir sadece zamanın tutsağı, bir yanıyla insan da dahil olmak üzere dünyadaki her şey bu tutsaklığa dahildir.

Fakat yine de insan bu tutsaklığı aşmaya yazgılıdır. Ama şimdi olduğu gibi zamanı zaman olmaktan çıkararak değil.

Yapıp ettiklerinin meyvesi insanın önünde eskiden olduğundan çok daha çabuk beliriyor. Heveslerinin hudeliğini, arzularının meyvesinin inkisardan başka bir şeye gebe olmadığını görmek, dolayısıyla öyle uzun boylu ılgımlara, seraplara uğramadan bugün eskiden olduğundan çok daha kolay. Bu şartlar içinde insanın eriştiğinde diğerleri gibi susuzluğunu daha da artıracak olan beyhudeliklerin peşinde değil, susuzluğunu gerçekten giderecek şeylerin peşinde koşması gerekmez mi? Öyle olmuyor. Yaşanılan inkisarların tecrübeye dönüşebilmesi için bir başka toplayıcıya ihtiyacı vardır insanın çünkü: Hafıza.

İnsan ki çok zor toplanır, fakat kolayca dağılıverir. Bu eskiden insanın yüksekleri için söylenirdi. Ve orada hayat bir bakıma bu toplanma ve dağılma dediğimiz şeyin oyunundan ibaretti. Dağılanı toplayabildiği sürece mutluluğu da orada bulurdu. Fakat insan bugün daha o yükseklere kendisini toplayamadan dağılma çok daha aşağılarda başlamaktadır. Bunu yeni neslin, sözgelimi, dikkatlerini toplayamamalarında, toplayabildiklerinde de sürdürüp yoğunlaşma düzeyine ulaşamamalarında bütün çıplaklığıyla görüyoruz.

Maalesef bu eğitim sistemi ile insan yetiştirme şansını kaybettik. Yetiştirmek fiili (cultivare) kültürle (cultura), insanın yetişmesi ile ilişkilendirilmezden evvel sahip olduğu anlamıyla bile bugün ifade ettiğinden çok daha muazzam bir fiili barındırıyordu içinde. Yetiştirici yetiştireceği şey için toprağın uygun olup olmadığını anlayıp, uygunsa tohumu toprağa bırakmakla işini yapmış olmazdı. Toprağın başına gelmezden önce o, ayı, yıldızları, göğü gözler, uygun toprağın yanı sıra uygun anı da beklerdi. Tohumun çatlayıp açılması için tohuma uygun sıcaklığın ne büyük bir öneme sahip olduğunu bilirdi çünkü. Ama sadece uygun sıcaklığı kestirmek için bakmazdı göğe, muvaffak olmak için sair her şeyin muvafakat vermesini, bunun da tevafukla mümkün olduğunu bilirdi.

“Ve sonra toprağı yaran sürgün için özünden verdiği özen. Toprağın onu büyütüp beslemesi için toprağa gösterdiği rikkat. Toprağı belleyip sulamak için katlandığı zahmet. Ve sonunda dalından ilk meyveyi kopardığında tattığı saadet. Söze gelir şeyler değil bunlar. Gelmediğinden ötürüdür ki cultura ile cultus arasındaki mesafe bu kadar yakındır.” —Arthur Schopenhauer

Bu eğitim sistemiyle birlikte yetiştiricilik ruhunun kaybolmasının da büyük payı var insan yetiştirme şansını kaybetmemizde.

Her tarafta hüküm süren muazzam bir zemheri soğuğu. Ortalık mahşer yeri gibi. Kimsenin gözünün kimseyi gördüğü yok. Herkes kendi “ben”inin derdinde. Sözü edilmeye değmez şeylerle onu benzerlerinden ayrı kılarak tebarüz ettirmenin telaşında. Ve tebarüze kendiliğindenlik süsü vermek için o telaşı örtüp gizlemenin tasasında. Bu yüzden insanların “ben” dedikleri ve beyhude şeylerle bariz hale getirerek var ettiklerine inandıkları şeyin varlığı kılın ucunda. En küçük bir esinti onu düşürüp yerinden edebilir. Ve ayrı durarak arasından göze görünmeye, varlıklarını ispatlamaya çalıştıkları, ne gariptir ki, asla uzaklaşmayı göze alamadıklarının, en küçük bir sarsıntıda gidip kendilerini sıcak kucağına bıraktıklarının ta kendisi.

Anlaşılan kendilerine bir varlık sahası açmada karşılaştıkları güçlükten ötürü, insanlar birbirlerine ve münasebet içerisinde oldukları her şeye karşı, belki kahırla değil, ama emsalsiz bir bıkkınlık, görülmemiş bir umursamazlık ile yaklaşıyor. Başta bağrında yaşadıkları toprağı ve canlı cansız onun üzerindeki her şeyi hor ve hoyratça kullanıyorlar. Zayi ediyorlar ve ziyan oluyorlar.

Elbette bunun çok değişik sebepleri var… Millet olarak bir dünyadan koptuk ve hangi dünyaya dahil olduk daha belli değil. Ama yurtsuzluğumuz her halimizden belli. Yaptığımız her işten, dışarıya akseden her duruşumuzdan. Tıpkı kendi endemosundan koparılan endemik bitki yahut hayvan türlerinin cılızlıklarında, sefilliklerinde belli olduğu gibi. Onlar endemiktir, çünkü ancak o toprak parçasında, 0 coğrafyada özgür ve gürbüz bir şekilde boy atabilirler. Onların özgür ve gürbüz bir şekilde boy atabilmeleri için gerekli olan şartlar ancak oradaki dünyada mevcuttur.

İnsan bu dünyada sair her canlıdan daha büyük bir özenle, daha büyük bir ihtimamla yetiştirilmesi gereken varlık: Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Hatta bugün çok sayıda ve farklı sebeplerden ötürü daha da fazla böyle. Eskiden bu topraklarda insan yetiştiren ocaklar vardı. Sadece burada değil, dünyanın her bucağında vardı bu ocaklar. Dünyanın bir devrinin kapanmasıyla birlikte o devre ait her şey gibi bunlar da tarihe karıştı. Batı dünyası bunların yerine iyi kötü kitlesel bir eğitim sistemi ikame etti. Bizde eski dünyanın müesseselerinin yeri hemen her sahada olduğu gibi bu noktada da doldurulamadı.

İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarının elverdiği ölçüde, her ne kadar geleneğimize bütünüyle yabancı olsa varlığının hakikatine ermek isteyen, bu uğurda çabalayan, ama bir yetiştiriciden bir eriştiriciden mahrum olan insanın elinde kalan son şanstı belki kitap.

Geleneğimize yabancıydı, çünkü söz yazıya döküldüğünde harflerin onu menziline eriştirmekten çok, oradan inhiraf ettirdiğine inanılıyordu. Fakat yazıyla ilişkileri başından beri bizden farklı olan Latinler şöyle demişlerdi:

Optimus magister bonus liber: “En iyi öğretmen iyi bir kitaptır.

Geleneğimizde derin ve köklü bir geçmişi olmayan her şeyle olduğu gibi kitapla da ilişkimiz eğreti bir şekilde kuruldu. Okullarda Batı dillerinden tercüme vecizelerle kitabın insanın en iyi, en sadık dostu olduğu öğretildi nice zamandır. Bu belki de insanın eğitimiyle ilgili olarak yukarıda sözünü ettiğimiz dünyanın bir devrinin kapandığını, yani yeni eğitim anlayışının sebebi vücudu olan şeyi ifada âciz kaldığını ilan etmenin bir başka biçimiydi. Ama dikkat edilirse yine de eski dünyaya telmihi içinde barındırmaktadır, çünkü başka bir şey değil de “dostluk” payesi verilmektedir kitaba.

Schopenhauer, şöyle yazar:

“Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz her tarafı her bir köşeyi doldurmuşlar tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otlan da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini—ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir-gasp etmektedirler: Bunlar ya safi para kazanmak ya da makam mevki elde etmek amacıyla yazılırlar. Dolayısıyla sadece yararsız değildirler; fakat müspet olarak zarar da verirler. Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözetmez ve bunu başarmak için yazarı yayıncı ve eleştirmen elbirliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.”

“Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda geri durabilmek (nerede duracağını bilmek) çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esaslı zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir. Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir okuyucu kitlesi bulurlar; okuma zamanınızı sınırlamaya dikkat edin ve okumak için ayırdığınız zamanı da münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin, onlar insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler, şöhretleri onları zaten bu hüviyetiyle tanıtır. Okunmaları halinde sadece bunlar gerçekten bir şeyler öğretir ve insanı eğitir…”

Arthur Schopenhauer

Çeviri Faaliyeti

“Bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserleri” dendiğine göre çeviri faaliyetine de büyük iş düştüğü açıktır. O halde çevirinin bir ülkenin kültür hayatına ve diline etkisi üzerinde de durduğumuz bundan.”

“Dolayısıyla bugünkü dünyanın şartlarının elverdiği ölçüde, varlığının hakikatine ermek isteyen, bu uğurda çabalayan insanın elinde kalan son şans olarak önce kitabın geleceği düşünülmeli, ancak bundan sonra ve eğer kendisine bir yer kalacaksa çeviri de tasavvur edilen o gelecek çerçevesinde ve yukarıdakinden daha geniş bir kapsam içerisinde değerlendirilmelidir.”

“Demek ki ancak kitap için tasavvur ettiğimiz gelecek içerisinde anlamlı bir yeri olabilecektir çevirinin. Fakat burada çevirinin bizi kendisinden söz etmeye zorlayan bir başka yanı daha var:

Arthur Schopenhauer

Ahmet Aydoğan’a teşekkür

“Başta çeviri ile uğraşanların, ama okuryazarların da fark edebilecekleri bir gerçek: Çeviri zahmetli bir uğraş. Üstelik ülkemizde zahmetli olduğu kadar karşılığı alınmayan takdir edilmeyen bir uğraş. Yerlerde sürünmesi belki biraz da bu yüzden. Her şeyin parçalandığı, uzmanlaşmanın alıp başını yürüdüğü bir dünyada bundan payını almayan neredeyse tek uğraş belki de çeviri. Evet her şeye rağmen çeviri bu şartlar altında olabileceği kadar multi-disipliner bir alan. İyi bir çeviri için çevirinin yapılacağı dili (kaynak dil), o dilin tarihsel gelişimini, geçirdiği belli başlı kırılma noktalarını iyi derecede bilmek yeterli değil. Çevirmen bunun yanında ve daha önce kendi ana diline bir yazar kadar olmasa bile, hiç değilse o dilde meramını rahatlıkla anlatabilecek birisi kadar hâkim olmalıdır. Bu bir bakıma onun en mütevazı perdeden de olsa kalem sahibi birisi olmasını gerekli kılar. Kaynak dile hâkimiyetin daha az olmamak üzere hedef yada erek dilde de sergilenmesinin yanı sıra, çevirisi yapılacak metnin yazarının o dili kullanım özelliklerine, varsa eğer, kendine ait sözcük ve kavram dağarcığına aşina olunmalıdır. Dahası yazarın söz ettiği alandan da haberdar olmak ve eğer bu felsefi metin ise yazarının düşünce dünyasını içerecek kadar olmasa bile, hiç olmazsa o metindeki düşüncelerini hazmedecek kadar bir vüsate sahip olmak gerekir.”

Ahmet Aydoğan

Bir önceki yazımda çevirmen için değindiğim konuya bu kitapta “Okumak İnsana Ne Kazandırır” sunuş bölümünde yukarıdaki açıklamayı getiren Ahmet Aydoğan’a teşekkür ederim. Dilimizdeki, başka dillerde kolay kolay bulunamayacak olan “özü sözü bir” deyişini ve onun sadece fiili bir söz birliğine değil, özün sözü de özü belirleyeceğine ışık tuttuğu unutulur.

Okuyan elbette “Okumak insana ne kazandırır?” sorusunu bu raddeye düşürmez. Onun okumanın insana kazandırdığından kuşkusu yoktur. O okuyarak hiç olmazsa neyin kuşku doğurucu, neyin kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık,  neyin delile muhtaç ve neyin ispattan vareste olduğunu öğrenmiştir, ki bu da az bir şey değildir. Ve o kuşkuyla dağılanın neyle ve nasıl toplanacağını da öğrenmiştir. Ama okumakla kazanılan şeyin kimsenin itibar etmekten geri duramayacağı kadar göz önünde olmaktan neden kalktığını anlamak için sorar; Bir şeye itibar ve iltifat ediliyor olmasının onun göz önünde kalmasına katkısı var mıdır? Acaba göz önünde olan şey kendi özündeki bir yıkımdan dolayı mı göz önünden kalkmaktadır? Yoksa göz önünde bulunduğu dünyanın bayağılığıyla onu görünür olmaktan alıkoyacak kadar boğmasından mı?

İnsan Mutluluğunun İki Temel Düşmanı: Istırap ve Can Sıkıntısı

Bu bölümde Schopenhauer okura her zaman olduğu gibi net bir dille seslenir:

“Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.”

“Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır—haddizatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.”

Arthur Schopenhauer

Beyin bir tür asalak bir uzuv, deyiş yerinde ise bedenle birlikte ikamet eden bir pansiyoner olarak kabul edilebilir: ve boş zaman yani insanın benliğini ya da ferdiyetini özgürce idrak etmek için sahip olduğu zamanı genellikle hayatın sadece çaba ve zahmetten ibaret kalan bölümünün meyvesi ya da ürünüdür. Fakat insanların çoğunun boş zamanı ne üretir? Can sıkıntısı ve budalalık; kuşkusuz bedensel zevklerin ya da budalalıkların peşinde koşulduğu zamanlar müstesna. Böyle bir küçücük boş zaman aralığının ne kadar kıymetli olduğu onun harcanma tarzında yahut keyfiyetinde görülebilir: ve Ariosto’nun dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınaklıdır!

Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarını düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan zamanını nasıl kullanacağıyla meşgul olur. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni akıllarını iradenin sevk edici gücünü harekete geçirmekten başka bir şey için kullanmamalarıdır: ve iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akıllar tatil eder, çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu—tek kelimeyle can sıkıntısıdır.

“Bir insanın bir başkası için ifade edebileceği şey öyle çok büyük değildir: neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur…” —Arthur Schopenhauer

Goethe ve Hakikat Analayışı

“Bir insan son tahlilde her şeyde kendisine başvurmalıdır.” — Goethe, Yaşamımdan Şiir ve Hakikat

Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı kendisidir. Bu ne kadar böyle ise- bir insan hazlarının kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa- o kadar daha fazla mutlu olacaktır. Dolayısıyla yeryüzündeki en mutlu talih, fevkalade seyrek tesadüf edilen zengin bir kişiliğe ve daha da özelde iyi bir akıl donanımına sahip olmaktır; bu en mutlu talihtir…

Goethe’nin de belirttiği gibi “Mutlu talihim beni başka yöne sürükledi” diyebilirim… Burada üzerinde ısrarla durulan hakikat, yani insanın mutluluğunun temel kaynağının deruni (insanın içinde) olduğu hakikati…

Ayrıcalıklı bir insan, biri şahsi diğeri zihinsel, İki hayat sürer

Ayrıcalıklı bir insan, biri şahsi diğeri zihinsel, iki hayat sürer; ve sonuncusu onun için zaman içerisinde hakiki hayat, diğeri ise sadece bir araçtan ibaret olan bir şey olarak görülmeye başlar. Oysa zihnin hayatına öncelik veren; anlayış ve bilginin sürekli gelişmesiyle, bu zihinsel hayat yavaş yavaş biçimlenen sanat eseri gibi, gittikçe daha da eksiksiz noksansız hale gelir.

Seneca’nın söylediği gibi:

“Okumaksızın geçen boş zaman bir tür ölüm, insanın canlı canlı gömülmesidir.”Seneca

Fazlalığın miktarına bağlı olarak bu ikinci hayatta, zihnin hayatında sayısız gelişmeler olacaktır… Bu mizaca sahip insanların farklılıkları dikkat çeker, onları öyle bir noktaya doğru zorlar ki, insanların arasında yabancı varlıklar gibi dolaştıkları ve genel olarak insanlığı düşünürken “biz” yerine “o/onlar” dedikleri en ön sırada değerlendirilir.

“Dolayısıyla ulaştığımız sonuç, en mutlu insan, tabiatın zihinsel zenginlikle donattığı insandır; ve öznel olanın bizi nesnel olandan daha fazla ilgilendirdiği doğrudur; çünkü ikincisi her ne olursa olsun ancak dolaylı olarak, ikinci sırada ve ancak birincisinin aracılığıyla müessir olabilir.”

“İç zenginliğe sahip insan dışarıdan kendi zihinsel melekelerini geliştirip olgunlaştırmak, yani servetinin tadını çıkarmak için menfii bir bağış; tasasız kaygısız bir boş zaman dışında hiçbir şey istemez; hülasa o her gün ve her saat bütün hayatı boyunca kendisi olmak için izin ister…”

Arthur Schopenhauer

Bu yüzden tarihin en büyük kafaları en büyük kıymeti (rahatsız edilmeyecekleri, her türlü tasadan kaygıdan uzak) serbest zamana vermişlerdir. Serbest zaman insanın kendisi kadar kıymetlidir. Geliştirip kullanması kendisinden beklenen bir yetenekle doğmuş insan en büyük mutluluğunu bunu kullanmada bulur.

Okumak, Yazmak Ve Yaşamak, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamaya insan kendisine düstur edinmeli; Çünkü hayat kısa ve hem zaman hem dinçlik insan için sınırlı.

Arthur Schopenhauer

(1788-1860), Prusya’nın bugün polonya sınırlarındaki Danzig kentinde doğdu. Zengin bir tüccar olan babasını erken yaşta kaybetti. Annesi ise dönemin edebiyat mahfillerinde sevilen, tanınmış bir yazardı. Goethe ile genç yaşta dostluk kurmasını, her ne kadar pek geçinemese de annesine borçluydu. Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine adlı bitirme teziyle 1813’te Jena Üniversitesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl annesiyle yaşadığı tartışma nedeniyle çok sevdiği Weimar’ı terk ederek Dresden’e yerleşti. 1816’da Newton’la karşı Goethe’yi savunduğu Über das şehn und die Farben (Görme ve Renkler) yayımlandıktan sonra tam üç yıl boyunca başlıca yapıtı İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya üzerinde çalıştı. Fakat eser beklediği yankıyı yaratmadı. Bunda Hegel ile aralarındaki ihtilafı, birlikte ders verdikleri Berlin Üniversitesi’nin çatısı altında ısrarla sürdürmesinin de payı büyüktü. Kolera salgını yüzünden Frankfurt’a taşındı ve ömrünün kalan 28 yılını orada geçirdi.

Arthur Schopenhauer’ın Eserleri: 1836’da hızla gelişen doğa bilimlerindeki yeni bulguları kendi isteme kuramı çerçevesinde ele aldığı Doğadaki İsteme Üzerine yayımlandı. Bu kitabın önsözünde Hegel ve şürekâsını şarlatanlıkla itham etti.

Bu, onun akademik felsefeye ve özellikle Hegelci idealizme karşı duyduğu derin tepkinin açık bir göstergesidir. Schopenhauer için felsefe, sistem kurmak değil; hakikati doğrudan görmekle ilgilidir.

  • 1813 – Yeterli Sebep İlkesi Üzerine Dört Katlı Kök Bilgi ve nedensellik üzerine temel felsefi analiz. Kant etkisi belirgindir.
  • 1816 – Görme ve Renk Üzerine Goethe’nin renk teorisine eleştirel bir yanıt. Estetik ve algı üzerine kısa bir çalışma.
  • 1818 – İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya (1. Baskı) Schopenhauer’ın başyapıtı. Dünya, isteme (irade) ve tasavvur (görünüş) olarak iki yönlüdür.
  • 1841 – Aşkın Metafiziği Cinsellik ve aşkın metafizik kökenleri. İsteme’nin türsel devamlılıkla ilişkisi.
  • 1844 – İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya (2. Baskı + 2. Cilt) İlk baskının genişletilmiş hâli. Aşkın Metafiziği ve ölüm üzerine bölümler eklenmiştir.
  • 1851 – Parerga ve Paralipomena Denemeler ve aforizmalardan oluşan iki ciltlik eser. Yaşam bilgeliği, ahlak, karakter, ölüm, sanat gibi temalar içerir.
  • 1851 – Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar Parerga’nın içinde yer alır. Pratik yaşam üzerine derin gözlemler. Stoacı ve Budist etkiler taşır.
  • 1851 – Ahlak ve Karakter Üzerine İnsan doğası, erdem, vicdan ve etik üzerine kısa ama yoğun metinler.

Sonraki dönemde çeşitli konular hakkında yazdığı denemelerini Parerga ve Paralipomena (1851) içinde topladı. 21 Eylül 1860’ta Frankfurt’ta öldü.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin