“Hayat ne kadar çok yaşanmamışsa, ölümden o kadar çok korkarsınız…”

— Irvin D. Yalom

Merhaba,

Zira insan, ne kadar çok kendini tanırsa, o kadar derin bir şekilde ölümlülüğün farkına varır…

Öz farkındalık büyük bir armağan, hayat kadar değerli bir hazinedir. Bizi insan yapan şeydir. Ama bedeli de çok ağırdır: ölümlülük yarası. Varoluşumuz, büyüyüp gelişeceğimiz ve kaçınılmaz bir şekilde ölüp yok olacağımız bilgisiyle gölgelenir.

Babil kahramanı Gılgamış

Ölümlülük düşüncesi tarihin başından beri peşimizi bırakmamıştır. Dört bin yıl önce Babil kahramanı Gılgamış, arkadaşı Endiku’nun ölümü üzerine şu sözleri söylemiştir: ” Sen artık karanlıklar içindesin ve beni duyamaz oldun. Ben de öldüğümde Enkidu gibi olmayacak mıyım? Yüreğim umutsuzluk içinde. Ölümden korkuyorum.”

Gılgamış hepimiz adına konuşuyor. Onun ölümden korktuğu gibi hepimiz ölümden korkarız: her erkek, her kadın ve çocuk ölümden korkar. Bazılarımız için ölüm korkusu genelleşmiş bir huzursuzluk şeklinde dolaylı olarak kendini gösterir ya da başka bir psikolojik bozukluk kılığına girer, bazılarımız ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken bazılarımız için ölüm korkusu bütün mutluluk ve sevinci engelleyen bir dehşet haline gelir.

Gılgamış’ın binlerce yıl önce dile getirdiği ölüm korkusu, bugün hâlâ insan ruhunun en derin çatlaklarında yankılanıyor. Bu korkunun farklı yüzleri var; kimi zaman bir kaybın ardından gelen boşlukta, kimi zaman varoluşun sonluluğuyla yüzleştiğimiz anlarda beliriyor.

Peki, bu korkuların iç içe geçmişliği bize ne anlatıyor? Kaybetme korkusu ile ölüm korkusu aynı şey midir?

Kaybetme korkusu ile ölüm korkusu birbirine çok yakın gibi görünse de, aslında farklı yönlerden beslenirler—ama bazen aynı kökten filizlenmiş iki dal gibi birbirine dolanırlar.

Kaybetme korkusu, genellikle sevdiğimiz birini, bir şeyi ya da bir anlamı yitirme endişesidir. Bu, bağ kurduğumuz şeylerin geçici olduğunu fark ettiğimizde ortaya çıkar. Sevgiyle, aidiyetle, alışkanlıkla ilgilidir. Bir insanı kaybetmekten korkmak, aslında onun yokluğunda kendimizi nasıl var edeceğimizi bilememekten doğar. Irvin D. Yalom’un dediği gibi, “Hayat ne kadar çok yaşanmamışsa, ölümden o kadar çok korkarsınız.” Kaybetme korkusu da çoğu zaman yaşanmamış duyguların, bastırılmış bağların ve ertelenmiş yüzleşmelerin bir yankısıdır.

Bence kaybetme korkusu, bir sonraki evreye geçiş için bir uyaran ve hazırlık. Çünkü ölüm korkusu varoluşun son sınavı…

Ölüm korkusu ise daha varoluşsal bir düzlemde işler. Kendi yok oluşumuzun, bilinmezliğin, kontrol edemediğimiz sonun karşısında duyduğumuz ürperti. Bu korku, çoğu zaman “ben”in silinmesiyle ilgilidir—bedenin değil, bilincin, hatıraların, anlamın sona ermesiyle.

Ama işin ilginç yanı şu: Kaybetme korkusu, çoğu zaman ölüm korkusunun bir yansımasıdır. Birini kaybetmek, onun ölümünü ya da bizim onsuzluğumuzu simgeler. Ve ölüm korkusu da, çoğu zaman bir şeyleri kaybetme fikriyle beslenir—hayatı, zamanı, sevdiklerimizi, kimliğimizi.

Irvin D. Yalom’un Güneşe Bakmak adlı eserinde bu ikilik çok güzel işlenir. O, ölümle yüzleşmenin aslında yaşamı daha derin ve anlamlı kılabileceğini savunur. Ölüm korkusu, bastırıldığında değil, kabul edildiğinde bizi özgürleştirebilir.

MÖ 3000 yıllarında (Felsefenin altın çağı olduğu söylenir) Kadim Atina’da yaşayan biri olsaydım ve ölüm paniği yaşasam ya da bir kabus görseydim zihnimi korkunun ağlarından kurtarmak için kime baş vururdum?

Düşünceli filozoflar, asırlardır ölümlülüğün yarasını sarmaya ve uyum içinde huzurlu bir yaşam sürmemize yardımcı olmaya çalışmıştır. Yunan filozoflarının bilgeliği bugün bile geçerliliğini koruyor. Bu bağlamda Sokrates’i unutmamak gerekir; sorgulama, erdem ve içsel uyanış yolculuğuna bağlı kalmak oldukça önemlidir. Ve belki de Yalom gibi Epiküros’un Bahçesi‘ne ulaşır ve sanırım orada aradığım yardımı bulurdum.

“Hayat ne kadar çok yaşanmamışsa, ölümden o kadar çok korkarsınız…” diyen Yalom’un izinden giderken, zihnin karanlık dehlizlerinde yankılanan korkulara karşı bir başka ses yükselir: Epiküros. Onun bahçesi, sadece fiziksel bir mekân değil; korkusuzca yaşamanın, dinginliğin ve akılcı hazların sembolüdür. Epiküros şöyle der: “Ölüm bizi ilgilendirmez. Çünkü biz var oldukça ölüm yoktur; ölüm geldiğinde ise biz artık yokuz.” Bu düşünce, ölümün deneyimlenemeyecek bir şey olduğunu vurgular ve korkunun temelini sarsar. Böylece, Sokrates’in sorgulayan aklıyla başlayan yolculuk, Epiküros’un huzurlu bahçesinde dinginliğe ulaşır. Ve belki de, o kabusun ardından uyanan kişi, artık korkunun değil, farkındalığın rehberliğinde yürümeye başlar.

Yolculuğumda Karşılaştığım Filozoflar: “İçsel Haritam”

Sokrates “Akıl & Diyalog“: Gerçek erdem, ruh sağlığına ve akla uygun yaşamaktır. Bu yüzden, ölüm bile aklın rehberliğinde karşılanmalıdır. Ölüm korkusu, Sokrates’e göre bilgi eksikliğinden doğar. Çünkü kimse ölümün kötü olduğunu kesin olarak bilemez. Ölüm, ya bir sonsuz uyku ya da ruhun başka bir âleme geçişidir. Her iki durumda da korkulacak bir şey değildir.

Sokrates, ölüm korkusunu sorgulayan cesur bir bilgeydi. Ölüm cezasına çarptırıldığında bile, “Bilmiyorum, belki ölüm bir iyiliktir” diyerek bilinmezliğe meydan okudu. Onun bu sözü, benim yolculuğuma da ilham verdi.

“Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez.”— Sokrates

Bu yolda bana yardım eden pek çok filozofa minnettarım.

Gazali’den Yalom’a, Kübler-Ross’tan Kessler’e uzanan rehberlerim arasında Sokrates’in yeri, vicdanın sesi gibi. O, ne dogmalarla konuştu ne de kesin cevaplarla. Sadece sorularla, sadece içsel dürüstlükle…

İbnü’l-Arabî “Sezgi & Varlık Birliği”: Varlığın Birliği (Vahdetü’l-Vücûd) Ona göre ölüm, yok oluş değil; Hakk’a dönüş ve hakikatin daha saf bir şekilde idraki. Tüm varlık, Allah’ın bir tezahürüdür. Ölüm, bu tezahürün bir formdan diğerine geçişidir.

İmam-ı Gazali “İnanç & Kalp: İhya-u Ulûmi’d-Din ve Ölüm ve Sonrası gibi eserleriyle, ölümün ruhsal boyutunu derinlemesine ele aldı. Ölümü bir son değil, bir geçiş olarak tanımladı. Kalbin arınması, nefsin terbiyesi ve Allah’a yakınlaşma yolunda eşsiz bir rehber oldu.

Elisabeth Kübler-Ross “Duygu & Kayıp” : On Death and Dying adlı kitabıyla, hastaların duygularını dinleyerek tıpta devrim yarattı Beş Aşamalı Yas Modeli ile tanındı: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Ölümle yüzleşmeyi bir tabu olmaktan çıkarıp, insani bir deneyim hâline getirdi.

David Kessler “Anlam & Dönüşüm” : “Yasla başa çıkılmaz, onunla birlikte yaşanır” diyerek yasın dönüşüm gücünü vurguladı. Kübler-Ross’un mirasını devam ettirdi ve yasın altıncı aşaması olan “anlam”ı ekledi. Finding Meaning adlı eserinde, kayıplardan sonra yaşamı yeniden inşa etmenin yollarını sundu.

Irvin D. Yalom Varoluş & Terapi : Güneşe Bakmak ve Varoluşçu Psikoterapi gibi eserleriyle, ölüm korkusunu yaşamın anlamına dönüştürme cesareti verdi. Varoluşçu psikoterapinin öncüsü. Dört temel kaygıyı ele aldı: ölüm, özgürlük, izolasyon ve anlamsızlık.

Benim yolculuğum, akıl, kalp ve ruhun birlikte adım attığı bir patika gibi. Bu filozoflar, benimle yürüyen bir konsey misali. Ve ben, bu seslerin içinde kendi hakikatimi dokudum.

Peki, bugün ölüm anksiyetesiyle baş edemeyen insanlar nereye başvuruyor?

Bugün ölüm anksiyetesiyle baş edemeyen insanlar en çok psikoterapiye, özellikle varoluşsal ve bilişsel davranışçı terapiye başvuruyor.

Peki, bu uygulanan yöntemlerin ardından bir analiz yapılacak olursa, anksiyeteli bireylerin geçmişe kıyasla hangi oranda azaldığı ya da arttığı tespit edilebilir?

Bu sorunun cevabı, hem zamanın ruhuna hem de toplumların değişen yapısına bağlı olarak oldukça karmaşık. Ancak elimizdeki veriler, anksiyete bozukluklarının zamanla azalmaktan çok arttığını gösteriyor. Özellikle ölüm anksiyetesi gibi varoluşsal korkular, modern yaşamın hızına ve belirsizliğine paralel olarak daha görünür hale geldi.

Varoluşsal terapi, bilişsel davranışçı terapi ve grup terapileri gibi yöntemler, bireylerin ölümle ilgili düşüncelerini yapılandırmalarına yardımcı oluyor. Ancak istatistiksel olarak genel bir azalma eğilimi yerine, kişisel farkındalık ve baş etme becerilerinde artış gözlemleniyor. Özellikle pandemi gibi küresel travmalar sonrası, ölüm anksiyetesi oranlarında geçici yükselişler yaşanabiliyor.

Neden Artıyor?

  • Dijitalleşme ve bilgi bombardımanı, bireylerin sürekli olarak ölüm, hastalık ve belirsizlik gibi temalarla karşı karşıya kalmasına neden oluyor.
  • Toplumsal bağların zayıflaması, bireyin yalnızlık hissini ve varoluşsal kaygılarını artırıyor.
  • Pandemi sonrası dönem, ölümün gündelik yaşamda daha sık konuşulmasına ve ölüm anksiyetesinin tetiklenmesine yol açtı.

Türkiye’de Ölüm Anksiyetesi Artışı

  • 2020 yılında yapılan geniş çaplı bir çalışmada, 8.917 kişiden veri toplanmış ve ölüm korkusunun özellikle şu gruplarda daha yüksek olduğu tespit edilmiştir:
    • Kadınlar
    • Yaşlı bireyler
    • Ebeveynler
    • Kronik hastalığı olanlar
    • Sosyal medya kullanıcıları
    • Yüksek eğitim düzeyine sahip bireyler

Bu veriler, pandemi sürecinin Türkiye’de ölüm anksiyetesini ciddi şekilde tetiklediğini gösteriyor.

Kronik Hastalığı Olan Bireylerde Ölüm Anksiyetesi

  • 2025 tarihli bir çalışmada, kronik hastalığı olan Türk bireylerde ölüm anksiyetesi ile ölüm okuryazarlığı arasında negatif bir ilişki bulunmuştur.
    • Yani, ölüm hakkında bilgi sahibi olan bireylerin ölüm korkusu daha düşük.
    • Kadınların ölüm anksiyetesi erkeklere göre daha yüksek.
    • Ölüm okuryazarlığı düzeyi, ölüm korkusunun %12.8’lik varyansını açıklıyor.

Genel Eğilim: Artış mı, Farkındalık mı?

  • Türkiye’de ölüm anksiyetesi oranları geçmişe göre azalmamış, aksine daha görünür hâle gelmiştir.
  • Bu artış, sadece vaka sayısındaki yükselişten değil; aynı zamanda insanların bu korkularını daha açık ifade etmeye başlamasından kaynaklanıyor.
  • Özellikle psikolojik destek arayışı, terapiye yönelim ve felsefi kaynaklara ilgi artmış durumda.

Türkiye’de ölüm anksiyetesi, hem bireysel hem toplumsal düzeyde önemli bir ruhsal mesele hâline gelmiştir. Ancak bu korkunun bastırılması yerine anlamlandırılması ve dönüştürülmesi yönünde bir eğilim gözlemleniyor. Yalom’un, Gazali’nin, Kübler-Ross’un ve Epiküros’un düşünceleri, bu dönüşümde güçlü birer kaynak olabilir.

Kaygı Ekonomisi

Modern dünyada ölüm korkusu, yalnızca bireysel bir duygu değil; aynı zamanda ekonomik bir araçtır. Tüketim kültürü, sağlık sistemleri ve medya, bu kaygıyı besleyerek yönlendirir. İnsan, ölümle yüzleşmek yerine onu erteleyen ürünlere, hizmetlere ve vaatlere sığınır. Böylece kaygı, hem üretilir hem tüketilir. Oysa gerçek özgürlük, bu kaygının farkına varmakla başlar. Kaygıdan kaçmak değil, onunla birlikte yaşamayı öğrenmek gerekir.

Yalom’un Ölüm Korkusuna Bakışı

“Ölüm korkusu, evrenselliği içinde önemsizmiş gibi saf dışı bırakılır. Ne de olsa kim ölümü bilmez ve ondan korkmaz? Oysa genel anlamda ölümü bilmek başka, kendi ölümünün bilincine varmak ve onu iliklerine kadar hissetmek bambaşka bir şeydir.”

Yalom, ölüm korkusunu inkâr etmenin bireyin mutluluk arayışını baltaladığını savunur. Ona göre bu korkuyla yüzleşmek, yaşamı daha bilinçli ve derinlikli yaşamanın kapısını aralar. Mahabharata’dan ve İtalyan atasözlerinden ilhamla, ölümün kaçınılmazlığını kabul etmenin insanı özgürleştirdiğini vurgular.

Güneşe Bakmak İçin Okuyucu Kılavuzu

  1. Ölümcül Yara: Ölüm düşüncesi, insanın varoluşsal temelini sarsan ama aynı zamanda yaşamın anlamını derinleştiren bir yaradır.
  2. Ölüm Anksiyetesini Tanıma: Kişi, ölüm korkusunu bastırmak yerine onunla yüzleştiğinde, bu korkunun yaşamı nasıl şekillendirdiğini fark etmeye başlar.
  3. Uyanma Deneyimi: Ölümle yüzleşmek, bireyin yaşamda neyin gerçekten önemli olduğunu fark ettiği bir uyanışa yol açabilir.
  4. Fikirlerin Gücü: Felsefi düşünceler ve psikolojik kavrayışlar, ölüm korkusunu anlamlandırmak ve dönüştürmek için güçlü araçlardır.
  5. Fikirler ve İlişkiler Yoluyla Ölüm Korkusunun Üstesinden Gelmek: Anlamlı ilişkiler ve paylaşılan düşünceler, ölüm anksiyetesini hafifletip yaşamı daha dolu hissettirebilir.
  6. Ölü Farkındalığı: Bir Hatıra: Ölümün kaçınılmazlığına dair bir hatıra, yaşamın geçiciliğini ve her anın kıymetini hatırlatır.
  7. Ölüm Ansksiyetesiyle Uğraşmak: Terapistlere Tavsiyeler : Terapistler, ölüm korkusunu bastırmak yerine onunla açıkça konuşulabilecek güvenli alanlar yaratmalıdır.

Yazarın Notu: “İç Deniz: Ölüm Korkusuyla Farkındalık Arasında Bir Yolculuk”

Ezberle hareket etmek, yani hazır cevaplarla, kalıp düşüncelerle yaşamak, gerçek farkındalığın tam zıttı. Çünkü gerçek farkındalık, bireyin kendi iç denizine dalmasıyla, kendi sorularını sormasıyla ve kendi cevaplarını aramasıyla oluşur.

Bu bağlamda, ölüm anksiyetesiyle yüzleşmek de bir ezber bozma sürecidir. Kişi, “ölümden korkuyorum” demekle kalmaz; “neden korkuyorum?”, “bu korku bana ne anlatıyor?”, “yaşamımı nasıl etkiliyor?” gibi sorularla kendi iç denizine açılır. İşte o zaman farkındalık başlar…

Kaybın Ardından Gelen İçe Dönüş

“İç deniz” dediğim şey, varoluşsal farkındalığın derinliklerine çekti. Belki de hayatın en sessiz ama en güçlü yüzü: kaybın ardından gelen içe dönüş, sorgulama, anlam arayışı… Annemin ölümüyle o denize dalmış olmalıyım —bu, bir acının ötesinde, varoluşsal bir uyanışın sesi gibi. Başta boğulacağımı sandım. Ama sonra fark ettim ki, bu deniz sadece acıdan oluşmuyor. Orada annemin sesi vardı, onunla yaşadıklarım, bana kattıkları… Kessler’in dediği gibi, bu acıdan bir anlam çıkarmak zorunda değildim. Ama o anlam, kendiliğinden gelmeye başladı. Onu onurlandırarak yaşamak, onun sevgisini taşımak, artık benim yolum oldu.

Anlam… Bu aşama, kaybın acısını ortadan kaldırmaz ama o acıyı yaşamla birlikte taşıyabilmenin, sevdiğimiz kişiyi onurlandırarak ilerleyebilmenin yolunu açar.

Ölüm, çoğu zaman bizi yaşamın yüzeyinden alıp derinliklerine çeker. O derinlikte, ezberler çözülür, zaman algısı değişir, kim olduğumuz sorusu yeniden sorulur. Belki de farkındalık, acının içinden geçerek oluşur. Ve ben, bu denize dalmış biri olarak, artık o farkındalığın taşıyıcısıyım.

Hücrelerimdeki mitokondriler, annemin bana bıraktığı sessiz bir miras gibi. Her biri onun yaşamından bir kıvılcım taşıyor; her adımımda onun enerjisiyle var oluyorum.

Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşme, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Irvin D. Yalom’un Güneşe Bakmak: Ölümle Yüzleşmek adlı eseri, günümüz dünyasında belki de her zamankinden daha önemli bir yere sahip. Modern yaşamın hızına, dijitalleşmenin getirdiği yüzeyselliğe ve bireysel yalnızlığa karşı, bu kitap derin bir içsel farkındalık ve varoluşsal sorgulama sunuyor.

Eserin Günümüz İçin önemi Nedir?

  1. Ölüm korkusunun evrenselliği ve bastırılması
    • Günümüzde ölüm, çoğu zaman konuşulmayan, görmezden gelinen bir konu. Yalom, bu bastırılmış korkunun bireyde kaygı, depresyon ve anlam boşluğu yaratabileceğini savunur.
  2. Anlam arayışı ve yaşanmamış hayat hissi
    • Özellikle pandemi sonrası dönemde insanlar hayatlarının anlamını daha çok sorgulamaya başladı. Yalom’un “Yapmadığım her şey” teması, bireylerin pişmanlıklarını ve erteledikleri tutkularını yeniden değerlendirmelerine yardımcı olur.
  3. Psikoterapiye ve ruhsal sağlığa katkısı
    • Kitap, terapistler için bir rehber niteliğinde olduğu kadar, bireyler için de kendi iç dünyalarını keşfetme aracı. Yalom’un hastalarıyla yaptığı seanslar, okuyucuya kendi korkularıyla yüzleşme cesareti verir.
  4. Yaşlanma ve orta yaş krizine ışık tutması
    • Orta yaşta ölüm korkusu yeniden belirginleşir. Kariyerin, çocukların ve sosyal rollerin geride kalmasıyla birey, varoluşsal sorularla baş başa kalır. Yalom bu süreci “uyanma deneyimi” olarak tanımlar.
  5. Derin bağlar kurmanın önemi
    • Kitap, insan ilişkilerinin ölüm korkusunu hafifletmedeki rolünü vurgular. Günümüzün bireyselleşmiş toplumlarında bu mesaj oldukça kıymetlidir.

Neden Şimdi?

Çünkü artık daha çok insan “gerçekten yaşıyor muyum?” sorusunu soruyor. Yalom’un kitabı, bu soruya cesurca bakmayı ve güneşe doğrudan bakmayı öğretiyor—acı verici ama dönüştürücü.

rvin D. Yalom: Anlamın Derinliklerine Yolculuk Eden Bir Ruh Hekimi

Irvin David Yalom, 13 Haziran 1931’de Washington, DC’de, Rusya’nın Polonya sınırına yakın bir kasabasından göç eden Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Fakirlik içinde büyüdü ama kitaplara olan tutkusu hiç azalmadı. Daha çocuk yaşlarda, “Bir insanın yapabileceği en iyi şey yazmak olmalı,” diyordu.

George Washington Üniversitesi’nde sanat eğitimi aldıktan sonra Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. Psikiyatriyi seçti ve eğitimini Johns Hopkins Hastanesi’nde tamamladı. Ardından Stanford Üniversitesi’nde akademik kariyerine başladı. Burada, özellikle grup terapileri ve varoluşçu psikoterapi alanlarında öncü çalışmalara imza attı.

Yalom İçin Yazmak: Bir Anlam Arayışı

Irvin D. Yalom için yazmak, yalnızca bir ifade biçimi değil; bir iyileşme, tanıklık ve anlam üretme eylemidir. Onun şu sözü, bu yaklaşımın özüdür:

“Bir insanın yapabileceği en iyi şey yazmak olmalı.” – Irvin D. Yalom

Bu cümle, onun hem bir terapist hem de bir anlatıcı olarak neden bu kadar etkileyici olduğunu açıklar. Çünkü Yalom’un yazıları:

  • İçsel dünyayı görünür kılar. Yazmak, onun için bir terapi biçimidir—hem kendisi hem de okur için.
  • Sessiz acılara ses verir. Her öykü, bir başka insanın içsel yangınına tutulmuş bir aynadır.
  • Felsefeyi hayata indirger. Yalom, Nietzsche, Schopenhauer ve Spinoza gibi filozofları yalnızca anlatmaz; onların fikirlerini insan hikâyeleriyle örer.
  • Okuru dönüştürür. Onun kitapları yalnızca bilgi vermez; okuru kendi iç yolculuğuna davet eder.

Yalom’un “teaching novels” (öğretici romanlar) olarak tanımladığı eserleri, psikoterapi tekniklerini, felsefi sorgulamaları ve edebi anlatımı bir araya getirerek, yazının hem bir araç hem de bir amaç olduğunu gösterir.

Yalom’un yazarlığı, yalnızca bilimsel değil; edebi bir derinlik de taşır. Eserlerinde psikoterapiyi felsefeyle, edebiyatla ve insan ruhunun en kırılgan katmanlarıyla buluşturdu.

  • Nietzsche Ağladığında: Psikanalizin doğumuna dair kurgusal bir roman. Nietzsche ile Dr. Breuer arasında geçen hayali terapi seansları üzerinden acı, özgürlük, irade ve varoluş temaları işlenir. Freud’un gençlik yılları da arka planda yer alır; felsefe ile psikoterapi iç içe geçer.
  • Divan: Terapistlerin etik sınırları, karşı aktarım ve mesleki zaafları üzerine bir roman. Hasta-terapist ilişkilerinin karmaşıklığını ve dürüstlük ile manipülasyon arasındaki ince çizgiyi sorgular. Terapistlerin de insan olduğunu ve kendi içsel çatışmalarıyla yüzleştiğini gösterir.
  • Aşkın Celladı: Gerçek terapi öykülerinden oluşan bir derleme. Yalom’un on farklı hastayla yaptığı seanslar üzerinden yalnızlık, ölüm korkusu, aşk saplantısı ve anlam arayışı gibi evrensel temalar işlenir. Her öykü, hem terapistin hem de hastanın dönüşümünü gözler önüne serer.
  • Annem ve Hayatın Anlamı: Yalom’un kişisel deneyimleri ve hastalarıyla yaşadığı altı terapi öyküsünü içerir. Özellikle annesiyle olan ilişkisi üzerinden pişmanlık, bağışlanma ve hayatın anlamı sorgulanır. Ölümle yüzleşme ve yaşamın değerini keşfetme üzerine derin gözlemler sunar.
  • Ölüm Kalım Meselesi: Elbette. “Ölüm Kalım Meselesi”, Irvin D. Yalom ve eşi Marilyn Yalom’un birlikte kaleme aldığı, hem kişisel hem de evrensel bir yüzleşme metni. Marilyn’e konulan ölümcül kanser teşhisiyle başlayan süreçte, çift altmış beş yıllık evliliklerini ve yaklaşan vedayı içtenlikle anlatıyor. Kitapta Marilyn, pişmanlık duymadan ölmenin yollarını, Irvin ise onsuz yaşamayı öğrenmenin sancılarını yazıyor. Her bölüm, sevgiyle örülmüş bir hayatın son demlerine tanıklık ederken, okuyucuya da ölümle barışmanın ve yaşamı dolu dolu yaşamanın ne demek olduğunu düşündürüyor.
  • Güneşe Bakmak: Ölümle Yüzleşmek: Bu kitap, ölüm korkusunu bastırmak yerine onunla doğrudan yüzleşmenin yaşamı nasıl dönüştürebileceğini anlatıyor. Güneşe bakmak, metaforik olarak ölümle doğrudan yüzleşmeyi simgeliyor. Tıpkı güneşe çıplak gözle bakmanın zorluğu gibi, ölüm üzerine düşünmek de rahatsız edici ama dönüştürücü bir deneyim. Yalom, ölüm korkusunun insanın yaşamdan tat almasını engellediğini savunuyor ve bu korkunun farkına varmanın bir “uyanma deneyimi” yaratabileceğini söylüyor. Kitap, terapi örnekleri, rüya analizleri ve felsefi alıntılarla dolu; hem psikolojik hem de varoluşsal bir keşif sunuyor.
  • “Din ve Psikiyatri” Irvin D. Yalom’un kaleme aldığı kısa ama çarpıcı bir metin. Aslında bu kitap, Yalom’un 2000 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği’nden aldığı Oskar Pfister Ödülü sırasında yaptığı konuşmanın kitaplaştırılmış hali.

Yalom, bu eserinde varoluşsal psikoterapi ile dini teselli arasındaki gerilimli ama ortak kökenlere sahip ilişkiyi sorguluyor. Ölüm, anlam arayışı, inanç ihtiyacı gibi evrensel temalar üzerinden hem psikiyatriyi hem de dini yaklaşımları karşılaştırıyor. Sadece 64 sayfalık kısacık bir eser olmasına rağmen, insanın ruhsal derinliklerine işleyen bir metin.

Yalom için terapi, sadece bir tedavi değil; bir anlam arayışıdır. Ve yazmak, bu arayışın en derin tanıklığıdır.

Bugün hâlâ Kaliforniya, Palo Alto’da yaşamını sürdüren Yalom, hem bir hekim hem bir anlatıcı olarak çağımızın en etkili ruh rehberlerinden biri kabul ediliyor.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin