“Anadolu’da doğup büyümüş olmak, bu topraklarda yaşamak, çoğumuzun farkında olmadığı bir ayrıcalıktır. Çünkü bu topraklarda dokuz-on uygarlık- Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troia, İonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları- yeşermiş ve birbirini etkilemiştir… Bu dokuz-on uygarlığın yeşerdiği bu topraklar, aynı zamanda felsefenin ve felsefi bilgiye dayanan bilgeliğin de kaynağını bulduğu topraklardır…”

İoanna Kuçuradi

Merhaba,

Bu uygarlıkların birbirine etkisi, yalnız sanat alanında görülmez; kişide bunu görebilecek bir göz olması koşuluyla, günlük yaşama kadar uzanabilmektedir. Santorini’de 3 bin 500 yıl önce yaşanan volkanik patlamanın izleri Çeşme’deki kalıntılarda. Yaklaşık dört bin yıllık geçmişiyle Çeşme’nin en eski yerleşimi olan Bağlararası, Batı Anadolu’nun Tunç Çağı’na ait önemli bir liman kenti olarak önemli veriler barındırıyor. Yaklaşık dört bin yıllık geçmişiyle Çeşme’nin en eski yerleşimi olan Bağlararası, Batı Anadolu’nun Tunç Çağı’na ait önemli bir liman kenti olarak önemli veriler barındırıyor. Bağlararası’ndaki kazı çalışmalarında volkanik küle 2012, tsunami kalıntılarına 2013, tsunami kalıntıları arasındaki iskelete ise 2017 yılında ulaşıldı. Bulguların bilimsel analizlerinin 10 yıl sürdüğü, sonuçların 2022’de Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi dergisinde yayımlandığı belirtiliyor.

Santorini Volkanı, insanlık tarihinde meydana gelmiş ve izini çizgi halinde izleyebildiğimiz belki de tek doğa olayı. Yarattığı tahribat oldukça büyük çünkü patlama Akdeniz havzasının en yoğun yerleşim bölgelerinden birinde gerçekleşti. Bu felaket Minos uygarlığının deniz hakimiyetinin en dorukta olduğu dönemde meydana geldi. Aynı kül tabakasına Mısır’daki bir kazıda da rastlanması binlerce yıllık insanlık tarihinde aynı ana bakabileceğimiz tek işareti oluşturuyor.

Bu doğa olayı yaşandığında Ege kıyılarındaki yerleşimlerde, binlerce kişinin hayatını kaybettiğini düşünmemiz gerekiyor. Çeşme Bağlararası, Santorini Adası’ndan 227 kilometre uzaklıkta olmasına rağmen tsunamiler o günkü yerleşimi tamamen yerle bir etmiş ve bir daha burada iskan yapılmamış. 3 bin 500 yıl önceden bugüne kadar, bu büyük doğal afet sırasında hayatını kaybeden hiçbir insanın izi bulunamamıştı. İlk kez 2017 yılındaki Çeşme kazılarında tsunami kalıntıları arasında yaklaşık 17 yaşlarında bir erkeğe ait bir iskelet bulundu.

Günümüzde tsunami denildiğinde çoğumuzun aklına Japonya veya Endonezya gibi bölgeler geliyor. Oysa tsunaminin en büyüğü ve tehlikelisi Ege’nin ortasında Santorini Adası’nda meydana gelmiştir.

Şimdi: Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’ten elimize kalan bölük pörçük metinlere ve onlar hakkında, yine eski yazarlarda bulduğumuz ikinci elden bilgilerle bakarsak, onların getirdiği bilgiler arasında, felsefenin başlangıcı arasında, felsefenin başlangıcı sayılan bilgiler ne özellikte bilgilerdir?

Birçok felsefe tarihi kitaplarında, Miletos filozoflarıyla- hatta bütün presokratiklerle- kosmogonilerden kosmolojilere geçildiği söylenir. Doğrudur da. Genellikle mitoslarla açıklanan kosmosun/ evrenin ortaya çıkışıyla ilgili anlatılardan (örneğin Hesiodos’un Kozmogonia‘sından), Miletos’lularla kosmosun/evrenin/ dünyanın yapısının sorgulanmasına geçilmiştir.

Burada yapısı sorulan, kosmos/dünya/evrendir. Ve varolanın yapısını sorgulayan Aristoteles’e rağmen —yani bugünkü anlamda ontoloji yapan bu filozofa rağmen— felsefe tarihi boyunca daha çok bu tür görüşler karşımıza çıkar. 19. yüzyılda Schopenhauer dünyanın yapısının isteme olduğunu, Hegel ise ide olduğunu söyler. 20. yüzyılda evrenin yapısı ve başlangıcı fizik teorileriyle açıklanmaya çalışılacak. Ama korkarım ki, teorik fizik alanında maddenin yapısı hakkında önemli bilgiler getirildiyse de, evrenin ortaya çıkışı pek açıklanamadı. Sanırım da, teoriler dışında, milyonlarca yıl önce olup bitmiş bu olayın bilgisel açıklaması yapılamaz.

İşte Thales’in öğrencisi olan ikinci Miletos’lu filozof Anaksimandros, evrenin başlangıcının (arkhe’sının) bilinemezliğini görür. Ona göre bu başlangıç apeiron’dur. Felsefe tarihlerinde bu apeiron sözcüğü, genellikle ‘sonsuz-sınırsız'(indefinite) şeklinde karşılanır, yani peras’ı (sonu-sınırı) olmayan şeklinde karşılanır.

Teorik fizik bugün hala bu konuda çalışıyor, evrenin başlangıcını laboratuvarda yaratmaya çalışıyor. Ancak bilim teorileri türleri hakkında düşünmüşsek -örneğin ışığın yayılmasına ilişkin teoriler ile Bing Bang arasındaki teori türü farkını görebiliyorsa- bilginin sınırlarını da görebiliriz.

Sokrates Öncesi Felsefe’nin İoania’da, Miletos (Milet), Ephesos (Efes), Klazomenia, Samos (Sisam) gibi ticaret merkezi olan liman kentlerinde doğduğu düşünülür. Anadolu’nun ilk felsefenin başladığı topraklar olduğu düşüncesi yaygın ve kabul gören bir düşüncedir. Tüm başlangıç, köken soruları gibi, felsefenin nerede başladığı sorusu da yanıtlanması güç, tüketici bir yanıt vermeninse olanaksız olduğu sorulardandır. ‘Felsefe’den felsefi düşünmeden neyin anlaşıldığına göre bu soruya farklı yanıtlar vermek mümkün olduğu gibi, bu yanıtların daha sonra ulaşılacak yeni tarihsel-arkeolojik bilgilerle değişmesi de mümkündür. Anadolu’nun felsefi düşünmenin doğduğu toprak olduğuna ilişkin sav bu bilgiler ışığında değerlendirilmelidir.

Miletli doğa filozofları, özellikle de Thales birçoklarınca felsefenin başlatıcısı kabul edilir. Bunda onun sorduğu her şeyin temelini oluşturan şeyin (arkhenin) ne olduğu sorusu ve bu soruya verdiği yanıt kadar, sorunun soruluş ve yanıtlanma biçimi önemli bir rol oynar. Soru pratik gereksinimler dışında sorulmuş teorik bir soru, bilme isteğinin sordurduğu bir sorudur. Dinsel veya mistik bakışın etkisinden kurtulup logosa dayanarak logosla sorulmuş bir sorudur. Rasyonel bir soru, rasyonel bir yanıt bekleyen bir sorudur. Onun bu soruya verdiği “arkhe sudur” yanıtı, sorunun rasyonelliğinin gerisinde kalır, doğru ya da yanlış olması pek önem taşımaz. Ama Miletli üç filozof da bu ana soruya, “arkhe nedir?” sorusuna yanıt ararlar. Bu soruya verdileri yanıtları da göz önüne alarak onlara doğa filozofları denilmektedir. Yanıtları çok tartışılır ama pek kabul görmez, farklı filozoflar farklı ilke ya da maddeleri arkhe olarak ileri sürerler. Ama söyledikleriyle bugün de teorik fiziğin bir yanıt bulmaya çalıştığı evrende herşeyin nasıl başladığı, neyle başladığı, ilk hareket ettiricinin ne olduğu, hangi olandan yola çıkarak hareket ettiricinin bunu başardığı soruları bitip tükenmez tartışmaların ateşleyicisi olurlar. Tek tanrılı dinlerin yaratılış inancı örneğinde olduğu gibi verilen yanıtlar, yapılan açıklamalar kimileri için yeterli bulunsa da kimileri —görece çok daha azları bu soruya bir yanıt aramayı sürdürür. Kozmoloji ya da köken sorularının epistemolojik güçlüklerinin farkında olanlarsa, köken ya da ilk kaynak arama yerine, varlık ve oluş sorusu, varlık tarzları, varolanların bilinmesi, insan bilgisinin sınırları üzerinde durmayı yeğler. Ama Miletliler’le ok yaydan çıkmıştır bir kere. Pek duracak gibi de gözükmemektedir. Bilim adamları bugün de her şeyin nasıl başladığı sorusuna yanıt aramaktadırlar.

Thales ile başlayıp Anaksimandros ve Anaksimenes’le devam eden Milet Okulu Anadolu’nun tek felsefe odağı değildir. Efesoslu Herakleitos, Sinoplu Diogenes, Hierapolisli Epiktetos, Klazomeniall Anaksagoras örneklerinde olduğu gibi, Anadolu toprakları birçok filozofa, felsefi düşünceye yurt olur. Anadolu uygarlığının bir parçasını oluşturur felsefi ve bilimsel düşünme, buradan çağlar ötesine, tüm insanlığa uzanır. Bu nedenle başta Milletli filozoflar olmak üzere, bu topraklar üzerinde ortaya konan tüm felsefi/bilimsel görüşler insanlığın ortak mirasını oluşturur. Somut kültürel miras olan antik yapılar, antik tiyatrolar, tapınaklar, surlar, heykeller, resimler, süs eşyaları gibi felsefi düşünceler de yalnız günümüzde bu topraklar üzerinde yaşayanların ya da onların yazdıkları dille konuşanların değil, insanlığın somut olmayan kültürel mirasının bir parçasıdır. Bu nedenle de onlara insanlığın ortak mirası olarak sahip çıkılması gerekmektedir. Yalnızca bu topraklar üzerinde yaşayan ve bize emanet olan eski uygarlıkların bize bıraktıkları miras olarak değil, insanlığın bilgi yolunda, sorgulama ve insanlaşma yolunda ilk düşünce adımları olarak bizi aydınlattıkları için de onlara sahip çıkılmalıdır.

Bu kitapta Anadolu’da Felsefeye Yolculuk dizisinin bu üçüncü toplantısında, Milet’te yaşayan ve felsefe yapan Antik Yunan felsefesinin üç önemli filozofu, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes ele alınmış, bu üç doğa filozofun düşünceleri ve bunların günümüz için önemi üzerinde durulmuştur. Felsefeyi başlatanlar olsun olmasın, Miletos’lu üç filozof/bilim insanı, elimizdeki kaynaklara bakarak, düşünce tarihinde bir dönüm noktasıdırlar…

Filozof yaşadığı dönemin düşüncesini, problemlerini ve çözümlerini temsil ettiğinden, bir filozofu anlamak için onun çağına, tarihsel ve kültürel ortamına bütüncül bir açıdan bakmak gerekmektedir. Bu anlayışla yürütülen Anadolu’da Felsefeye Yolculuk projesinin bu son ayağında, Miletli filozoflar sadece felsefe görüşleriyle değil, o dönemin kültürel ortamı içinde ele alınmışlardır.

Onların yaşadığı kültür ortamını anlamak için de, toplantının ilk oturumda üç arkeoloğun- ve bir felsefecinin- konuşmalarına yer verilmiştir. Sempozyumun ilk konuşmacısı olan Volkmar Von Graeve “Thales’in Gözüyle Milet” başlıklı konuşmasında, Thales’in yaşadığı M.Ö. 7. ve 6. Yüzyılda Milet’i son yıllarda yapılan kazılarda elde edilen bilgilerle daha iyi bildiğimizi, burada resmettiği Milet’in yalnız Thales’in değil, diğer iki filozofun da içinde yaşadıkları kültür ortamı olduğunu söyler. Thales’in yaşadığı dönemde bile Milet’in Eski Bronz Çağı’na (M.Ö. 3000) kadar uzanan çok eski bir yerleşim yeri olduğunu, birçok kez saldırıya uğrayıp yeniden kurulduğunu, İyon’lu kolonistlerin M.Ö. 1100 civarında Milet’e geldiklerini, yerli halk olan Karyalıları bölgeden uzaklaştırdıklarını, ama onların kadınları ile evlenerek iki kültürün karışarak sürmesine yol açtıklarını belirtir.

Milet’i zamanında güçlü bir kent haline getiren şeyin, kentin denizin içine uzanan bir burunda kurulmuş olması olduğunu söyleyen Graeve, Milet’in batıdan, kuzeyden ve doğudan denizle çevrelenmesinin limanlar için elverişli koşullar sağladığını, kent Minos Dönemi’nden beri dışa açık bir kent olmakla birlikte, kentin ticaret merkezi olmaya başlamasının Arkaik Dönem’de (M.Ö. 800-480) gerçekleştiğini, diğer kentler ve başta Mısır olmak üzere diğer uygarlıklarla kapsamlı bir kültür alışverişine girildiğini belirtir. Bu kültür alışverişi Thales’in zamanından çok önce başlamakla birlikte, Thales komşu ülkelerin kültürleriyle ilişkinin sonucu oluşan entelektüel bir ortamda yaşamış, bu kültür alışverişinde bakışını batıdan ziyade doğuya ve güneye çevirmiş, Milet tarihindeki altın çağa tanıklık etmiştir.

Oturumun ikinci arkeolog konuşmacısı Abdullah Yaylalı “Anadolu Kültür Tarihinde Milet” başlıklı yazısında, kentin Kalkolitik Çağ’dan (M.Ö. 5.000-3.000) başlayıp Hellenistik Dönem’e (M.Ö. 334-30) kadar uzanan tarihini ele alarak Milet’i tanıtmaktadır. Kent’in M.Ö. 1600 yıllarında Minos kökenli bir yerleşim gördüğü, bir Girit kolonisi olduğu, aynı zamanda bir Miken yerleşimine sahne olduğu düşünülmektedir. Miletliler İyonya’da ilk inşa edilen kent dedikleri kentlerini “kentlerin anası” olarak görmekteydi. İyon kentlerinin zaman içinde ticaretle zenginleşmelerinden sonra, diğer birçok antik kent gibi, Milet de koloniler kurmaya başlamış ve M.Ö VI yüzyılda Milet kentinin toplam kolonisi 80’e ulaşmıştır.

Milet Geometrik Çağların (MÖ. 1100-900) sonundan itibaren her alanda en görkemli çağlarını yaşamıştır. Kent bu dönemde çok sayıdaki tapınakları ile dini bir merkez haline gelmiş; sadece ticaretin ve zenginliğin merkezi olarak kalmamış, bilim ve felsefe alanında da saygın bir merkez olmuştur. Yaylalı, Antik çağların ilk felsefecileri Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in Miletli olmasını bunun bir kanıtı olarak ileri sürmektedir.

Bu oturumun tek felsefeci konuşmacısı olan Taşkıner Ketenci ise “Miletos Filozofları Bizim Neyimiz Oluyorlar?” başlıklı konuşmasında, Miletli filozoflar ile bu toplantıyı gerçekleştiren felsefeciler arasındaki ilişkiyi ele alarak, ikisi arasındaki ilk bağlantı noktasının bilim ve felsefe gibi etkinliklerle uğraşma; ikincisinin ise Miletli filozofların ortak kültürel kimliğimizin bir parçası olması olduğunu -en azından böyle bir tezin olduğunu— söyler. Ketenci yazısında geniş bir biçimde bu ikinci nokta üzerinde durur. Anadoluculuk (Mavi Anadoluculuk), Nev Yunanilik/ Türk Tarih Tezi, Tercüme Hareketi gibi hareket veya akımları ele alarak, yazının başlığını da oluşturan soruya yanıt arar. Onların bizden biri olup olmadıkları sorusunun yanıtının ‘biz’i oluşturan oluşturan şeyin ne olduğuyla ilgili olduğunu, aslında ‘biz’ denen şeyin dışardan bir birlik oluşturur görünmesine rağmen, içerden bakıldığında farklı ‘biz’lerden oluştuğunu söyler. Sorusunu da buna dayanarak yanıtlar.

Sempozyumun “Miletoslu Filozofların İzinde” başlığını taşıyan ikinci oturumda dört felsefeci Miletli filozofların görüşleri ve bunun felsefe tarihindeki önemi üzerinde durdular. Oturumun ilk konuşmacısı olan Hatice Nur Erkızan “Miletoslu Aspasia ya da Tarihte Bir Kadın Felsefeci Olmak Üzerine” başlıklı konuşmasında daha çok Perikles’le ilişkisiyle bilinen Miletoslu Aspasia’ nın çok iyi eğitim görmüş, felsefe ve hitabet sanatı üzerine derin bilgisi olan ‘özgür ruhlu’ bir kadın filozof olduğunu vurgular. Ama o düşüncelerinden, bilgi biriminden çok bir kadın olarak görülmüş, bir hetaira olarak alaya alınmış, aşağılanmış ve tanrıları tanımamakla suçlanmıştır. Kimi kaynaklarda Sokrates’in ona çok yakın olduğundan, ondan etkilendiğinden söz edilse de, Sokratesçi Aeschines dışında onun hakkında yazılanlar genellikle olumsuz bir bakış açısına sahiptir. Erkızan bunu felsefe tarihinin batılı erkeğin gözünden yazılmış bir tarih olmasına bağlar. Ona göre Aspasia hakkında yazmak felsefe tarihini değiştirmektir. Onun bu yazısını bunu yapma girişimi olarak görmek mümkündür.

Oturumun ikinci konuşmacısı Yavuz Kılıç “Doğa Bir şey Söylenmez” başlıklı konuşmasında felsefeyi mitosun, dinsel öğelerin etkisinden kurtarmada Miletli filozofların ne derece başarılı oldukları üzerinde durmaktadır. Buna ilişkin üç farklı görüşle karşılaşıldığını söylen Y, Kılıç, ilk görüşe göre Miletli filozoflar mitolojik açıklamaya alternatif bir açıklama tarzı geliştirmişler, ikinci görüşe göre bunların açıklamaları pek dinden ve mitolojiden bağımsız değildir. Üçüncü görüşü savunanlar orta bir yol tutmakta, onların düşüncesinde hem dinsel/mitolojik hem de bilimsel/felsefi yanlar bulmaktadırlar. Yavuz Kılıç, Miletli filozofların mitolojik/dinsel bakışın izlerini taşıdıkları söylenebilse bile, onların bilimsel araştırmayla bile tahmin olmadıklarını, varlığın birliğini gördüklerinin görünenle yetinmeyip her şeyin kökenini aradıklarını, bu nedenle onların felsefi bir bakışa sahip olduklarının söylenebileceğini düşünür.

Oturumun üçüncü konuşmacısı Charilaos Platanakis “Yasal Prosedürlerin Milet Kozmolojisi Üzerindeki Etkisi” başlıklı konuşmasında, İyonya kıyılarındaki sosyo-politik gelişimin kozmolojik düşünce üzerindeki etkisi üzerinde durmaktadır. Yazar bunu da, kozmos açıklamalarındaki anti-mitolojik tavrın, aralarında Milet’in de yer aldığı İyonya kentlerindeki anti-despotik bir karaktere sahip olan rasyonel müzakerenin sonucu olduğu iddiasından yola çıkarak yapmaktadır. Platanakis’e göre yasal düşüncenin Milet kozmolojik düşüncesi üzerindeki en büyük etkisi, bütüncül bir teoriden ziyade sürece gösterilen özel ilgide görülmektedir. Yazar, Miletliler’in sosyo-politik ve hukuki düşüncenin bilimsel ve kozmolojik düşünce üzerinde etkisini, en azından metodolojik olarak genişlettiklerini düşünmektedir.

“Günümüz Gözüyle Milet Filozofları” başlıklı üçüncü oturumda ise günümüzden geriye bakıldığında Milet filozoflarının durumu, günümüz için önemi üzerinde duruldu. Bu oturumun ilk konuşmacısı olan Kadir Çüçen “Heideggerci Bakışla Doğa Filozofları” başlıklı konuşmasında Heidegger’in görüşlerinden, özellikle de Sokrates öncesi varlık anlayışı üzerine söylediklerinden yola çıkarak Doğa Filozofları’nın düşünce yapısını ortaya koymaktadır. Bunun için öncelikle Heidegger’in felsefesi üzerinde, daha sonra felsefenin ana sorusu olan Varlık sorusuna verilecek yanıta götürecek düşünme yolu üzerinde durulmakta; bu aşamalardan sonra Heidegger’in Herakleitos’ta gördüğü, ama Sokrates sonrası ortadan kalkan felsefi bakış ortaya konularak, Herakleitos’un onun felsefesindeki yeri konu edilmektedir.

Bu oturumun ikinci konuşmacısı olan Çetin Türkyılmaz ise “Hegel’in Anaksimandros Okuması” başlıklı konuşmasında, Felsefe Tarihi Üzerine Dersler kitabından hareketle Hegel’in apeironu nasıl anladığını, Hegel’in felsefe tarihinin başlangıcı biçimine dönüştürdüğü arkhe sorununun, Anaksimandros’ta nasıl ele aldığını göstermeye çalışmaktadır, Anaksimandros’un her şeyin kaynağı ilkesini, öğesini soyut bir belirlenim olarak “sonsuz, belirsiz olan” olarak ortaya koymasını, onu tüm oluşun ve yokoluşun ilkesi olarak görmesini Hegel “tamamen doğulu bir düşünce” olarak görür. Onun düşüncelerini Anaksagoras’a benzetse de, Anaksimandros’un sonsuzun mutlak ayrılığı yerine mutlak sürekliliğini temele almasından dolayı, Hegel onun düşüncelerini Atomcular’dan ayırır. Hegel’e göre Anaksimandros, tam da aperion kavramının kendisine uygun olarak bizi bir ‘belirsizliğin’ içine bırakmaktadır. Türkyılmaz bunu, Nietzsche’nin bir sözünden de yararlanarak, Anaksimandros bizi “belirsiz mistik gecesine bırakıyor” biçiminde dillendirir. Sonra da soruyla “Varlık ne zaman yeterince ‘belirli’ oldu ki?” sorusuyla konuşmasını bitirir.

Oturum son konuşmacıları olan Birdal Akar ve Celal Sabancı ise “Bir Miras Olarak Arkhe” başlıklı konuşmalarında, Miletli filozofların düşüncelerinin merkezinde yer alan kavram olan ve sonraki kuşaklara miras bıraktıkları temel düşünce olan arkhe düşüncesini, daha sonraki dönemlerde bu düşüncenin nasıl algılandığını ele almaktadırlar. Miletliler doğanın açıklanmasında mitolojik öğeleri bir yana bırakıp onun yerine nedenselliği koyan ilk filozoflardır. Bu nedenle onların felsefi düşüncenin tarihinde yaptıkları devrim doğanın yerine insanı koyan Sokrates’ in, insanı evrenin merkezine koyan Kant’ın yaptığı devrim kadar önemlidir. Tartışmalarında özel yeri ise Aristoteles’in doğa filozoflarında arkhe sorununa ilişkin değerlendirmesi almaktadır. Aristoteles’in Fizik’in birinci kitabında yaptığı uzun arkhe çözümlemesinden sonra dile getirdiği kendi arkhe anlayışının, Anaksimandros’un arkhe kavramına çok yakın olduğu söylenmektedir.

Sempozyumun son oturumu olan Değerlendirme Oturumu’nda ise Miletli filozoflar ve onların doğa felsefeleri üzerinde durulmuştur. Bu oturumda ilk konuşmayı yapan Mustafa Günay, Milet’in felsefe tarihindeki önemi üzerinde durduktan sonra, sempozyumda yapılan bazı konuşmalardan kesitler aktararak, tartışmalarda önemli bulduğu bazı saptamaların altını çizmektedir. Günay değerlendirmesini, felsefe ve bilimin doğup geliştiği bu coğrafyaya ilişkin konuşmaların, Anadolu’da Felsefeye Yolculuk projesinin temel amaçları ve ruhuna uygun olduğunu, yolculuğun başka şehirlerle ve düşünürlerle sürmesi dileğiyle bitirir.

Değerlendirme oturumunda söz alan Cengiz İskender Özkan ise “Mitos’tan Logos’a Geçiş Olarak Felsefe ve Anaksimandros’ un Aperion Kavramı” başlıklı konuşmasında, yapılan tartışmaların merkezinde aperion kavramının yer aldığı saptamasında bulunarak, Anaksimandros’un bu kavramının epistemolojik bir kavram mı yoksa genellikle yapıldığı gibi ontolojik bir kavram olarak mı ele alınması gerektiği sorusunu sormaktadır. Evrenin maddi anlamda başlangıcı, ilkesi olarak aperion, sonsuz ve sınırsız madde anlamına geldiği gibi, bilinemez ya da belirsiz olan başlangıç anlamına da gelebileceğini söyleyen Özkan, belirsiz olmasının, Thales’in ‘su’ ilkesi gibi belirli bir madde olmaması anlamına geldiğini dile getirir. Yazar sonuç olarak, aperion kavramının ontolojisini yapmak, epistemolojik bir sonuca varmak mümkün olsa da Anaksimandros’un bu kavramı oluşu açıklamak için kozmolojik bir ilke olarak ele aldığı kanaatine varır.

Değerlendirme oturumunu son konuşmacısı olan Berfin Kart “Doğa Felsefesinden İnsana Miletli Filozoflar” başlıklı konuşmasında, Miletli filozofların genellikle doğa filozofları olarak bilinip anıldıklarını, bunun doğru da olduğunu; ama onların düşüncelerinde insana ilişkin kimi izleklerin de yer aldığını, insan felsefesine giden yolun Sofistlerden önce Miletli filozoflarla başlatılabileceğini ileri sürer.

Miletli Filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenesokumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bu kitap UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Felsefe İhtisas Komitesi’nin, Türkiye Felsefe Kurumu ve Adnan Menderes Üniversitesi Felsefe Bölümü ile birlikte 8-9 Kasım 2013 tarihlerinde Aydın’da gerçekleştirdiği, felsefeci ve arkeologların katıldığı Anadolu’da Felsefeye Yolculuk III, “Miletli Filozoflar: Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes” başlıklı sempozyumun bildirilerini biraraya getirmektedir.

Yazarlar sizi okumaya çalışıyorum davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin