“Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu, çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda. Başka birinin gerçeği sizin de gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir…”

— Charles Bukowski

Merhaba,

Bu kitap Heinrich Karl Bukowski kendi hayatından izler taşıyor. Okura içsel bir yolculuk sunuyor. Bukowski, sistemin içindekilere, içinde olduğunun farkında olmayanlara, yardakçılarına ve nicelerine dair, dili her zamanki kabalığında ince ayar bir taşlama işçiliğiyle karşımızda. Hakikatin sözcüsü, tek kelimeyle harika…

Henry Chinaski’nin çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı aile içi şiddet, okulda dışlanma ve toplumsal baskılar karşısında kitaplar onun için bir kaçış değil, bir sığınak haline gelir. Kütüphanede geçirdiği saatler, yalnızlığını anlamlandırdığı ve kendini bulduğu anlardır.

“Benle tek konuşan onlardı.”

Bu cümle, edebiyatın onun için nasıl bir dost ve rehber olduğunu gösterir.

Bukowski, Sinclair, Lawrence, Huxley, Hemingway gibi yazarlarla kurduğu bağ sayesinde yalnızlığını aşar. Bu yazarlar onun için sadece bilgi kaynakları değil, aynı zamanda ruhsal yoldaşlardır. Her kitap, başka bir kitaba ve başka bir düşünceye kapı açar.

Kitaplarla Kurulan Kurtarıcı İlişki

La Cienega Halk Kütüphanesi’ni keşfetmiştim. Üye kartı aldım. Kütüphane West Adams’taki eski kilisenin yakınındaydı. Küçük bir kütüphaneydi ve tek kütüphaneci vardı. Klas kadındı. 38 yaşlarındaydı, şimdiden bembeyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Burnu sivri, çerçevesiz gözlüklerin arkasından bakan gözleri derin bir yeşildi. Onun her şeyi bildiğini düşünüyordum. 

Kütüphanede dolanıp kitapları incelerdim. Raflardan çekip bakardım, tek tek. Ama aldatmacaydı hepsi. Sıkıcıydılar. Hiçbir şey söylemeyen sayfalar dolusu kelime. Veya bir şey söylüyorlarsa bile lafı o kadar uzatıyorlardı ki siz önemsemeyecek kadar yorgun oluyordunuz. Tek tek deniyordum kitapları. Bu kadar kitabın içinde hiç olmazsa bir tane çıkacaktı mutlaka. 

Her gün kütüphaneye yürürdüm ve kütüphanecim orda olurdu, ciddi, güvenilir ve sessiz. Kitapları raflardan alıp incelemeyi sürdürüyordum. Bulduğum ilk gerçek kitap Upton Sinclair adında bir yazardı. Cümleleri basit ve öfkeliydi. Öfkeli yazıyordu. Chicago’daki domuz ağılları hakkında. Meseleye hemen girip, anlatacağını basit anlatıyordu. Sonra ikinci bir yazar buldum. Sinclair Lewis. Kitabın adı Main Sokağı ‘ydı, İnsanların üstündeki riyakârlık tabakalarını soyuyordu. Yeterince tutkulu yazmıyordu ama. 

Arayışımı sürdürdüm.

Her gün bir kitap okuyordum. Bir gün rafların arasında dolanıp kütüphanecimi gözlerken Tahtaya ve Taşa Boyun Eğ başlıklı bir kitaba rastladım. İyi bir başlıktı çünkü buydu yaptığımız. Nihayet, biraz ateş! Kitabı açtım. Josephine Lawrence adında biri yazmıştı. Bir kadın. Olsun. Herkes bilgi edinebilir. Sayfaları açtım. Diğer kitaplardan farksızdı, ruhsuz, belirsiz ve yorucu. Kitabı yerine koyup elim gitmişken yakınındaki bir kitabı aldım. Başka bir Lawrence. Kitabı rasgele açıp okumaya başladım. Piyano çalan bir adamdan söz ediyordu. Çok yapmacık gelmişti önce. Ama okumayı sürdürdüm. Piyano çalan adam sıkıntılıydı. Beyni onunla konuşuyor, karanlık ve tuhaf şeylerden söz ediyordu. Sayfadaki satırlar bağırıyordu sanki, ama “Joe, nerdesin?” değil de “Joe, herkes nerde?” gibi daha çok. Kanlı canlı satırları ile bu Lawrence’dan neden kimse söz etmemişti bana? Neydi bu gizlilik? Reklamını niye yapmıyorlardı? 

Günde bir kitap okuyordum. Kütüphanedeki bütün Lawrence’ları okudum. Dışarı kitap alırken kütüphanecimin tuhaf bakışları ile karşı karşıya buluyordum kendimi.

 “Nasılsın bugün?” diye sorardı. 

Öyle büyük bir haz alırdım ki bunu duymaktan. D H. Lawrence’ın bütün kitaplarını okudum. Başka kitaplara götürdü beni Lawrence. Kadın şair H. D.’ye mesela. Ve Huxley’e, Huxley’lerin en gencine, Lawrence’ın arkadaşı. Yağmur gibi geliyorlardı. Her kitap başka bir kitaba yönlendiriyordu beni. Dos Passos’a geldi sıra. Çok iyi değil, gerçekten, ama yeterince iyi. Amerika üzerine üçlemesini okumak bir günden fazla sürmüştü. Dreiser açmadı beni. Sherwood Anderson açtı. Ve Hemingway geldi. Ne heyecan! Bir cümleyi oturtmayı biliyordu. Müthiş bir coşku ile okudum onu. Sözler cansız değildiler, insanın beyninde mırıldanan şeylerdi sözler. Onları okuyup sihrine vara bilirsen acı çekmeden yaşayabiliyordun, başına ne gelirse gelsin ümidini yitirmeden. Ama evde… 

Babam ve Işıklar

“IŞIKLAR SÖNSÜN!” diye bağırıyordu babam… Rus yazarları okuyordum, Turgenyev ve Gorki’yi. Babamın kurallarına göre akşam sekizde sönmeliydi ışıklar. Ertesi sabah işinde taze ve diri olabilmek için uyumalıydı. Evde tek konuştuğu şey işiydi. İçeri girdiği andan yatana dek işinden söz ederdi anneme. İşinde yükselmeye kararlıydı.

 “Hadi, yetti artık şu allahın cezası ışık! Işıklar sönsün!” 

Birden yaşantıma giren bu adamlar tek kurtuluş şansımdı. Benle tek konuşan onlardı. 

“Peki,” derdim. 

Sonra okuma lambasını alır, yastıkla battaniyenin arasına girer, yeni kitabımı yastığın üstüne koyup battaniyenin altında okurdum. Lamba giderek ısınır, nefes almakta güçlük çekerdim. Hava alabilmek için battaniyeyi kaldırırdım.

 “Nedir o? Işık mı gördüm? Henry, ışıklar söndü mü?” 

Battaniyeyi süratle indirir, babamın horultusunu duyana dek beklerdim. Turgenyev çok ciddi bir yazardı ama beni güldürüyordu, çünkü bir gerçekle ilk karşılaşma gülme duygusu uyandırıyordu insanda, Başka birinin gerçeği sizin de gerçeğinizse ve o bunu sizin için dillendiriyorsa müthiştir. 

Gece okuyordum kitaplarımı, battaniyenin altında, ısınmış lambayla. O güzelim satırları boğularak okumak. Sihirliydi…

Lise yaşantım boyunca ilerde ne olacağımı düşünmemeye çalıştım. Bu düşünceleri geciktirmek daha cazipti.

Şehrin birçok yerine başvuru formu doldurmuştum. Mears Starbuck’ın şehrin birçok yerinde şubeleri olan bir mağazalar zinciriydi. Kalıcı insanlar arıyordu. Şirket, personel değişikliklerinden hoşlanmıyordu. İlk maaşımla kendime Los Angeles Halk Kütüphanesi yakınında bir oda tutmaya kararlıydım…

Peki, diyordum kendi kendime, bir iş buldun. Ömür boyu böyle bir işte mi çalışacaksın? Neden allahın cezası bir konser piyanisti veya yargıç değildim? Çünkü eğitim gerekiyordu ve eğitim parayla sağlanıyordu. Ben bir şey olmak istemiyordum zaten. Ve bunda fevkalade başarılı olduğum tartışılmazdı.

Savaş ve Kimlik

Avrupa’da savaş iyice kızışmıştı, Hitler’in yararına. Öğrencilerin çoğu bu konuda sessiz kalmayı yeğliyorlardı. Ama hocalar konuşuyordu, neredeyse hepsi sol görüşlü ve Alman karşıtıydılar. Ekonomiye gelen Bay Glasglow dışında tek sağ görüşlü hoca yoktu, o da çok temkinliydi bu konuda. 

Entelektüel olarak Almanya ile savaşa girme yanlısı olmak, faşizmin yayılmasını önlemek çok popüler ve uygundu. Bana gelince, sürdüğüm veya gelecekte süreceğim hayatı korumak için savaşma isteği duymuyordum. Özgürlüğüm yoktu. Hiçbir şeyim yoktu. Rasyonalize edebildiğim kadarıyla koruyacak tek şeyim yoktu. Ayrıca, Almanya doğumlu biri olarak doğal bir sadakat duyuyor, Alman ulusu ve halkının her yerde canavar ve geri zekâlı olarak nitelendirilmesi hoşuma gitmiyordu. Sinemalarda haber filmlerini hızlandırıp Hitler ve Mussolini’yi zıvanadan çıkmış iki kaçık gibi gösteriyorlardı. Hocaların tümünün Alman karşıtı olması kişisel olarak onlara katılmamı zaten olanaksız kılıyordu. Kendimi tamamen yabancılaştırmak, içimdeki doğal muhalefeti sürdürmek isteğiyle karşı tezi savunmaya karar vermiştim. “Kavgam “ı okumamıştım ve okumak için en ufak bir istek duymuyordum. Bir başka diktatörden farksızdı benim için Hitler, yalnız onu durdurmak için savaşa katılırsam bana yemek masasında fırça atmak yerine beynimi dağıtırdı babam muhtemelen. Bazen hocalar uzun uzun nazizm (cümle başlarında da “nazi” kelimesini küçük “n” ile yazmamızı söylüyorlardı sürekli) ve faşizm kötülüklerinden söz ederken ayağa fırlayıp bir şeyler uyduruyordum. “İnsan ırkının kurtuluşu sorumlu davrananın hayatta kalmasına bağlıdır.”

Bu tür şeyleri nereden uydurduğumu bilmiyordum: 

“Demokrasinin zayıf noktalarından biri halk oylamasının, seçildikten sonra bizi önceden kestirilebilir ve sıradan bir duygusuzluğa götürecek sıradan bir başkanı kaçınılmaz kılmasıdır!” 

Doğrudan Yahudilerle veya Siyahlarla ilgili yorumlarda bulunmaktan kaçınıyordum, bana hiç zararları olmamış insanlardı onlar. Yahudi olmayan beyazlardı canıma okuyanlar. Mizacımdan dolayı veya seçtiğim için nazi olmamıştım anlayacağınız; hocalar bu kadar benzer oldukları, benzer düşündükleri, Almanlara karşı bu kadar önyargılı oldukları için itilmiştim o konuma. Ayrıca bir yerde, insanın gerçekten inanmadığı ve anlamadığı bir tezi savunurken daha inandırıcı olabileceğini okumuştum, bu da hocalara karşı bayağı avantajlı kılıyordu beni.

 “Bir beygirle bir yarış atını çiftleştirirseniz elde edeceğiniz at ne güçlü olur, ne de hızlı. Amaçlı çoğalma Üstün Irkı doğuracaktır!”

“İyi savaşlar veya kötü savaşlar yoktur. Savaşta kötü olan tek şey kaybetmektir. Bütün savaşlar her iki tarafın da doğru bulduğu nedenlerden çıkmıştır. Ama sadece muzaffer olanın amacı tarihin soylu amacı olur. Kimin haklı veya haksız olduğu değildir mesele, kimin daha iyi generallere, daha üstün bir orduya sahip olduğudur.”

Edebiyatla Dönüşüm: “Yazmak ve Acı”

Charles Bukowski için edebiyat önce bir sığınak, ardından bir başkaldırı ve nihayetinde bir yaratıcılık alanı haline geldi. Kütüphane raflarında aradığı “gerçek” kitaplar, zamanla kendi gerçekliğini yazma ihtiyacına dönüştü. Okudukça yalnızlığını dile getirdi, yazdıkça kendi sesini buldu.

Bukowski’nin metinlerinde acı, utanç, yalnızlık ve öfke açıkça görülür. Ancak bu duygular onu tüketmek yerine üretmeye yönlendirir. Yazdıkça, yaşadığı travmaları kelimelere dönüştürerek onları kontrol altına alır. Yazmak, onun için acıyı anlamlandırmanın ve ona hükmetmenin bir yoludur.

Alkol, Bukowski’nin acıyla baş etme biçimlerinden biridir. Ama aynı zamanda yazının da karşı kutbunda durur: Alkol uyuştururken, yazı uyandırır. Bu ikili arasında gidip gelmesi, onun ruhsal çatışmasını ve iyileşme arzusunu gösterir. Yazmak, alkolün bastırdığı duyguları yüzeye çıkarır.

Bukowski’nin yazma eylemi, onun için sadece bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir hayatta kalma stratejisi, bir içsel iyileşme süreciydi. Sisteme, topluma, aile yapısına ve bireyin içsel çöküşüne kendi kelimeleriyle meydan okudu.

Bukowski yazdıkça kendini daha çok tanır. Henry Chinaski karakteri, onun içsel aynasıdır. Yazı, Bukowski’nin kendine dışarıdan bakabildiği tek alandır. Bu yüzden yazmak, onun için bir tür içsel terapi seansıdır—ama kanlı, dürüst ve filtresiz.

Yazmak, Bukowski’nin toplumla arasına koyduğu mesafenin en güçlü aracıdır. Yazarken kimseye hesap vermez, kimseyi memnun etmeye çalışmaz. Bu özgürlük, onun iyileşme sürecinin temelidir. Çünkü Bukowski için iyileşmek, başkalarının kurallarına göre yaşamak değil, kendi kurallarını yazmaktır.

Yazınsal dili, okuduğu yazarların etkisiyle biçimlendi ama onların izinden gitmedi. Hemingway’in kısa cümleleri, Lawrence’ın içsel çatışmaları, Huxley’in entelektüel derinliği… Hepsi Bukowski’nin dilinde kabalaştı, sadeleşti, ama bir o kadar da özgünleşti. O, edebiyatı süslemek için değil, çıplaklaştırmak için kullandı.

Bukowski’nin yazarlığı, edebiyatın estetik boyutundan çok varoluşsal boyutuyla ilgilidir. Yazmak, onun için bir “kurtuluş” değil, bir “zorunluluk”tu. Yazmasaydı, boğulurdu. Yazdıkça, kendi karanlığını aydınlatmayı başardı. Ve bu aydınlık, başkalarının karanlığına da ışık tuttu.

Ekmek Arası, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Charles Bukowski’nin “Ekmek Arası” (Ham on Rye) adlı eseri, günümüzde hâlâ büyük bir etki yaratıyor çünkü bireyin toplumla olan çatışmasını, yabancılaşmayı ve içsel yalnızlığı çarpıcı bir şekilde ele alıyor. İşte bu eserin günümüz için neden önemli olduğuna dair bazı noktalar:

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

  1. Yabancılaşma ve Anlam Arayışı Bukowski’nin karakteri Henry Chinaski, toplumun beklentilerine uymayan, içsel boşlukla mücadele eden bir figür. Bu durum, özellikle modern bireyin dijital çağda yaşadığı kimlik bunalımı ve aidiyet sorunlarıyla örtüşüyor.
  2. Zihinsel Sağlık ve Duygusal Derinlik Kitapta depresyon, aşağılık kompleksi ve intihar düşünceleri gibi karanlık temalar cesurca işleniyor. Bu, günümüzde ruh sağlığı üzerine yapılan açık tartışmalarla paralellik gösteriyor.
  3. Toplumsal Eleştiri Bukowski, eğitim sisteminden aile yapısına kadar birçok kurumu sorguluyor. Bu eleştirel bakış, günümüzde gençlerin sistemle olan çatışmalarını anlamak için hâlâ geçerli.
  4. Edebi ve Kültürel Etkisi
    • Zekâ ve Acı Üzerine Derin Gözlemler “Zeki insanlar hep dertlidir” gibi alıntılar, hâlâ sosyal medyada sıkça paylaşılıyor. Bu da eserin kültürel bellekte yer ettiğini gösteriyor
    • Otobiyografik Anlatımın Gücü Bukowski’nin kendi yaşamından izler taşıyan bu roman, samimi ve gerçekçi diliyle okuyucuda güçlü bir bağ kuruyor. Bu tarz, günümüz edebiyatında da etkisini sürdürüyor.

“Ekmek Arası”, sadece bir dönemin değil, birçok kuşağın içsel sancılarını anlatan bir roman. Bukowski’nin dürüstlüğü, karanlık ama gerçekçi bakışı, günümüz insanının hâlâ cevap aradığı sorulara ışık tutuyor.

Charles Bukowski : Henry Chinaski’nin Ardından: Bukowski’nin İçsel Haritası

(16 Ağustos 1920 – 9 Mart 1994), asıl adı Heinrich Karl Bukowski olan Amerikalı yazar ve şairdir. Yapıtlarında bazen Henry Chinaski ismini de kullanmıştır. Hayatının çoğunu ABD’nin Los Angeles şehrinde geçirmiştir. Yazıları, benimsediği memleketi Los Angeles’ın sosyal, kültürel ve ekonomik ortamından etkilenmiştir. Bukowski’nin çalışmaları yoksul Amerikalıların sıradan yaşamlarını, yazma eylemini, alkolü, kadınlarla ilişkileri ve işin angaryasını ele alır.

Denememek: Bukowski’nin Yaratım Felsefesi

Bukowski, son romanı Pulpı tamamladıktan kısa bir süre sonra, 9 Mart 1994’te San Pedro’da lösemi nedeniyle öldü. Mezar taşında “Deneme” yazar ki bu Bukowski’nin hevesli yazar ve şairlere ilham ve yaratıcılık konusunda tavsiyelerde bulunduğu şiirlerinden birinde kullandığı bir ifadedir. Bukowski bu ifadeyi 1963’te John William Corrington’a yazdığı bir mektupta şöyle açıklamıştır:

“Bu yerlerden birinde […] biri bana sordu: ‘Ne yapıyorsun? Nasıl yazıyorsun, yaratıyorsun?’ Denemiyorsun, dedim onlara. Denemiyorsun. Bu çok önemli: ‘Denememek’, ne Cadillac’lar, ne yaratım ne de ölümsüzlük için. Beklersin ve hiçbir şey olmazsa, biraz daha beklersin. Duvarın tepesindeki bir böcek gibidir. Sana gelmesini beklersin. Yeterince yaklaştığında elini uzatırsın, tokatlarsın ve onu öldürürsün. Ya da, eğer görünüşünü beğenirsen, onu bir evcil hayvan yaparsın.”

Eserleri :

  1. Postane (Post Office, 1971): Bukowski’nin ilk romanı. Henry Chinaski karakteriyle tanıştığımız bu kitap, onun Amerikan posta servisindeki angarya dolu iş hayatını anlatır. “İşe başladım ve hemen nefret ettim.”
  2. Kadınlar (Women, 1978) : Alkol, cinsellik ve ilişkiler üzerine çarpıcı bir anlatı. Chinaski’nin kadınlarla olan karmaşık ilişkileri üzerinden, sevgi ve yalnızlık sorgulanır. “Kadınlar beni sevdi. Ama ben kendimi sevemedim.”
  3. Ham (Pulp, 1994) : Bukowski’nin ölümünden hemen önce yazdığı son roman. Kara mizah ve absürtlükle dolu bir dedektif hikâyesi. “Gerçeklik, en kötü kurgudan bile daha saçma olabilir.”

Şiirleri:

  1. Mavi Kuş (Bluebird): İçsel kırılganlığı saklama üzerine dokunaklı bir şiir. “Bir mavi kuş var yüreğimde, çıkmak istiyor ama ben ona ‘kal’ diyorum.”
  2. Ortalama İnsan (The Genius of the Crowd): Toplumun karanlık yüzüne dair sert bir eleştiri. “Ortalama insanda herhangi bir günde bir orduya yetecek kadar nefret vardır.”
  3. Bazıları Delirmez (Some People Never Go Crazy): Deliliğin bir özgürlük biçimi olabileceğini ima eder. “Bazıları hiç delirmez. Ne hayat ama!”

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin