“Yaşamın tek anlamı ekonomi ise, o yaşam ölümcül bir hastalığın pençesinde demektir. Çünkü sınırsız gelişme, bu sınırlı dünyaya sığmaz…”

—Erich Fromm

Merhaba

1988-89 yılında çalışma hayatına başladım. Ve yıllar içinde birçok şey yaşadım… Maaş zamlarının yetersizliği nedeniyle, yaşanılan sıkıntılar, ev kirasına, yola, yemeğe gelen zamlar, yetersiz bakiyelerle gelen borçlanmalar. İthalat ve ihracatın durmasıyla, ayakta kalma mücadelesine yenik düşen firmaların iflası. Yeni iş bulma maceralarına uzanan yollar. Ve dahası…

“Kişinin kendine verdiği değer, piyasanın ona biçtiği değere bağlı olmamalıdır…”

Kendine değer veren insan ayakta kalmak için yollar ararken; o yıllarda çoğu insan bunların farkında bile değildi. O zaman halka küçüktü. Şimdi halka büyüdü. İçine tüm yaşamları alarak sürükleniyor. Peki, dizginler kimin elinde? Ve bu sürükleniş nereye?

“Ekonomiler sadece devletlerin değil insanın da insani bütün dinamiklerini ve değerlerini derinden etkilemektedir. Ekonomiler insanın sosyal yaşamı, aile düzeni, ilişki kurma biçimi, iş biçimi, eş seçimi, gelecek beklentisi, ruh sağlığı, ahlakı, etik değerleri, yaşam biçimi üzerinde çok ama çok etkilidir.”

Evet, tespitler 80’li-90’lı yıllar… Faks makinesinin kullanıldığı, internete ise çevirmeli ağlarla bağlanıldığı, cep telefonlarının yeni çıkmaya başladığı dönemler. Genel Müdürümün Ericsson marka cep telefonunu şarj ederken “Daha neler göreceğiz?” diye düşünürken, şimdi geldiğimiz çağ…

Çağımızda sosyal medya ve diğer kitle iletişim araçları, başkalarının “sahip oldukları” her şeyin bir vitrini adeta. Ne kadar gerçek, ne kadar gerçekdışı ya da yalan olduğunun bir önemi yok. Başkalarının nelere sahip olduğunu vitrinden izlememiz çok daha kolay ve hızlı artık. Başkaları en iyi evlerde oturuyorlar, en iyi markaları giyiyorlar, en iyi arabalara biniyorlar, en çok para getiren en kolay işleri hiç yorulmadan yapıyorlar, tanınıyorlar, en havalı ve en varlıklı partnerlere sahipler, en konforlu yaşıyorlar.

Hepsinin üzerine sosyal medya vitrininde gördüğümüz yenilerini satın alabiliyor olmamız gerekiyor hem de yanında en ideal hayatlarla, lüks yaşamlarla ve ideal partnerlerle birlikte. İhtiyaçların bir sonu var ama istemenin sonu yok.

Erich Fromm,”Açgözlülük, içsel bir boşluğun sonucudur.” der.

Aslında lazım olmayan pek çok şeye, mutlu olmak, kendimizi gerçekleştirmek ve hayatın içinde bir anlam bulabilmek için ihtiyacımız varmış gibi yaklaşıyoruz. Sanki onlara sahip olduğumuzda dünyanın en mutlu ve en tatminkar insanı olacakmışız sanıyoruz. Oysa hepsine sahip olanlar da bütün o sahip olduklarının yenisi çılgınca üretilmeye devam ettikçe, en yenilerine sahip olmaya devam ederek bir türlü yakalayamadığı hazzı ve yaşamdan tatmin bulma duygusunu aramaya ama bulamamaya devam ediyor.

Çağımızın insanı ruhsal ve duygusal olarak sakatlanmıştır. İnsana olan inancını da umudunu da yitirmiştir. Makineye, şeylere ve nesnelere olan ilgisi, arzusu ve isteği daha yüksektir.

Duygusal ve ruhsal sakatlıklarımızı onarılmaz biçimde körükleyen bir mecraya da sahibiz bugün, evet. Sosyal medya, dijitalizm… Ne yazık ki insanın kendini insan olmayan imajlarla ilişkilendirmesine yol açarak, daha derinden yaralanmasına da yol açmaktadır. Kendinizi başkalarıyla ilişkilendirmeyin. Başkalarıyla kıyaslamayın. Kendinizi kıyasladığınız şey, insan değildir çünkü… imajlar, algılar, manipülatif görüntülerdir sadece…

“Gerçek haz, sürekli ve sakin bir tatmin için anlık zevklerden vazgeçebilen bir akla ve öngörüye sahip insanın yapabileceği bir şeydir…”

Çağımızın insanı böylece şeyleşmekte, nesneleşmekte, etrafına, dünyaya ve kendine yabancılaşmaktadır. Değerleri ve duyguları açısından bu uğurda kaybettiklerinin bir önemi yoktur. Yabancılaşmış insan diğer insanlarla olan ilişkisini kaybettiği gibi, kendiyle olan ilişkisini de yitirir. Kendini ve başkalarını, nesneleri algıladığı gibi algılar. Dış dünyayla üretken bir ilişkiye girmeden şeyler dünyasında da (yok) olur. Kendiyle kurduğu bağ, özgür bir bağ değildir bu yüzden. Eksik olan gerçekten özgür olma umududur. Çünkü umut denilen şey doğmazsa, buna rağmen umutsuzluğa düşmemek demektir. Bunun için gerekli olan şey inanç, daha doğrusu insana olan inanç… İnsana olan inancın olmadığı yerde çöküş başlar.

“İnsanın varoluş sorununun tek çözümü olarak sevgiyi görüyorsak ve sevgi bireysel bir kenar yaşantı olmaktan çıkıp toplumsal bir fenomen olacaksa, toplumsal yapıda radikal ve önemli değişiklikler yapmamız gerektiğini kabul etmek zorundayız. Eğer insan sevme yetisi kazanacaksa, insanı ön plana çıkarmalıdır. Ekonomi denen araç, ona hizmet etmelidir o ekonomiye değil.”

İnsan bilince çıkarmadığı bu sıkıntıdan eğlenceyle, eğlence sanayiinin ona sunduğu müzik ve filmlerle kurtulmayı dener… Bugün mutluluk sanıyorum ki çoğu insan için sonsuz emzirilmenin yarattığı tatminkarlıktır. Şundan bundan veya ötekinden biraz içmektir.

“Mutluluk yaşamdaki her şeye; insana ve doğaya karşı yaratıcılıktan, özgünlükten, yoğun ilişkiden, farkındalıktan, heveslilikten kaynaklanmalıdır.”

Fromm, İnsan Olmak Üzerine, adlı eserinde “Modern İnsan ve Gelecek” bölümden şöyle sesleniyor okuruna:

“Bugün “Modern İnsan ve Geleceği” hakkında konuşmak, yalnızca insanın geleceğinin ne olacağını sormak gerektiği anlamına gelmekle kalmaz, insanın şöyle ya da böyle herhangi bir geleceğe sahip olup olmayacağını sormak anlamına da gelir. Aynı zamanda, gelecek hakkında bu soru yalnızca modern insanla ve uygarlığıyla ilişkili değildir; atom silahlarının artan yıkıcı gücü göz önüne alınınca, sorun, genel, olarak bu Dünya üzerindeki insan yaşamıyla da ilgilidir. Kesinlikle, insanlık tarihinde ilk kez böyle bir soruyu sormak zorunlu olmuştur. Atom bombası, modern toplumun en berbat hastalık belirtisidir.”

Bugün meydana  gelmekte olan şeyler belki de Hıristiyanlık Roma’dan pagan Avrupa’ya aşılandığı zaman olan bitenleri andırmaktadır Roma gerçekten siyasal erkini yitirdi, ama kültürünü, fikirlerini ve örgütlenme biçimlerini yabancı topraklara yerleştirmişti. O zamanlar bu topraklar, bugünkü sanayi öncesi halkların Batı’ya kıyasla olduklarından çok daha ilkel durumdaydılar.

Modern İnsanın Bir Hastalığı Olarak Yabancılaşma

Modern insanın mustarip olduğu hastalık, yabancılaşma hastalığıdır. Yabancılaşma kavramı onlarca yıl boyunca unutulup gitmiştir ama son zamanlarda yeniden popülerlik kazandı. Bu kavramı bir zamanlar Hegel ve Marx kullanmıştı ve esasen varoluşçuluk felsefesinin, modern toplumda insanın artan yabancılaşmasına karşı bir başkaldırı olduğu haklı olarak söylenebilir.

Yabancılaşma tam olarak nedir?

Batılı geleneğimizde, yabancılaşma sözüyle —”yabancılaşma” kavramı olarak değil, daha çok, peygamberlerce kullanılan anlamda “putperestlik” kavramı olarak— kastedilen şey zaten büyük bir rol oynamıştır. Birçok kişi, putperestlik denilen olgu ile tek gerçek tanrının varlığına inanan tektanrıcılık arasındaki farkın sırf sayı meselesinden ibaret olduğunu safça farz eder; Paganların birçok tanrısı olduğu halde, tektanrıcıların yalnızca bir tanrıya inanmalarından ibaret olduğunu zanneder. Ne var ki, esas fark bu değildir. Eski Ahit peygamberlerine göre, esas mesele, putperestin, kendi ellerinin eserine tapmasıdır. Putperest eline bir ağaç alır. Bir parçasıyla, örneğin ekmek pişirmek için ateş yakar; ağacın diğer parçasını ise oyup şekillendirerek tapacağı bir figür yapar. Ama taptıkları sırf nesnelerden ibarettir. Bu “nesneler”in burnu vardır ama koku almaz, kulakları vardır ama işitmez, ağzı vardır ama konuşmaz.

Putperestlikte olan biten nedir?

Eğer putperestlik, peygamberce düşünce gibi anlaşılırsa, o zaman olan biten tam da Freud’un dediği aktarım olgudur. Bana kalırsa, aktarım, psikanalizde bildiğimiz haliyle, bir putperestlik dışavurumudur: kişi, kendi etkinliklerini ya da deneyimlediği tüm şeyleri —sevgi gücünü, düşünce gücünü— kendisi dışındaki bir nesneye aktarır. Bu nesne bir kişi olabileceği gibi, ağaçtan ya da taştan bir şey de olabilir. Bir kişi, bu aktarımsal ilintiyi kurar kurmaz, yalnızca kendi insani işlevlerini aktarmış olduğu nesneye boyun eğerek kendi kendisiyle ilişki kurar. Dolayısıyla, sevmek (yabancılaşmış, puta tapıcı bir tarzda sevmek) şu anlama gelir: Ancak tüm sevme yeteneğimi aktarmış olduğum puta kendimi teslim ettiğim zaman severim. Ya da: İyilik niteliğimi aktarmış olduğum puta kendimi teslim ettiğim zaman iyiyim. Akıl, kuvvet —aslında tüm insani karakteristikler— açısından aynısı geçerlidir. Put güçlendikçe —yani, ona aktarım yaptıkça— ben güçsüzleşirim ve ona giderek daha bağımlı hale gelirim, çünkü neyim var neyim yoksa hepsini aktarmış olduğum şeyi kaybedersem ben de kaybolurum.

Psikanalizde aktarım, esasen bundan farklı değildir. Psikanaliz elbette çoğunlukla babayla ve anneyle ilişkili aktarımları ele alır, çünkü bir çocuk, kendi deneyimlerini aktardığı kişileri babasında ve annesinde görür. Bununla birlikte, asıl önemli olan, çocuğun babasına ve annesine aktarım yapması olmaktan çok, aktarım olgusunun kendisidir, olgunlaşmamış kişinin bir put arayışına girmesidir. Eğer kişi, tüm yaşamı boyunca ibadet edeceği bir put ya da idol bulmuşsa, o zaman çaresizliğe düşmesi gerekmez. Bana kalırsa, birçok kişinin analiste gitmeyi böylesine sevmesinin, sonra da hiç ayrılmak istememesinin ve koskoca toplumların, eskiçağ putları kadar kof, onlar kadar uydurma oldukları halde halkı kendilerine bağlamak için aktarım yapmaya özendiren sözde liderlerin ardından gitmelerinin nedenlerinden biri budur.

Elbette, modern toplumda ne Baal ne de Astarte vardır. Çoğu isimler ile nesneleri karıştırdığımız için de isimleri artık duyulmaz olunca nesnelerin de var olmadıklarına ikna olmaya dünden hazırızdır. Ne var ki, gerçekte bugün, önceki yüzyıllardakine kıyasla çok daha pagan ve çok daha putperest bir toplumda yaşıyoruz.

Hegel’e ve Marx’a göre, “yabancılaşma”, kişinin kendisini kaybetmesi ve artık kendisini etkinliklerinin merkezi olarak algılamaz olması anlamına gelir. Kişi pek çok şeye sahiptir ve pek çok şey kullanır, ama kendisi azdır; “Ne denli az olursan, yaşamınızı ne denli az ifade ederseniz, ne denli çok sahip olursanız, yabancılaşmış yaşamınız o denli büyür ve yabanlaşmış varlığınızı o denli fazla korursunuz.” Kişi yalnızca az olmakla kalmaz, bir hiçtir de; çünkü kendisinin yaratmış olduğu şeylerin ve koşulların egemenliği altındadır. Büyücünün yamağı Golem gibidir. Modern insan, kendi elleriyle yaptığı şeylerin denetimi altındadır. Kendisi bir şey haline gelir. Bir hiçtir, yine de kendisini devletle, üretimle, şirketle bütün hissettiği zaman, büyüklük duygusuna kapılır.

Kral Çıplak” masalında kral yine de vardır. Asıl mesele, halk onun giyinik olduğuna inanmasına rağmen, gerçekte çıplak olduğudur. Ama günümüzde artık kral mevcut değildir! Günümüzde insan, ancak dışarıda bir yerlerde durduğu ölçüde gerçektir. O ancak şeyler aracılığıyla, mal mülk aracılığıyla, toplumsal rolü aracılığıyla, “persona”sı (büründüğü rol) aracılığıyla oluşur; ama yaşayan bir kişi olarak gerçek değildir.

Nükleer silahlar, yabancılaşmanın ne olduğunun son derecede çarpıcı ve ürkütücü bir simgesidir. Bunlar insan ürünüdür. Gerçekte, insanın en büyük zihinsel başarılarının bir ifadesidir, ama bizi kontrol eden onlardır. Gün gelip bizim onları kontrol edeceğimiz çok şüphe götürür bir hal almıştır. Biz yaşamak isteyen canlı kişiler, görünüşte her şeye gücü yeten insanlar olmamıza rağmen gitgide güçsüzleşiyoruz. Kontrol ettiğimize inanıyoruz, ne var ki biz kontrol ediliyoruz; bir zorba tarafından değil, şeyler tarafından, koşullar tarafından. İradesi ya da amacı olmayan insanlar olup çıkıyoruz. İlerlemeden ve gelecekten söz ediyoruz, oysaki gerçekte hiç kimse nereye gittiğini bilmiyor, hiç kimse gidişatın nereye doğru olduğunu söylemiyor ve hiç kimsenin bir ereği yok.

“On dokuzuncu yüzyılda, “Tanrı öldü”, denilebilirdi. Yirminci yüzyılda ise insanın öldüğünü söylemek gerekir. Günümüzde şu özdeyiş kulağa doğru geliyor: “İnsan öldü, yaşasın nesne!” Bu yeni insanlık dışılığın, bugünlerde tasarlanan nötron bombası düşüncesinden daha mide bulandırıcı bir örneği belki de yoktur. Nötron bombası ne yapacak? Canlı her şeyi yok edecek ve geriye yalnızca canlı olmayanları —nesneleri, evleri, sokakları— bırakacak.”

Kötülüğün Yeni Bir Dışavurumu Olarak Kayıtsızlık

Eğer her şey —yabancılaşma, insanın şey haline gelmesi, insanın kendisi üzerindeki denetimini yitirmesi, kendi yarattığı şeyler ve koşullar tarafından denetlenir hale gelmesi— dikkate alınıp düşünülürse, kötülük kavramının kökten değişim geçirmiş olduğu söylenebilir. Şimdiye kadar şu doğruydu: kötülük beşeridir. Tıpkı hepimiz birer ermiş olduğumuz gibi, hepimiz birer suçluyuz da. Her birimiz iyiyiz ve her birimiz kötüyüz. İşte tam da kötülük aynı zamanda beşeri olduğu için, kendimizdeki kötülüğü gördüğümüz ölçüde kötülüğü anlayabiliriz. Psikanalistin en önemli yeteneklerinden biri budur ya da bu olmalıdır: Başkalarındaki kötülük karşısında irkilmez, çünkü kendindeki kötülüğü beşeri bir şey olarak algılayabilir.

Bugün temelden farklı bir şey meydana geliyor. Kötü artık iyi karşıtı bir varlık göstermiyor; daha çok, yeni bir insan dışılık vardır: kayıtsızlık; yani karşısında tam yabancılaşma, tam kayıtsızlık. Bu yeni insanlık dışılığı iki olguyla örnekleyerek açıklamak gerekir; Eichman olgusu ve nükleer strateji olgusu.

Bay Kahn, 26 Haziran 1959’da Atom Enerjisi Karma Komitesinin Alt Komitesi önünde söyle söylemiştir:

“Başka bir deyişle, savaş dehşet verici. Buna hiç şüphe yok. Ama barış da öyle. Bugün yapmakta olduğumuz türden hesaplamalarla, ne ölçüde daha kötü olduğunu anlamak için, savaşın dehşetini ve barışın dehşetini karşılaştırmak da yerinde olur.”

Klinik açıdan bakılınca, savaşın barıştan ne ölçüde daha kötü olduğunu hesaplamak gerektiğini söyleyebilen bir kişi “ağır depresyon” hastası olarak tanımlanırdı. Bu kişinin ancak böyle bir düşünce sayesinde kendini intihardan koruduğu öne sürülürdü. Aslında, bu kişinin akli dengesinin bozuk olduğunu söylemek gerekirdi ve ona acınabilirdi. Elbette, ürkütücü olan, bu kişinin bir istisna olmaması, milyonlarca kişinin onun gibi düşünmesidir. İnsanlıktan çıkmış insanın bu tutumu —umursamayan kişinin, yalnızca kardeşini koruyup kollamamakla kalmayıp kendisini bile koruyup kollamayan kişinin tutumu— modern insanı ayırt eden şeydir.

Alternatif: İnsancıllığın Yeniden Doğuşu

Modern insanın hastalığı dikkate alınınca, nasıl olursa olsun herhangi bir gelecek hâlâ var mıdır? Kanımca, bu sorunun yalnızca seçim yapmak anlamında bir yanıtı vardır. Bu konuyu birkaç sözle açmak gerekiyor.

Eğer bireysel ve toplumsal yaşamda içsel meşruiyetten söz edilirse, o zaman “A, B’nin nedenidir” türünden tek doğrultulu bir nedensel zincir çoğunlukla yoktur. Bu türden belirlenimcilik çoğunlukla yanlıştır. Bununla birlikte, çoğu kez şöyle denilebilir: A, bir, iki üç ya da dört seçeneğe götürebilir ama başka seçeneklere değil, yalnızca bunlara. Verili koşullar altında yalnızca belirli birkaç seçeneğin mümkün olduğunu belirleyip saptayabiliriz. Bazen iki, bazen de daha çok seçenek olur. Herhangi bir şeyle ilgili kehanete gerek kalmaksızın, bugün modern insan için ve yeryüzündeki insanların tümü için esasen yalnızca tek seçeneğin olduğuna inanıyorum: Bu, barbarlık ile yeni bir insancıllığın doğuşu arasındaki seçimdir.

Bugünkü atom silahlarının yıkıcı gücü nedeniyle, bazı bilimcilerin artık emin oldukları şey belki de doğrudur: Bu gidişle barbarlığa dönüş bile asla mümkün olmayacaktır, sadece insan soyunun ve yaşayan her şeyin düpedüz yok olması söz konusudur. Eğer gidişat o noktaya varmazsa, o zaman, bir atom savaşından sonra gerçekten barbarlığa ve diktatörlüğe varması olasıdır. Sağ kalanlar, Batı geleneğine ait tüm değerlerin silinip gideceği ve otomatların otomatlara hükmedeceği bir dünya diktatörlüğü kuracaklardır.

Gördüğüm diğer olasılık, on dokuzuncu yüzyılın sonunda doğması beklenen insancıllığın gerçekten doğmasıdır. Bunun olabilmesi için, insanların şimdiki durumlarının insanlık dışılığını ve kendilerini tam yabancılaşmaya sürükleyen yalnızca fiziksel değil çoğunlukla manevi tehlikeyi algılamaları gerekir. Bu nedenle, insanların içgörüleri, bireysel terapi gören birinin durumuna benzetilebilir: İlk önce kim olduğumuzun, bizi neyin güdülediğinin ve nereye gitmekte olduğumuzun farkına varmamız gerekir. Ancak bunun farkına vardığımız zaman, nereye gitmek istediğimiz konusunda bir karar verebiliriz.

İnsancıl bir yeniden doğuşun mümkün olduğuna inanıyorum, çünkü bunun bütün ön koşulları açık seçik ortadadır. Maddi ön koşullar vardır, dolayısıyla tüm insanlık için masa kurulabilir ve insan soyunun hiçbir kısmı artık bunun dışında tutulmamalıdır. Birleşik bir insanlık fikri ilk kez bir gerçeklik halini almıştır. Şurası bir gerçektir ki, insan artık güçlerinin en büyük bölümünü bir hayvan olarak kendi beslenmesine ve barınmasına ayırmak zorunda olmadığı, ama güçlerini geliştirmeyi başlı başına bir amaç olarak gerçekleştirebileceği bir noktaya tarihsel açıdan çok kısa bir zaman diliminde ulaşmıştır. Ön koşullar verili olduğuna göre, yeniden olgun, yaratıcı, seven ve mantıklı insanlar geliştirme amacı güdülebilir. Geriye kalan her şey, bu amacın aracı olacaktır.
Bununla birlikte, sorulması gereken, doğrultumuzu anlamak ve değiştirmek için ne kadar zamanımızın kaldığıdır…

Ralph Waldo Emerson yüz yıl önce şöyle demişti:

“Şeyler dizginleri almış eline, bizi dilediğince koşturuyor.”

Emerson’ın sözünü ettiği değişikliğe dikkat çekmek isterim. Martin Luther’e göre soru, dizginleri hâlâ şeytanın tutup tutmadığı ve kişiyi dilediğince sürüp sürmediğiydi. Şeytan, Kötülüktü ve —daha önce açıkça gösterdiğim gibi— Kötülük hâlâ beşeridir. Bugün bizim için sorun, artık şeytanın bizi dilediğince koşturuyor olması değildir. Problemimiz, bizi şeylerin —yaratmış olduğumuz nesnelerin, koşulların— koşturuyor olmasıdır. Emerson’ın belirlemesine ek olarak şöyle denilebilir: Ancak yeniden dizginleri eline alırsa, modern insanın bir geleceği olur.

İnsan Olmak Üzerine, Modern Dünyada Yabancılaşmaya Dair Hümanist Bir Bakış, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. İnsanın karakteri, kendi elleriyle kurduğu dünyanın gerektirdiği şeylerce yoğrulmuştur. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda orta sınıfın karakteri, güçlü sömürücü ve istifçi özellikler gösteriyordu. Bu “aktif” karakteri, başkalarını sömürme ve daha da çok kâr etmek için kazançlarını biriktirme arzusu belirliyordu. Yirminci yüzyılda, insanın karakter yönelimi, oldukça büyük edilgenlik ve piyasa değerleriyle özdeşleşme gösterir. Çağdaş insan, boş zamanının çoğunda kesinlikle edilgendir. Bengi tüketicidir; içkileri, yiyecekleri, sigaraları, konferansları, manzaraları, kitapları, filmleri “soğurur”; tümünü tüketir, yutar. Tüm dünya, onun ağzına layık büyük bir nesnedir: Büyük bir şişe, büyük bir elma, büyük bir memedir. İnsan, emici olup çıkmıştır, ebediyen beklenti içinde ve ebediyen düş kırıklığı yaşayan…

Erich Fromm 

(23 Mart 1900, Frankfurt – 18 Mart 1980), Modern dünyaya söyleyecek çok sözü olan bir sosyolog, psikanalist ve filozoftur. Bir toplum eleştirmenidir aynı zamanda, bir hümanisttir. Üstelik sadece kuramcı da değildir, eylemcidir de.

Fromm’un eserleri:

  • Rüyalar Masallar Mitler, Sembol Dilinin Çözümlenmesi: Rüyalar, bilinçdışının evrensel diliyle iletişim kurar; mitler ise bu dili kolektif hafızaya işler.
  • Sevme Sanatı: Sevgi, bir duygudan öte bir eylemdir; bilgi, disiplin ve niyetle öğrenilen bir sanattır.
  • İtaatsizlik Üzerine: İnsanın tarihi bir itaatsizlikle başladı; özgürlük, ‘hayır’ diyebilme cesaretidir.
  • Olma Sanatı: Gerçek varoluş, sahip olmakla değil—olmakla başlar; içsel sessizlikte köklenir.
  • Yaratmayan İnsan Yok Etmek İster: Yaratma gücünü kaybeden insan, boşluğunu yok ederek doldurmaya çalışır.

Yazarlar sizi okumaya çalışıyorum davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin