“Tüm bu storytelling yaygarasının ortasında, anlam ve istikamet eksikliğiyle kendini açığa vuran bir anlatı boşluğu hüküm sürüyor. Ne storytelling ne de anlatısal dönemeç anlatının geri dönmesini sağlayabilir.”

— Byung-Chul Han

Merhaba,

Acı bastırıldığında, anlatı da çözülür. Anlatının Krizi, çağdaş insanın hikâye kurma yetisinin nasıl zayıfladığını gösteriyor. Foucault’nun “özneleşme” süreci, anlatı yoluyla kendini kurma imkânına dayanır. Han’ın bu kitabı, anlatının çözülüşüyle birlikte öznenin de nasıl parçalandığını düşündürür.

Anlatılar varlığa demirlediğimiz çapa olduğu sürece, yani bize bir yer tayin ettikleri, hayatı anlam, dayanak ve istikamet ile bezeyerek dünyada-olmayı evde-olmaya dönüştürdükleri sürece, başka bir deyişle, yaşamın kendisi bir anlatıyken, hikaye anlatıcılığından veya anlatıdan asla söz edilmemiştir. Bu tür kavramların kullanımında yaşanan enflasyon tam da anlatılar başlangıçtaki güçlerini, çekim kuvvetlerini, esrarlarını, hatta büyülerini kaybettiklerinde baş gösterir. Bir kez inşa edilmiş, kurgulanmış bir şey olarak görülünce içsel hakikat anlarını yitirirler. Kendileri de olumsal, değişebilir ve değiştirilebilir olarak kabul edilirler. Atık bağlayıcı, birleştirici bir tarafları kalmamıştır. Artık bizi varlığa demirlemezler.

Komplo teorileri de dahil olmak üzere geçici anlatı seli ve enformasyon tsunamisi nihayetinde aynı madalyonun iki yüzüdür. Enformasyon veri denizinde sürüklenirken, bir anlatı çapası ararız.

Hikayeler empati kapasitelerini geliştirerek birbirine bağlar. Gerçek bir topluluk yaratırlar. Anlatıcılık yakın dinleme ve derin dikkat gerektirir. Anlatı topluluğu dikkatli dinleyicilerden oluşan bir topluluktur. Dikkatle dinleme sabrını, hatta hikaye anlatma sabrını giderek kaybediyoruz. Anlatı krizinin uzun bir geçmişi vardır. Han’ın bu çalışması bunun izini sürmekte.

Anlatının Krizi Bölümleri

Bence Han’ın kitabı, hem anlatının çözülüşünü dile getiren bir anlatı hem de enformasyon toplumuna dair bir eleştirel enformasyon metni. Bu ikilik, kitabın en güçlü yanı: okur, metnin kendisinde bile anlatı/enformasyon gerilimini deneyimliyor.

Anlatıdan Enformasyona: Anlatılar, eskiden deneyim ve anlam taşırken günümüzde enformasyona indirgeniyor. Bilgi akışı hızlanıyor ama derinlik kayboluyor. Enformasyon, haber peşinde dünyayı tarayan muhabirlerin ortamıdır. Hikaye anlatıcısı ise muhabirin karşı-figürüdür. Bir hikaye anlatıcısı bilgi vermez ya da açıklama yapmaz. Aslında, anlatma sanatı enformasyonun saklanmasını icap ettirir: “Esasında, hikayeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder.” Saklanan bilgi, yani açıklamamanın olmaması, anlatının gerilimini artırır.

Walter Benjamin’in ifadesiyle: “Anlatma sanatı nadir hale geldiyse, enformasyonun, yayılması bu halde belirleyici bir rol oynamıştır.” Enformasyon, açıklanamayan, sadece anlatılan olayları kenara iter. Bir anlatının kenarlarında kıyılarında genellikle harikulade ve gizemli bir şeyler vardır. Bu, sırrın karşıtını temsil eden enformasyonla bağdaşmaz. Açıklama birbirini dışlar.

Deneyim Yoksulluğu: Walter Benjamin’in “deneyim yoksulluğu” kavramına yakın: modern insan çok şey yaşıyor ama az şey deneyimliyor. Anlatı kuracak derinlik oluşmuyor.

Anlatılan Yaşam: Yaşamın kendisi artık anlatı üzerinden şekilleniyor. Sosyal medyada insanlar hayatlarını “hikâye” formatında sunuyor, ama bu anlatılar yüzeysel kalıyor.

Çıplak Yaşam: Giorgio Agamben’in kavramına gönderme: anlatının kaybolmasıyla yaşam yalnızca biyolojik bir çıplaklık olarak kalıyor, anlamdan yoksunlaşıyor.

Dünyanın Büyüsünün Bozulması: Max Weber’in “büyünün bozulması” kavramıyla bağlantılı: anlatılar dünyayı anlamlı kılarken, onların kaybolmasıyla dünya büyüsünü yitiriyor.

Şoklardan Like’lara: Modern iletişimde şok edici olaylar hızla tüketiliyor ve “like”lara indirgeniyor. Anlatı derinliği yerine anlık tepki kültürü hâkim.

Anlatı Olarak Teori: Teori bile bir anlatıdır; Freud’un psikanalizi bunun en açık örneğidir. Ancak günümüzde teoriler derinlikli anlatı olma özelliğini yitirip sloganlara dönüşüyor; bu da anlatının krizinin düşünsel alandaki yüzüdür. Oysa yeni anlatılar yeni algılama biçimlerini mümkün kılar. Nietzsche’nin tüm değerleri yeniden değerlendirmesi, dünyayı yeniden anlatmanın ve onu taze gözlerle görmenin radikal bir örneğidir. Düşünmenin kendisi de nihayetinde bir anlatıdır; her adımıyla ilerler, anlamı kurar ve özneyi dünyaya yeniden bağlar.

Şifa Olarak Anlatı: Hastalıklar bloke olmuş bir hikayenin ifadeleridir. İyileşme, hastanın bu anlatı blokajından kurtulmasından, anlatılamayanın söze dökülmesinden, onun dilsel ifadeye kavuşturulmasından ibarettir. Hasta kendini özgürce anlattığı anda iyileşmiş olur; çünkü anlatı, acıyı dönüştürür, özneyi yeniden dünyaya bağlar ve varoluşu anlamla doldurur.

Hikaye anlatıcılığının kendi başına terapötik bir etkisi vardır, çünkü söz konusu durumu geçmişe yerleştirir. Durum, geçmişin bir parçası olarak artık bugüne etkileyemez. Deyim yerindeyse, olduğu gibi bir kenara koyulup yola devam edilir.

Hannah Arendt, “İnsanlık Durumu”nun eylemle ilgili bölümüne Isak Dinesen’den alışılmadık bir cümleyi epigraf olarak seçer:

“Hikaye gibi anlatıldığında ya da yazıldığında bütün dertler katlanılabilir olur.”

Çünkü hikâye, yaşananı yalnızca dile getirmekle kalmaz; onu bir bağlama yerleştirir, geçmişin bir parçası haline getirir ve böylece öznenin yükünü hafifletir.

Anlatı Topluluğu: Anlatılar, toplulukları bir arada tutan bağlardır. Günümüzde bu bağlar zayıflıyor; bireyler yalnızlaşıyor.

Storyselling (Hikaye Satma): Anlatı, artık pazarlama aracı haline geldi. Hikâyeler, anlam üretmekten çok ürün satmak için kullanılıyor. Bu da anlatının krizini derinleştiriyor.

Bu bölümler birlikte şunu gösteriyor: Anlatı, modern çağda enformasyona, pazarlamaya ve yüzeysel etkileşime indirgeniyor. Böylece özne hem derinliğini hem de toplumsal bağlarını kaybediyor.

Bugün çoğumuz tıkınırcasına dizi ve film izliyoruz; birini bitirip diğerine geçiyoruz ama üzerimizde kalıcı bir etki bırakmıyor. Bu, anlatının çözülüşünün gündelik hayattaki yüzüdür

Han’a göre bu aşırı tüketim hali, anlatının değerini yok eder. Film ya da dizi artık bir hikâye olarak değil, tüketilecek bir içerik olarak görülür. Böylece özne kendini bir hikâyeye bağlayamaz, parçalanmış bir deneyim yaşar. “Anlatının krizi” dediği şey, işte bu tıkınırcasına tüketimle daha da görünür hale gelir.

  • Anlatı bağ kurma işlevini yitiriyor: İzlenen hikâyeler bir çapa olmaktan çıkıyor, sadece geçici bir haz sağlıyor.
  • Algı yüzeyselleşiyor: Davranış ve yorumlarda derinlik yerine hızlı tüketim alışkanlığı öne çıkıyor.
  • Farkındalık azalıyor: İzlenen şeyler kişisel deneyime dönüştürülmediği için, izleyicinin dünyayı algılayışında bir değişim yaratmıyor.

Bu yüzden benim gözlemim de bu anlamda kıymetli. Çünkü dizi ve filmler “insanlar üzerinde etki bırakmıyor”. Aslında anlatının kriziyle birebir örtüşüyor.

Yazarın Notu: “Anlamın farkındalığı”

Büyük sorum: Bizler anlamı oluşturan şeylerin farkında mıyız?

Byung-Chul Han, Todd May ve Michel Foucault’nun düşünceleri bize gösteriyor ki çağımızda acı, arzu ve anlatı bastırılıyor; yaşamın değerli eşikleri hızla geçiliyor. Ama her acı, her arzu, her anlatı aslında bir eşik: öznenin kendini tanıdığı, yaşamın değer kazandığı anlar. Farkında olmak, bu eşikleri bilinçle yaşamak demektir.

Byung-Chul Han’ın dediği gibi, anlatı çözülürse özne de parçalanır. İçgörü geliştirmeyen birey, bu parçalanmayı daha yoğun yaşar çünkü kendini bir hikâyeye bağlayamaz. Oysa her anlatı, bizi dünyaya demirleyen bir çapa, birbirimize bağlayan bir köprüdür.

Heidegger’in Dasein kavramı, insanın dünyada “orada” oluşunu hatırlatır: varlık, ancak anlamla açığa çıkar. Sartre’ın bunaltı dediği deneyim ise, bu anlamın yükünü ve özgürlüğün ağırlığını gösterir. Yani diyebiliriz ki: Heidegger’in Dasein’ı ile Sartre’ın bunaltısı, farklı dillerden konuşsalar da aynı hakikati işaret eder — insanın kendi varoluşuyla yüzleşmesi.

Anlamın farkındalığı, çağımızda yeniden hatırlamamız gereken en büyük sorumluluk olabilir. Belki de bugün, hızla akan enformasyonun içinde durup bir hikâyeyi dikkatle dinlemek, bir yaşamı sabırla anlatmak, yeniden topluluk olmanın ve yeniden özneleşmenin en radikal biçimidir.

Will Storr’un “Hikaye Anlatıcılığının Bilimi”nin gösterdiği gibi, bilim bize insan zihninin hikâyeler aracılığıyla anlam kurduğunu hatırlatıyor. Bu nedenle anlatının farkındalığı, yalnızca felsefi değil, aynı zamanda bilimsel bir sorumluluk olarak da karşımızda duruyor. Ve belki de bu sorumluluk, yeniden anlam kurmanın ilk adımıdır.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

  • Anlatıların bağlayıcı gücünün kaybolması: Han’a göre anlatılar geçmişte toplulukları birbirine kenetleyen, varlığa istikamet veren bir güçtü. Bugün ise anlatılar “storytelling” adı altında çoğalıyor ama bağlayıcı özelliğini yitiriyor.
  • Storytelling → Storyselling: Modern kültürde anlatılar artık pazarlama aracı haline geldi. Hikâyeler, ürün satmak için kullanılıyor; bu da anlatının krizini derinleştiriyor.
  • Deneyim yoksulluğu: İnsanlar çok fazla bilgiye maruz kalıyor ama derin deneyimler yaşamıyor. Bu da anlatı kurma yetisini zayıflatıyor.
  • Toplumsal bağların çözülmesi: Eskiden anlatılar etrafında toplanan topluluklar vardı (örneğin ateş başında hikâye anlatımı). Günümüzde dijital ekranlar insanları birleştirmek yerine ayırıyor.
  • Anlam ve istikamet eksikliği: Han, “anlatı enflasyonu”nun paradoksal biçimde bir “anlatı boşluğu” yarattığını söylüyor. Yani çok fazla hikâye var ama yön ve anlam yok

Byung-Chul Han

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı. 1959’da Seul’de doğdu. 1980’lerde Almanya’ya taşınarak felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı. 1994’te Heidegger üzerine yazdığı “Heideggers Herz. Zum Begriff der Stimmung bei Martin Heidegger” (Heidegger’in Kalbi: Martin Heidegger’de Duygu Durumu Kavramı) tezi ile doktora derecesini tamamlamıştır. 2000 yılında Basel Üniversitesi’nin felsefe departmanına dahil olarak fenomenoloji çalışması “Tod und Alterität” (Ölüm ve Ötekilik) ile habilitasyonunu almıştır. 2010 yılında Karsruhe Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştır. 2012’den itibaren de Berlin Sanat Üniversitesi’nde felsefe ve kültür eleştirisi alanlarında dersler vermiştir. Berlin’de yaşamaktadır.

Yakın zamana kadar radyo veya televizyon röportajı vermeyi reddeden Han, doğum günü gibi biyografik ya da kişisel detaylara değinmekten de kaçınmıştır. 2015’te hayatını ve düşüncelerini anlattığı “Fatigue Society – Byung-Chul Han in Seoul / Berlin” (Yorgunluk Toplumu – Byung-Chul Han Seul / Berlin’de) adlı belgesel gösterime girmiştir.

Byung-Chul Han’ın Eserleri:

  • Yorgunluk Toplumu Modern bireyin kendi kendini sömüren bir “başarı öznesi”ne dönüşmesini ve bunun sonucunda ortaya çıkan burnout (tükenmişlik) sendromunu analiz eder.
  • Şeffaflık Toplumu Han, şeffaflık ideolojisinin aslında bir denetim ve performans baskısı aracı olduğunu savunur. Her şeyin görünür olması, özgürlük değil, yeni bir tür baskıdır.
  • Psikopolitika Modern iktidarın artık dışsal değil, içselleştirilmiş bir kontrol biçimi olduğunu; bireyin kendi kendini denetleyerek sisteme hizmet ettiğini anlatır.
  • Şiddetin Topolojisi Günümüz toplumunda şiddetin artık fiziksel değil, yapısal ve görünmez biçimlerde tezahür ettiğini savunur. Performans, başarı, şeffaflık gibi pozitif görünen kavramlar bile şiddet içerir.
  • Eros’un Istırabı Aynı’nın Cehennemi”, “atopos”, “Başka’nın kaybı”, “narsisist depresyon” gibi kavramlar bu kitabın özüdür.
  • Güzeli Kurtarmak Güzelliğin artık bir “beğeni nesnesi”ne indirgenmesini ve estetik deneyimin derinliğini kaybetmesini eleştirir.
  • Zen Budizm Felsefesi Sessizlik, içsel boşluk, doğu felsefesi.
  • Hiperkültürellik Küreselleşme, kültürel erozyon.
  • Zamanın Kokusu Bulunma sanatı, zamanla ilişki.
  • Enfokrasi Bilgi iktidarı, dijital denetim.
  • Ritüellerin Yok Oluşuna Dair Ritüel kaybı, anlamın çözülmesi.
  • Ötekini Kovmak Başka’nın dışlanması, narsisizm.
  • Sürünün İçinde Toplumsal konformizm, bireyselliğin kaybı.
  • Vita Contemplativa Eylemsizlik, düşünsel varoluş.
  • Yeryüzüne Övgü – Bahçelere Yolculuk Doğa, güzellik, yavaşlık ritüeli.
  • Palyatif Toplum, Günümüzde Acı Günümüzü “palyatif toplum” olarak tanımlar. Bu toplumda acı bastırılır, uyuşturulur, görünmez kılınır. Gerçeklik, bir tür “anestezi” ile örtülür.
  • Anlatının Krizi Günümüzde “anlatı” kelimesi her yerde ama gerçek anlatılar yok. Anlatı enflasyonu, anlam ve istikamet eksikliğiyle bir anlatı boşluğuna dönüşüyor.

Günümüzde sınıf mücadelesinin Marx’ın kavramsallaştırdığı gibi toplumsal değil bireyin kendine dönük içsel bir mücadele olarak yaşandığını söyleyen Han, artık herkesin kendini çalıştırıp yine kendini sömüren işçi-patronlar olarak “girişimci” haline geldiğini, başarısız olduklarında veya problem yaşadıklarında toplumu değil kendilerini sorumlu görüp suçladıklarını ve bu nedenle de “yorgun”, bitkin ve tükenmiş hale geldiklerini iddia etmiştir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin