“Kimi insanlar tüm bu sıkıcı ayrıntılara boğulmak zorunda hissetmez kendisini; çünkü fikri akla yatkın bulurlar zaten. Fakat gerçek şüpheciler her şeyin üstünden bir de kendileri geçmek, bir yerlerde bir açık bulmak isterler…”

Roger Penrose

Merhaba

Roger Penrose, Zihnin Gölgeleri adlı eserde “Kralın Yeni Usu“nda aktarılabilecek olandan çok daha inandırıcı bir açıklama olarak bizim bilinç olarak kontrol edilen davranışlarımızın altında hesaplanamaz bir fiziksel etkinliğin yatabilmesini sağlayacak olan beyin faaliyetindeki bir mekanizmanın varlığı ileri sürülüyor. Bu tez iki ayrı koldan ilerleyerek açıklanıyor. Bunlardan biri öz itibariyle negatif bir açıklama; çünkü bizim bilinçli zihinselliğimiz (onun çeşitli dışavurumlarının her birinin) hesaplamalı [hesaba dayalı ya da bilgisayımsal] modeller kapsamı içerisinde ilkesel olarak tam bir biçimde anlaşılabileceği şeklindeki genel kabul gören bakış açısına güçlü bir karşı çıkış içeriyor. Diğer gerekçelendirme yoluyla pozitif bir içerik taşıyor. Bilimin kesin doğrularının sınırları içerisinde kalan bir yöntemin özgün sunumunu içeriyor ve böylelikle bilimsel olarak tanımlanabilen bir beynin ihtiyaç duyulan hesaplanamaz eylemleri gerçekleştirmesi için kolay algılanmayan ve büyük oranda bilinmeyen fiziksel ilkelerden faydalanabildiğini gösteriyor.

Bu ikili yapıyla uyumlu olarak da kitapta sergilenen görüşler iki ayrı kısımda sunuluyor.

  1. Zihni anlamak için neden yeni fiziğe ihtiyaç duyuyoruz?

Bilinçli Düşüncenin Hesaplanamazlığı

Bilincin “anlama” dediğimiz insani niteliğin özgün beliriminde saf hesaplamanın yapamadığı bir şeyi yaptığı şeklindeki Roger Penrose tezini güçlü bir şekilde destekliyor. “Heseplama” [bilgisayım] kavramının, hem iyi anlaşılmış belirli algoritmik işlemelere göre çalışan “yukarıdan aşağıya” sistemleri hem de deneyim yoluyla öğrenmelerine izin verecek şekilde daha gevşek biçimlerde programlanmış “aşağıdan yukarıya” sistemleri içerdiğini açıklığa kavuşturuyor. Gerçeklendirmelerin merkezinde Gödel’in ünlü teoremi yer alıyor ve konuyla ilgili Gödel teoreminin yol açtığı çıkarımların etraflı bir sorgulaması sunuluyor. Bu tartışma daha önce bizzat Gödel’in, Nagel ile Newman’ın ve Lucas’ın sağladığı argümanları büyük ölçüde genişletiyor ve ayrıntılı olarak yanıtlanmadığının farkında olarak Penrose farkında olarak birçok itirazu bertaraf ediyor. Bununla bağlantılı olarak aşağıdan yukarıya (keza yukarıdan aşağıya) sistemlerin gerçek bir zeka elde edebilme kapasitesi aleyhinde bazı kapsamlı gerekçelendirmeler veriliyor. Ulaşılan sonuç, bilinçli düşünmenin sadece hesaplama yoluyla yeterince simüle dahi edilemeyecek unsurları içermek zorunda olduğudur; hatta hesaplama kendi başına herhangi bir bilinçli duygu ya da yönelim dahi uyandıramaz. Dolayısıyla, zihin, hesaplama terimlerinin hiçbir türüyle betimlenemeyecek bir şey olmak zorundadır.

  1. Zihni anlamak için yeni fiziğin hangi yönlerine ihtiyaç duyuyoruz?

Hesaplanamaz Bir Zihin Fiziği Arayışı

Ortaya konulan sav için bu kez fizik ve biyolojiye başvurulmaktadır. Gereklendirme hattı I. Kısımdaki özenli ve titiz ele alınışa oranla kuşkusuz daha belirsiz bölümler içerse de, bilimsel olarak anlaşılabilir fizik yasaları kapsamında böylesi bir hesaplanamaz eylemin nasıl ortaya çıkabileceğini anlama yönünde özgün bir deneme niteliği taşımaktadır. Kuantum mekaniğinin temel ilkeleri yeni baştan sunulmaktadır ve bu okurun önceden kuantum kuramı konusunda bilgi sahibi olmasını gerektirmemektedir. Konunun tıkanma noktaları ve taşıdığı gizem ve çelişkiler yerelliğin olmayışı ve karşı-olgusallığın oynadığı önemli rolü ve kuantum dolanıklığı olgusunun ortaya çıkardığı derin sorunları açık ve net biçimde sergileyen bir dizi yeni örnek kullanılarak belli bir derinlikle analiz edilmektedir. Bu bölümde güçlü bir biçimde şu anki kuantum mekaniksel dünya anlayışımızda net biçimde belirginleştirilmiş belirli bir düzeyde temel bir değişikliğe ihtiyaç olduğu savunuluyor. (Buradaki fikirler Ghirardi, Diosi ve diğerlerinin son dönemdeki çalışmalarıyla yakından bağlantılıdır.) Penrose burada desteklenilen fikirler ile KYU içerisinde savundukları arasında önemli farklar söz konusudur.

Bu düzeyde (bilinçli eylemlerimizdeki hesaplanamazlığın açıklanması için gerekli olan) fiziksel bir hesaplanamazlığın devreye girdiğini ileri sürüyor. Bununla uyumlu olarak da bu fiziksel hesaplanamazlığın önem kazandığı düzeyin, beynin işleyişinde bir değer taşımak zorunda olduğunu şart koşuyor. Burada getirilen öneriler KYU’da söylediklerinden en çok farklılaştığı bölümler olma özelliğini taşıyor. Nöron sinyalleri sorunsuz tarzda klasik biçimde belirlenmiş olaylar olarak davranabilecekken nöronlar arası sinaptik bağlantıların daha derin bir düzeyden kontrol edildiğini ve bunun kuantum—klasik sınır çizgisinde önemli bir fiziksel faaliyet olmasının beklendiğini ileri sürüyor. Öne sürdüğü iddialar, nöronların hücre iskeletlerinin içindeki mikrotübüller içerisinde gerçekleşen (Fröhlich’in ileri sürdüğü fikirlerle uyumlu) büyük ölçekli bir kuantum eş-evreli davranışın varlığını gerektiriyor. Bu noktada bu kuantum eylemliliğin, Hameroff ve arkadaşlarının mikrotübüllerde gerçekleştiğini öne sürdüğü bir hesaplamaya—benzer eylemle hesaplanamaz olarak bağlantılı olması gerektiği öne sürülmektedir.

Penrose şöyle söylüyor:

İleri sürdüğüm gerekçelendirme ve savlar, insan zihnine ilişkin sahip olduğumuz bilimsel kavrayışın bize şu an sunduklarımın son derece yetersiz kaldığı birkaç yere de işaret ediyor. Yine de bu bilinç olgusunun bilimsel açıklama dışında kalması anlamına gelmez. KYU’da yaptığım gibi burada da zihinsel olguların anlaşılmasında izlenecek bir bilimsel yol olması gerektiğini ve bu yolun fiziksel gerçekliğin kendi doğasının daha derin bir biçimde anlaşılmasıyla başlamak zorunda olduğunu kuvvetle savunuyorum. Zihin gibi bu kadar garip bir olgunun maddi fiziksel dünya içerisinden nasıl anlaşılabileceğini kavrama arzusuna kendisini adamış okurların fiziksel dünyamızın “maddiliğini” gerçekten yönetmek zorunda olan kuralların da ne kadar garip olabildiği konusunda belli bir kavrayışa sahip olmalarının önemli olduğunu düşünüyorum. Anlamak ne de olsa bilimin amacıdır ve bilim de kaba hesaplamalardan çok daha fazlası demektir.

Şimdi gelin bilim ve zihin konusundaki görüşlerimizin bizi nerelere götürebileceğine bakalım…

  • Robotlar bu dertli dünyamızı kurtarabilir mi?

Gazetelerimizi ya da televizyonlarımızı her açtığımızda insan türünün türlü çeşitli aptallıkları karşımıza çıkıyor. Ülkeler ya da ülkelerdeki bazı bölgeler yer yer birbirleriyle korkunç savaşlara yol açabilecek çatışmalar yaşıyorlar. Aşırı dinsel coşkunluklar, milliyetçilik, farklı etnik çıkarlar, dil ve kültür farklılıkları ya da kimi lafazanların bencil çıkarları huzursuzluk ve şiddeti körükleyebiliyor bazen de birikerek tarifi imkânsız vahşetlere neden olabiliyor. Baskıcı otoriter rejimler hala daha halklarına boyun eğdiriyor, onları ölüm mangaları kullanarak kontrol altında tutuyor. Bugün hala ezilenler ve ortak bir hedef arkasında birleşme potansiyeli taşıyanlar sıklıkla birbirleriyle çatıştırılıyor ve uzun zamandır engellenmiş hakları verildiğinde de bu özgürlüğü kendilerine zarar veren şekillerde kullanabiliyorlar. Refah, barış ve demokratik özgürlüğün olduğu şanslı ülkelerde bile kaynaklar ve işgücü anlamsız biçimlerde çarçur ediliyor. Bu insanlığın genel aptallığının açık bir göstergesi değil mi? Kendimizin hayvanlar dünyasında zekânın doruğunu temsil ettiğimizi düşünsek de, bu zekâ kendi toplumumuzun karşılaşmaya devam ettiği sorunların çoğuyla baş etmek için üzüntü verici biçimde yetersiz gözüküyor.

Yine de zekâmızın pozitif başarıları göz ardı edilemez. Bunların başında bilim ve teknolojideki çarpıcı başarımız yer alıyor. Aslına bakılırsa şunu da itiraf etmeliyiz ki, bu teknolojinin getirilerinden bazıları, oldukça tartışmalı bir uzun dönemli (ya da kısa dönemli) değer taşımakla kalmıyor, bizleri çok sayıda çevre sorununa ve teknolojinin teşvik ettiği küresel felaketler korkusuna tanıklık etmeye götürüyor. Öte yandan aynı teknoloji bize sağladığı rahatlıklarıyla birlikte modern toplumumuzu oluşturuyor; korkudan, hastalıktan ve yoksunluktan kurtulma, entelektüel ve estetik ilerleme ve ufuk açıcı küresel iletişim fırsatlarını bizlere armağan ediyor. Teknoloji bu kadar çok olanağın önünü açmış ve bir anlamda bizim bireysel fiziksel benliklerimizin güç ve faaliyet alanını artırmış durumdaysa, gelecekte bunun çok daha fazlasına ulaşmak mümkün değil mi?

Duyularımız hem eski hem de modern teknolojimiz sayesinde olağanüstü şekilde genişledi. Görme yetimiz türlü çeşitli gözlükler, aynalar, teleskoplar, mikroskoplar ve video kameralar, televizyon vs sayesinde müthiş bir biçimde arttı ve ilerledi. Duyma yetimize eskiden yardımcı olan kulak borularının yerini şimdi çok küçük elektronik aletler aldı ve bu yetimiz telefonlar, radyo iletişimi ve uydularla büyük bir ilerleme kaydetti. Bizi hareket kabiliyetimizin doğal biçimlerinin ötesine taşıyan, hareketimize yardımcı bisikletler, trenler, motorlu araçlar, gemiler ve uçaklara sahibiz. Basılı kitaplar, filmler ve elektronik bilgisayarların devasa bellek kapasiteleri hafızalarımızın yardımına koşuyor. Modern bilgisayarların yapabildikleri sayesinde ister basit ve rutin, ister çok büyük ve karmaşık türde olsun hesaplama becerimiz çok büyük ölçüde arttı. Dolayısıyla sahip olduğumuz teknoloji bize fiziksel benliklerimizin faaliyet alanında devasa bir genişleme sunmakla kalmıyor, çok sayıda rutin görevi gerçekleştirme becerimizi de artırarak zihinsel becerilerimizin kapsamın da genişletiyor. Peki, rutin olmayan zihinsel işlerde, özgün zekâ gerektiren işlerde durum ne? Bilgisayarlı teknolojilerin burada da yardımımıza koşup koşamayacağını sormamız gayet doğaldır.

Teknoloji bize, doğru üretilmiş çok çeşitli kitap, film, televizyon ve etkileşimli bilgisayar kontrollü sistemlerin kullanımı yoluyla bu potansiyeli sağlıyor. Sayılanlar ve diğer gelişmeler bize zihinlerimizi genişletme fırsatlarını, başaramazsak da sağırlaştırma tehlikesini sunuyor. İnsan aklının kapasitesi ona verilen başarma olanaklarından çok daha fazlasına sahip. Ne yazık ki bu olanakların hepsi çok sık bir biçimde israf ediliyor ve ne genç ne de yaşlı zihinlere hak ettikleri koşullar sağlanıyor.

  • Soracaksınız: Zihinsel kapasitenin çok daha genişletilmesi için daha başka bir olasılık yok mu; bilgisayar teknolojisindeki olağanüstü ilerlemelerden doğmaya başlayan yabancı ya da uzaylı bir elektronik “zekâ” olamaz mı bu?

Gerçekten de şimdiden entelektüel yardım almak üzere bilgisayarlara başvurmaya başlamış durumdayız. Yardım almayan insan zekâsının alternatif faaliyetlerin olası sonuçlarını değerlendirmekte çok yetersiz kaldığı birçok durum var. Bu tarz sonuçlar insanın hesaplama gücünün çok ötesinde yer alabiliyor; bu yüzden geleceğin bilgisayarlarının kesin hesaplama gerektiren sonuçların insan zekâsına paha biçilemez bir yardım sunduğu bu görevlerde çok daha fazla ilerlemeleri bekleniyor.

  • Buna rağmen bilgisayarların bundan çok daha büyük başarılar elde etmesi mümkün olamaz mı?

Birçok uzman bilgisayarların bize, en azından ilkesel olarak, nihayetinde bizim zekâmızı geçecek olan bir yapay zekâ potansiyeli sunduğunu iddia ediyor. Bilgisayar kontrollü robotların “insana denk” düzeye ulaşır ulaşmaz bizim cılız düzeyimizin ötesine çok hızlı bir biçimde geçmelerinin fazla zaman almayacağı iddiasını ileri sürüyorlar. İşte ancak bunun ardından sahip olabileceğimiz yeterli zekâ, akıl ve bilgelikle insanlığın bu dünyada yarattığı sorunların üstesinden gelebileceğimizi iddia ediyorlar.

Bu mutlu noktaya gelebilmemiz ne kadar zaman alacak? Bahsi geçen uzmanlar arasında bu konuda bir fikir birliği yok. Kimileri bunun için yüzyıllar geçmesi gerektiğini söylüyor kimileri de bu insan denkliğine ulaşılmasına birkaç on yıl kaldığını iddia ediyor. Bu ikinci görüşü savunanlar bilgisayarların gücünün “üssel” olarak son derece hızlı artmasına dikkatleri çekiyor ve tahminlerini transistörlerin hızı ve hatasızlığı ile nöronların görece yavaşlığı ve dağınık faaliyeti arasında bir karşılaştırmaya dayandırıyorlar. Gerçekten de elektronik devreler şimdiden beyindeki nöronların ateşlenmesinden bir milyondan fazla kat daha hızlı durumda (transistörlerin hızı 109/sn civarındayken nöronlarınki sadece 103/sn)3 ve faaliyet zamanlaması ile hatasızlığında nöronların hiçbir biçimde sergileyemediği muazzam bir kesinliğe sahipler. Üstelik beynin “ağ bağlantılarında” o kadar büyük bir rastlantısallık var ki, bu elektronik olarak yazılan devrelerin incelikli ve kesin düzeni sayesinde çok büyük ölçüde giderilebilir durumda.

Beynin nöron yapısı bazı alanlarda, her ne kadar bu avantajlar görece olarak kısa ömürlü olsa da, günümüzün bilgisayarlarıyla karşılaştırıldığında sayısal bir üstünlük sağlıyor. Toplam nöron sayısında (yüz milyarlarca olduğu tahmin ediliyor) insan beyninin an itibariyle bilgisayarların transistör sayısının üzerinde olduğu ileri sürülüyor. Dahası ortalama olarak bakıldığında farklı nöronlar arasındaki bağlantıların sayısı, bir bilgisayardaki transistörler arasındaki bağlantı sayısından bir hayli daha fazla. Özellikle beyincikteki Purkinje hücreleri 80.000 kadar sinaptik uç (nöronlar arası kesişme noktası) sahibi olabilirken, bir bilgisayarda bu sayı en fazla sadece üç veya dört olabiliyor. Üstelik günümüzdeki bilgisayarlardaki transistörlerin çoğu sadece bellekle ilişkili ama hesaplama faaliyetletiyle ilişkili değilken, beyinde bu tarz hesaplama faaliyetlerinin daha yaygın olması muhtemeldir.

Beynin sahip olduğu bu geçici üstünlükler gelecekte, özellikle de çok büyük ölçekte “paralel” hesaplamalı sistemler daha gelişkin hale geldiğinde kolaylıkla ortadan kalkabilir. Farklı birimlerin birleştirilerek giderek daha büyük biçimlerin elde edilebilmesi bilgisayarlara üstünlük sağlayacak) böylelikle toplam transistör sayısı ilkesel olarak neredeyse sınırsız biçimde artırılabilecektir. Ek olarak şu an sahip olduğumuz bilgisayarların kablo ve transistörlerinin yerini uygun optik (lazer) aygıtların alması ve böylece hız, güç ve küçülmede olağanüstü artışlara ulaşılması gibi teknolojik devrimler kapıda beklemektedir. Daha temel sorunsa beyinlerimizin şu an sahip olduğumuz sayılara mahkûm gözükmesi ve tek bir hücreden büyümek zorunda olmamız gibi daha başka birçok sınırlılığın olmasıdır.

Bu yüzden yapay zekâ savunucularının en önde gelenlerinin güçlü iddialarına inanma ve bilgisayarlar ve bilgisayar destekli robotların nihayetinde (hatta belki de kısa bir süre sonra) insan becerilerinin tümünü aşıp geçeceğini kabul etmeyle yüz yüzeysek, o halde bilgisayarlar bizlerin zekâsına sadece yardımcı olmaktan çok daha fazlasını yapabilecekler demektir. Kendi hudutsuz zekâlarına gerçekten sahip olacaklar. Daha sonra da aklımıza gelen her konuda bu üstün zekâların otoritesine danışma amacıyla başvuracağız ve dünyanın insanlardan kaynaklanan dertleri en sonunda çözülecek!

Fakat bu potansiyel gelişmelerin kulağa cidden tehlikeli gelen başka bir mantıksal sonucu daha olacak gibi gözüküyor. Bu bilgisayarlar en nihayetinde insanları kendilerine gereksiz görmeyecekler mi? Bilgisayar destekli robotlar her yönden bizden üstün hale gelirlerse, dünyayı bize ihtiyaç duymaksızın daha rahat yönetebileceklerini fark etmeyecekler mi? Bu durumda artık insanlığın kullanım süresi geçmiş olacak. Belki eğer şanslıysak Edward Franklin’in dediği gibi bizi ev hayvanları olarak tutacaklar ya da eğer akıllıysak Hans Moravec’in (1988) ısrarcı olduğu üzere “benliklerimiz” olan “bilgi kalıplarımızı” robot formuna transfer etmeyi başaracağız ya da belki o kadar şanslı ve o kadar akıllı olmayacağız…

  • Peki, ama burada mesele hesaplama gücü mü yoksa hızı mı, kesinlik mi ya da bellek mi, yoksa şeylerin şebeke şeklinde birbirine bağlanma biçimindeki ayrıntılar mı? Öte yandan bizler beyinlerimizle hesaplama kavramlarıyla hiçbir şekilde açıklanamayacak olan bir şeyler yapıyor olabiliyor muyuz?
  • Bilinçli farkındalık duygularımız (mutluluk, acı, sevgi, estetik duyarlılık, irade, anlayış vs) böylesi bir hesaplamaya dayalı betimlemenin neresine oturuyor?
  • Geleceğin bilgisayarları gerçekten zihin sahibi olacak mı?
  • Bilinçli bir zihnin varlığı gerçekte davranışı herhangi bir biçimde etkiler mi?
  • Bu tip şeyler hakkında bilimsel terimlerle konuşmak anlamlı mı; yoksa bilim, insan bilinciyle bağlantılı konulara yanıt verme yetkinliğine sahip değil mi?

Bu konuda akla uygun bakış açıları var gibi görünüyor:

  1. Düşünme tamamen hesaplamadır; özelde de bilinçli farkındalık duyguları yalnızca uygun hesaplamaların gerçekleştirilmesi yoluyla ortaya çıkar.
  2. Farkındalık beynin fiziksel faaliyetinin bir özelliğidir ve herhangi bir fiziksel faaliyet hesaplamaya dayanarak simüle edilebilmesine karşın, hesaplamalı simülasyon kendi başına bir farkındalık ortaya çıkaramaz.
  3. Beynin uygun fiziksel faaliyeti farkındalık uyandırır, ancak bu fiziksel faaliyet hesaplamaya dayanarak düzgün bir şekilde simüle dahi edilemez.
  4. Farkındalık fiziksel, hesaplamalı ya da diğer bilimsel kavramlar temelinde açıklanamaz.

D’de belirtilen bakış açısı, fizikalist yaklaşımı tümden reddetmesi ve zihni bilimsel terimlerle kesinlikle açıklanamayacak bir şey olarak görmesiyle mistik bakış açısıdır ve d’nin içeriği kısmen de olsa dinsel doktrinin kabulüyle de bağlantılıdır. Penrose’un görüşü, zihinle ilgili konuların günümüzdeki bilimsel anlayışta bir rahatsızlık kaynağı olsa da, sonsuza dek bilim alanının dışında kalacak şekilde görülmemesi gerektiğidir. Eğer bilim henüz zihin konusuyla ilgili önemli şeyler söyleyemiyorsa, o halde en nihayetinde bu tarz konuları çözebilecek ve belki de izlediği yolları biraz değiştirecek şekilde kapsamını genişletmek zorundadır. Bilginin ilerleyişinde bilimsel ölçütleri inkarı nedeniyle mistizmi (gizemciliği) reddetmekle birlikte, genişletilmiş bilim ve matematiğin içerisinde en nihayetinde zihnin gizemine bile yer vermeye yetecek ölçüde gizem bulunacaktır.

Penrose D’le ilgili reddettiği görüşleri belirtirken diğer şıklarla ilgili “fizikalist” ve” zihinselci” kavramların kullanımıyla birlikte inanılan çeşitli görüşlere de yer veriyor.

  • Günümüz fiziği bir bilgisayarda simüle edilmesi ilkesel olarak olanaksız olan bir eylem olasılığına izin veriyor mu?

Bunun yanıtı, eğer matematiksel olarak sağlam bir önem arıyorsak, benim için açık değil, diyor Penrose. Bu konuda kesin matematiksel teoremlere ulaşılması için gerekli olandan çok daha az şey biliyoruz. Yine de benim görüşüm, böylesi hesaplanamaz eylemlerin şu an bilinen fizik yasalarının dışında yer alan bir fizik alanında bulunabileceği yönündedir.

Kitabın ilerleyen sayfalarında yer alan A ve D’nin ( ya da belki B ve D’nin) bir bileşimi olarak görülebilecek görüşler de vardır. Bu görüşe göre beynin faaliyeti bir bilgisayar faaliyetidir; fakat bu bilgisayar o kadar olağanüstü bir karmaşıklığa sahiptir ki, taklit edilmesi insanlık ve bilimin zeka ve kavrayışını aşar “piyasadaki en iyi programcı” olan Tanrı’nın kutsal bir yaratısı olsa gerek!

Matematiksel Düşüncede Hesaplanamazlık Durumu

Gödel’in düşüncesi neydi? Turing ne düşünüyordu? Aynı matematiksel kanıtlarla temelde birbirine zıt sonuçlara nasıl ulaşmış oldukları çok ilginçtir. Yine de bu iki seçkin düşünürün de uyumlu yaklaşımlar ifade etmiş olduğu vurgulanmalıdır. Gödel’in yaklaşımı görünüşe göre şöyle: Zihin hesaplamalı bir varlık olmak gerekliliğiyle sınırlanmış değildir ve hatta beynin sonluluğuyla bile sınırlanmış değildir. Aslına bakılırsa o Turing’i bunu bir olasılık olarak kabul etmemekle suçlamıştır. Gödel Turing’in iki örtük iddiasının “beyin temelde dijital bir bilgisayar gibi çalışır” ve fizik yasaları, gözlemlenebilir sonuçları yönüyle, sonlu bir kesinlik sınırına sahiptir” her ikisini birden kabul ederken, diğer örtük iddiası olan maddeden ayrı bir zihin yoktur”u “zamanımızın peşin hükümlerinden biri” olarak niteleyerek reddeder. Bu nedenle Gödel fiziksel beynin hesaplamalı olarak davranmak zorunda olduğunu aşikâr olarak kabul eder görünürken, zihnin beynin ötesinde bir şey olduğunu, dolayısıyla zihnin eyleminin fiziksel beynin davranışını kontrol etmesi gerektiğine inandığı hesaplamalı yasalar uyarınca davranmakla kısıtlanmış olmadığını düşünür. Zihnin hesaplanamaz bir biçimde davrandığı yönündeki görüşünün bir kanıtı olarak görmez, çünkü şöyle demektedir:

Öte yandan, şu ana kadar kanıtlananlar temelinde gerçekte matematiksel sezgiyle eşdeğer olan ama öyle kanıtlanamayan, sonlu türde sayılar kuramının yalnızca doğru teoremlerini sağlayacağı bile kanıtlanmayan bir teorem—kanıtlayıcı makinenin var olması (hatta deneysel olarak keşfedilebilir olması) mümkün olarak kalmaktadır.

Bunun aslında G’ye olan inançla da tutarlı olduğu vurgulanmalıdır (ve ben Gödel’in benim “G” olarak ifade ettiğim gibi açıkça tanımlanmış bir sonucun gayet farkında olduğundan hiç kuşku duymuyorum). O insan matematikçilerin zihinlerinin farkında olmadıklarını  ya da belki doğruluğuna tartışmasız biçimde ikna ola mamaları şartıyla (“…kanıtlanamayan… yalnızca doğru teoremlerini sağlayacağı bile kanıtlanmayan) farkında olabildikleri bir algoritma uyarınca davranabileceği şeklindeki mantıksal olasılığı kabul etti. Böyle bir algoritma benim terminolojimde “bilinemez şekilde doğru” kategorisinde yer alır. Elbette böylesi bir bilinemez şekilde doğru algoritmanın gerçekten bir matematikçinin zihninin eylemlerinin temelinde yatabileceğine inanmak tamamen bambaşka bir konudur. Görünen o ki Gödel buna inanmıyordu ve kendisini benim D ile gösterdiğim mistik yönde, zihnin fiziksel dünyanın bilimiyle açıklanamadığı görüşüne savrulur buldu.

Öte yandan Turing görünen o ki fiziksel beynin, diğer tüm fiziksel nesneler gibi, hesaplamalı bir biçimde hareket etmek zorunda olduğuna (Gödel’in inandığı gibi) inanarak, böylesi bir mistik duruşu reddetti. Bu nedenle aslında G tarafından sağlanan temellendirmenin etrafından dolaşmanın bir yolunu bulmalıydı. Turing insan matematikçilerin hata yapmakta çok becerikli olduğunu söyleyerek taşı tam gediğine koymayı başardı; bir bilgisayarın hakiki biçimde zeki olabilmesi için onun da hatalar yapıyor olmasının gerektiğini söyledi.

Başka sözlerle ifade edersek eğer bir makinenin yanılma olması bekleniyorsa, o makine zeki de olamaz. Neredeyse tam olarak bunu söyleyen birkaç teorem vardır. Fakat bu teoremler eğer bir makine yanılmazlık numarası yapmıyorsa ne kadar zeka sergilenebildiği konusunda hiçbir şey söylemezler.

Penrose, benim burada savunduğum C yaklaşımıyla uyumlu olarak eğer fiziksel faaliyetin temel itibariyle yer yer hesaplanamaz olabileceği şeklindeki ciddi olasılık üzerinde düşünmüş olsalardı, kendilerini bu kadar savrulmuş halde bulamayacakları konusunda zihin jimnastiği yapmak ilginç olurdu, der.

  • Matematiksel anlama bir çeşit önceden var olan Platonik matematiksel gerçekliği mi temsil etmektedir yoksa mantıksal argümanlarımız üzerinde düşünürken her birimiz matematiksel kavramların hepsini bağımsız olarak yeniden mi yaratıyoruz?
  • Fizik yasaları bu kadar kesin ve incelikli matematiksel betimlemeleri neden bu kadar sıkı şekilde takip eder gibi görünüyor?
  • Fiziksel gerçeklik bu Platonik matematiksel edimsellik konusuyla nasıl ilişkileniyor?
  • Eğer algılarımız, anladıklarımızın yapısının beyinlerimizin işleyişini yöneten yasaların da temelinde yatan ayrıntılı ve kesin bir matematiksel alt yapıya dayandığı doğruysa, bu fizik yasalarının derin şekilde anlaşılması sayesinde matematiği (ya da herhangi bir şeyi) anlıyor olmamızdan hangi sonuçları çıkartabiliriz?

Bu soruların yanıtlarını bulmak esas amacımız…

Bizler (bedenlerimiz ve zihinlerimiz) olağanüstü kesinlikte, son derece incelikli ve enginlere uzanan matematiksel yasalara itaat eden bir evrenin parçasıyız. Fiziksel bedenlerimizin bu yasalar tarafından kusursuzca sınırlanmış olması, bugün modern bilimsel yaklaşımın kabul gören bir parçası haline geldi. Peki ya zihinlerimiz? Birçok kişi zihinlerimizin de bu aynı matematiksel yasalar uyarınca sınırlanmış olabileceği varsayımını son derece rahatsız edici buluyor. Gerçi beden ile zihin arasında net bir ayrım yapmak durumunda kalmak da (biri fiziğin matematiksel yasalarına tabiyken, diğerinin kendi özgürlüğüne sahip olmasına izin verilmiş olması) farklı bir yönden rahatsız edici olacaktır. Zira zihinlerimizin bedenlerimizin davranış biçimlerini etkilediği kesin olduğu gibi, bedenlerin fiziksel durumlarından da etkilendiği kesindir. Eğer zihin fiziksel beden üzerinde etkide bulunamaz ve ondan etkilenmez olsaydı, zihin kavramının özsel amacı boşa düşmüş gibi olurdu. Dahası eğer zihin yalnızca bedenin bir yan ürünü olan ama onun üzerinde yeniden bir etkide bulunamayan bir “epifenomen’” (beynin fiziksel durumunun özel ama edilgen bir özelliği) ise, o halde bu zihne sadece hüsran dolu etkisiz bir rol olanağı tanıyor gibi gözükebilir. Ama zihin bedeni, bedenin bilimsel fizik yasalarının sınırlarının dışında hareket etmesine neden olacak biçimlerde etkileyebiliyor olsaydı, bu durumda bu bahsi geçen bilimsel fizik yasalarının kesinliğini tamamen bozardı. Bu nedenle zihnin ve bedenin tamamıyla bağımsız türde yasalara uydukları Şeklindeki tümüyle “düalistik” yaklaşımı savunmak zordur. Bedenin eylemini yöneten bu fiziksel yasalar zihnin bedenin davranışını devamlı olarak etkileyebildiği bir özgürlük alanına izin verse bile, bu özgürlüğün özgün doğasının kendisi de bu fiziksel yasaların önemli bir bileşeni olmak zorundadır. Zihni kontrol eden ya da betimleyen her neyse bu da, aynı zamanda evrenimizin maddi öz niteliklerinin parçası olmak zorundadır.

Benzer biçimde “zihin” kavramını da açıkça başka fiziksel kavramlara bağlanabilecek şekilde en azından tartışmaya çalışmamızın  yasak olmasını gerektiren bir neden yok gibi gözükmektedir. Özellikle de bilinç başka daha kesin fiziksel cisimlerle (en azından canlı uyanık insan beyinleriyle) bağlantılı olarak “orada” olan, var olan bir şey gibi gözükmektedir; dolayısıyla şu anda bilincin anlaşılmasından ne kadar uzak olursak olalım, bu olgunun bir tür muhtemel fiziksel betimlemesinin yapılmasını bekleyebiliriz. Bu kitabın I. Kısmındaki tartışmadan elde ettiğimiz bir ipucu da özellikle bilinçli anlamanın bir tür algoritmik olmayan fiziksel eylem içermek zorunda olmasıdır; eğer elbette A, B ya da D değil de, benim ısrarla lehine görüş geliştirmeye uğraştığım C yaklaşımıyla uyumlu bir görüş sahibi olacaksak, diyor Penrose. Aktardığım argümanlar en azından şu ana dek ikna olmalarına yeterli gelmemiş okurlardan bir süre daha sabretmelerini ve C savunuculuğunun bizi ne yönde bir keşfe yönelttiğini görmelerini istemek zorundayım. Olanakların kesinlikle beklendiği kadar elverişsiz olmadığını bulacak ve bu keşif alanında ilgi çekici çok sayıda yeni şey olduğunu göreceğiz. Bu keşif gezisinin ardından bu okurların da bu kitabın devamında (oldukça güçlü olduklarına inandığım) argümanlara daha sempatiyle bakabileceğini umut ediyorum. Öyleyse şimdi C’yi kılavuz kabul ederek keşfimize başlayalım!

Neden Chatgbt’yi değil de kendi zihnimi kullanmayı uygun gördüğüm umarım anlaşılmıştır… Şüpheci olarak bilginin üzerinden zihnimi zorlayarak kendim geçmek isterim.

Zihnin Gölgeleri, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Penrose Zihnin Gölgeleri‘nde yapay zekâya yönelik çok güçlü bir taarruz düzenliyor. Bu kapsamlı çalışmasında beynin bilinçli faaliyetinde hesaplamanın ötesinde bir şeyin olduğu ve bunun günümüz bilimiyle açıklanamayacağı sonucuna varan Penrose, bu tezini destekleyen güçlü bir savunma sunuyor. Modern bilim alanında derin bir yarık açmaktan çekinmiyor. Gödel’in teoreminin işaret ettiği sonuçlardan beynin mikrobiyolojisine dek birçok alanı inceleyerek bilinçli düşünmenin salt hesaplamayla yeterince simüle edilemeyecek olan bileşenleri içermek zorunda olduğu fikrini temellendiriyor. Zihnin Gölgeleri bilinç olgusu gibi şu anki fiziksel betimlemelerimize yabancı bir şeyi kapsayabilmesi için fiziğin geçirmesi gereken değişikliklere dair göz kamaştırıcı bir yaklaşım sunuyor.

Penrose, matematiksel fizik alanında olan çalışmalarıyla tanınmıştır; özellikle de genel görelilik ve kozmolojiye olan katkılarıyla birçok ödül almıştır. Bunların içerisinde evrenin anlaşılmasına olanak sağlayan katkılarıyla 1988 yılında Stephen Hawking ile paylaştığı Wolf Fizik Ödülü de bulunmaktadır.

Kralın Yeni Aklı kitabına olan eleştirilere 1994’te Zihnin Gölgeleri ve 1997’de Büyük Küçük ve İnsan Zihni kitaplarıyla karşılık verdi. Büyük Küçük ve İnsan Zihni Penrose’un 21. Yüzyıl kuramsal fiziğine bakışına kolay anlaşılabilir aydınlatıcı ve yeni düşünce yolları yaratan bir giriştir. Kitap Penrose’un evrenin büyük ölçekli fiziği kuantumu küçük ölçekli fiziği ve zihnin fiziğine ilişkin büyük yankılar uyandıran düşüncelerinin eleştirel olarak tartışılması ve irdelenmesini içermektedir. Bu yapıtında Penrose beynin çalışması ve insan zihninin doğasını anlamakta yararlı olacağına inandığı yeni radikal kavramları geliştirmektedir. Bu görüşler daha sonra kitapta farklı alanlardan üç farklı uzman tarafından tartışma masasına yatırılmaktadır. Kurumsal fizikçi ve kozmolojist Stephen Hawking bilim felsefecileri Abner Shimony ve Nancy Cartwright…

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin