Yani, biz tarihe yaşam ve eylem için gereksiniyoruz, yaşamdan ve eylemden rahatlık içinde değil, bencil bir yaşamı ve ödlekçe ve kötü bir eylemi güzel göstermek için hiç değil. Tarih yaşama hizmet ettiği ölçüde, hizmet etmek istiyoruz bir de tarihe: ama tarih yapmanın bir derecesi vardır ve tarihe değer vermenin yaşamı felç eden ve yozlaştıran bir türü vardır: günümüzün dikkate değer semptomlarında deneyimlenmesi hem zorunlu olan hem de acı verebilecek bir fenomendir bu…

— Friedrich Nietzsche

Merhaba

Nietzsche Önsöz’de şöyle der:

—bizim zamanımız hakkında bana alenen bir ders veriliyor ve haddim bildiriliyor. Bu bakış da zamana aykırı, çünkü zamanın gurur duyduğu bir şeyi, onun tarihsel oluşumunu, burada bir kere zamanın zararı, kusuru ve eksikliği olarak anlatmaya çalışıyorum, çünkü hatta hepimiz bizi kemiren tarihsel bir ihtirastan muzdarip olduğumuza ve bundan muzdarip olduğumuzu en azından görmemiz gerektiğine inanıyorum. Goethe, son derece haklı olarak, edimlerimizle birlikte aynı zamanda hatalarımızı da geliştirdiğimizi söylediyse ve herkesin bildiği gibi, aşırı büyümüş bir erdem de bence, — zamanımızın tarih duygusu gibi — pekala, aşırı büyümüş bir günah kadar, bir halkın felaketine yol açabilirse: o zaman bana yalnızca bir defalığına izin verilebilir. Bende söz konusu eziyet çektirici duyguları uyandıran deneyimleri, çoğu kez kendimden ve yalnızca karşılaştırma yapmak amacıyla başkalarından aldığımı ve yalnızca daha eski zamanların, özellikle de Yunanlıların zamanının bir çömezi olduğum sürece, bu şimdiki zamanın bir çocuğu olan kendim hakkında böyle zamana aykırı deneyimlerde bulunabildiğimi de söyleyeyim ki, rahat edeyim. Bu kadarını bir klasik filolog olarak sırf mesleğimden ötürü bile itiraf edebilmeliyim: çünkü zamanımızda klasik filolojinin ne anlamı olduğunu bilmiyordum, — bu zamanın içinde zamana aykırı olarak — yani zamana karşı ve böylelikle zamanın üzerinde ve umulur ki gelecekteki bir zamanın yararına — etkili olmaktan başka.

Tüm geçmişleri unutarak ânın eşiğine yerleşemeyen, bir savaş tanrıçası gibi bir noktada başı dönmeden ve korkuya kapılmadan duramayan birisi, mutluluğun ne olduğunu asla öğrenemeyecektir ve daha da kötüsü: başkalarını mutlu kılan bir şeyi asla yapamayacaktır. En aşırı örneği unutma gücüne sahip olmayan, ama her yerde bir oluş görmeye mahkum birini getirin gözünüzün önüne: böyle biri artık kendi varlığına inanmaz, artık kendine inanmaz, her şeyin hareketli noktalar gibi birbirinden uzağa aktığını görür ve bu oluş ırmağında yitirir kendini: Herakleitos’un gerçek bir öğrencisi gibi, parmağını kaldırmaya cesaret edemeyecektir artık. Her türlü eylemde unutmak vardır: her türlü organik yaşamda yalnızca ışığın değil, karanlığın da olması gibi. Zamanla yalnızca ve yalnızca tarihsel olarak duyumsamak isteyen bir insan, uykudan yoksun kalmaya zorlanmış bir insana ya da yalnızca tekrar tekrar geviş getirerek yaşamak zorunda olan bir hayvana benzer. Demek ki: hayvan örneğinin gösterdiği gibi, neredeyse hiç anımsamadan yaşamak hatta mutlu yaşamak mümkündür, ama unutmadan yaşamak kesinlikle mümkün değildir. Ya da, anlatmak istediğim şeyi daha basit bir biçimde şöyle açıklayayım: uykusuzluğun, geviş getirmenin, tarih duygusunun, yaşayana -ister insan olsun bu yaşayan, isterse bir halk ya da bir kültür – zarar verdiği ve sonunda onu yok ettiği bir derecesi vardır.

Nietzsche okurları incelemeye davet ettiği cümle şudur:

“Bir bireyin bir halkın ve bir kültürün sağlığı için tarihsel olmayan da, tarihsel olan da eşit ölçüde gereklidir.”

Bu noktada herkes öncelikle bir gözlemi beraberinde getirir: bir insanın tarih bilgisi ve duyusu çok sınırlı, ufku da Alplerin bir vadisinde yaşayan bir insanınki kadar sınırlı olabilir; her yargısında bir haksızlık, her deneyiminde, bunu ilk kez kendisinin deneyimlediği yanılgısı yer alabilir — ve tüm haksızlığına ve tüm yanılgısına karşın yenilmez bir sağlık ve zindelikle ayaktadır ve her ânı sevinçle yaşamaktadır; oysa ki hemen yanı başında çok daha haklı ve daha bilgin bir kişi hastalanmakta ve çökmektedir, çünkü ufkunun sınırları hep yeni baştan huzursuzca ötelenmiştir. Çünkü haklılıkların ve hakikatlerinin o çok narin ağından çıkıp kaba saba istemeyi ve arzulamayı gerçekleştiremez. Buna karşılık tamamen tarih dışında olan ve adeta noktasal bir ufukta barınıp, yine de belirli bir mutluluk içinde, hiç olmazsa bıkkınlık ve sahtelik içinde yaşamayan hayvanı da gördük; demek ki doğru, sağlıklı ve büyük, gerçekten insanca bir şeyin yeşerebileceği temel orada bulunduğu sürece; bir dereceye kadar tarihdışı olarak algılayabilmek yeteneğinin en önemli ve en ilkesel yetenek olduğunu kabul etmek durumundayız. Tarihdışı olan, kuşatıcı bir atmosfere benzer, yaşam ancak onun içinde üretir kendisini ve yine bu atmosferin yok etmesiyle kaybolur ortadan. Doğrudur: insan ancak söz konusu tarihdışı unsuru düşünüp taşınarak, karşılaştırarak, ayrıştırıp birleştirerek sınırlandırmak yoluyla, kuşatıcı her sis bulutunun içinde şimşek gibi çakan bir ışık huzmesinin doğması yoluyla, yani ancak geçmişten yaşam için yararlanmak ve olup bitmiş olanı yeniden tarih kılmak yoluyla insan olur: ne var ki bir tarih fazlalığıyla insan sona erer, tarihdışı olanın kabuğu olmasaydı, insan asla başlamayacaktı ve başlamaya cesaret edemeyecekti. İnsanın daha tarihdışı olanın sis tabakasına gitmeden önce yapabileceği eylemler nerede yer alıyorlar? 

Goethe’nin deyişiyle, eylemde bulunan her zaman vicdansızsa, bilinçsizdir de, bir şeyi yapmak için çoğu şeyi unutur, ardında kalana karşı adaletsizdir ve yalnızca tek bir hakkı, şimdi olması gerekenin hakkını tanır. Böylece, eylemde bulunan herkes kendi eylemini sevilmeyi hak ettiğinden daha çok sever: ve en iyi eylemler değerleri hesaplanamayacak kadar büyük olsa bile, her halükarda layık olmadıkları böyle bir sevgi taşkınlığında gerçekleşirler.

Birisi, her büyük tarihsel olayın içinde ortaya çıktığı bu tarihdışı atmosferin kokusunu sayısız örnekten alabilecek ve onu soluyabilecek durumda ise, belki böyle biri, bilen bir varlık olarak, tarihüstü bir bakış açısına yükselebilir; Niebuhr bu durumu tarihsel incelemelerin olası sonucu olarak betimlemişti. “En azından bir konuda” diyor Niebuhr “tarih, net ve ayrıntılı olarak kavrandığında, yararlıdır: insan soyumuzun en büyük ve en yüce tinlerinin bile, gözlerinin onunla gördükleri ve herkesi onunla görmeye şiddetle, bilinçlerinin yoğunluğu olağanüstü büyük olduğu için şiddetle zorladıkları biçimi nasıl de tesadüfen benimsediğini bilmediklerini öğretir. Bunu çok kesin olarak ve birçok vakada bilmeyen ve kavramamış olan, verili bir biçimde en üst tutkululuğu gösteren güçlü bir tinin görünüşünün boyunduruğuna girer.” Böyle bir bakış açısına tarihüstü denilebilir, çünkü bu bakış açısına sahip birisi, böylelikle tüm olup bitenin bir koşulunu, eyleyen kişinin ruhundaki o körlüğü ve adaletsizliği idrak etmiş olacağı için, yaşamı daha fazla sürdürmeyi ve tarihin oluşumuna katılmayı cazip bulamayacaktır; oysa, her insanda, her yaşantıda; 1. ya da 19.yüzyılın bir saatinde Yunanlılar ya da Türkler arasında, nasıl ve niçin yaşanacağını öğrenmiş olsaydı, tarihi bundan böyle aşırı ciddiye alma hastalığından iyileşmiş olurdu.

Bu tarihsel insanlar yaşamın anlamının bir sürecin akışı içinde giderek daha çok gün ışığına çıkacağına inanırlar; geçmişe, şimdiye kalan gelen süreci inceleyip, şimdiki zamanı anlamak ve geleneği daha şiddetle istemeyi öğrenmek için bakarlar yalnızca; tüm tarihlerine karşın nasıl da tarihdışı düşündüklerini ve eylediklerini bilemezler, tarihle uğraşmalarının salt bilginin değil, yaşamın hizmetinde olduğunu bilemezler.

Ancak kendisine verilen ilk yanıtı duyduğumuz soru, başka türlü de yanıtlanabilir. Gerçi yine bir ‘hayır! ‘la, ama başka türlü gerekçelendirilmiş bir ‘hayır!’la. Kurtuluşu süreç içinde görmeyip, dünyanın her bir ân içinde tamamlanmış ve sonuna ulaşmış olduğunu düşünen, tarihüstü insanın verdiği ‘hayır!’ yanıtıyla. Geçmiş on yılın öğretemeyip de, yeni bir on yılın öğretebileceği ne vardır ki?

Yaşamın, tarihin hizmetine ne dereceye kadar gereksinim duyduğu sorusu ise bir insanın, bir halkın, bir kültürün sağlığını ilgilendiren en önemli soru ve kaygılardan birisidir. Çünkü belirli bir tarih fazlalığı yaşamı parçalar ve yozlaştırır ve sonunda bu yozlaşma tarihin kendisine de yansır.

Tarih üç bakımdan: eyleyen ve çabalayan olarak, koruyan ve saygı duyan olarak ve de acı çeken ve muhtaç olan olarak, canlı olana aittir. Bu üçlü ilişkiye, üç tarih türü karşılık düşer: bir anıtsal, bir antikacı ve bir de eleştirel tarih türünün var olduğunu söyleyebiliriz.

Tarihüstü İnsanlar

öğretinin anlamının mutluluk mu, yoksa tevekkül mü, erdem mi, yoksa nedamet mi olduğu konusunda, kendi aralarında asla hemfikir olamamışlardır; ancak, geçmişe yönelik tüm farklı bakış tarzlarına karşın, şu cümlede tam bir oybirliği içindedirler; geçmiş ve şimdiki zaman bir ve aynı şeydir, yani tüm çeşitliliği içinde tipik olarak aynıdır ve ölümsüz tiplerin her zaman Var olması olarak, değeri değişmeyen ve sonsuza dek aynı önemi taşıyan, devinimsiz bir yapıdır. Nasıl ki birbirinden farklı yüzlerce dil, insanların tipik olarak sabit gereksinimlerine karşılık düşüyorsa, bu gereksinimleri anlayan birisinin, tüm bu dillerden öğreneceği yeni bir şey olamazsa: tarihüstü bir düşünür de halkların ve bireylerin tüm tarihine içeriden vakıf olur, değişik hiyerogliflerin ilk anlamını kahince çözer ve hatta yavaş yavaş sürekli yeni baştan sökün edip gelen resimli yazının yolundan yorgun argın kenara çekilir: çünkü olup bitenin sonsuz taşkınında doygunluğa, aşırı doygunluğa ve hatta tiksintiye varmaması mümkün müdür? Belki de sonunda en pervasız olanı, Giacomo Leopardi’nin sözleriyle, şöyle seslenecektir yüreğine:

Yaşayanların arasında hiçbiri
Heyecanlara layık değil
Hiçbir iniltiyi hak etmiyor yeryüzü.
Varlığımız acı ve can sıkıntısıdır ve dünya
Pisliktir — başka bir şey değil. Yüreğim, sakin ol.

Nietzsche’nin bu yıllardaki içsel yaşantısı, çağın gerçekliğinden sancılı bir biçimde rahatsız olmuş ve bu rahatsızlık yazınsal yankısını Tragedyanın Doğuşu‘nda bulmuştur. Yazarımız kendini yalnız hissetmekte ve duyguyu “Zamana Aykırılık” olarak adlandırmaktadır. Bu sırada mistik Nietzsche, kendini olmak istediği kişi olarak, eylem insanı olarak görmektedir. Zenginliğini çok uzak bölgelerden devşirmiş olan kişi, şimdiki zaman için patlayıcı bir güç haline gelir:

“Bir klasik filolog olarak, mesleğimden ötürü, şu kadarını söyleyebilmeliyim: çünkü günümüzde klasik filolojinin, onun içinde zamana aykırı — yani zamana karşı ve böylelikle zamanın içinde ve umulur ki gelecek bir zamandan yana — etkili olmaktan başka ne anlamı olabileceğini bilmiyordum.” (Zamana Aykırı Bakışlar 2, Önsöz).

Böylece, Zamana Aykırı Bakışlar geçiş ve olgunlaşma döneminin ürünleri olarak ortaya çıkarlar. Burada kendine özgü, başkalarıyla karıştırılamaz bir biçemin eksikliği iyice göze batmaktadır. Kavga perspektifiyle yapılan polemikte, biçem neredeyse her şeydir. Ve Nietzsche kendi kendisine karşı acımasızlığıyla, bu durumun farkındadır bu yıllarda bir biçem kazanmaya çalışır, ama henüz bunu elde etmiş değildir. Bu yılları pek başarılı geçmemiştir ve zaman zaman, hedefinden henüz çok uzakta olduğunu itiraf eder; ve ilerlemesinin yetersiz olduğunu hisseder; örneğin Zamana Aykırı Bakışlar’ın tarih hakkındaki ikinci kitabında, şöyle der: “bu makale, gizlemek istemediğim gibi, eleştirideki ölçüsüzlüğüyle, insanlığının olgunlaşmamışlığıyla, sık sık ironiden kinizme, gururdan kuşkuya geçişiyle, modern karakterini, zayıf kişiliğin karakterini sergiliyor.” (A.g.e. 10. Bölüm). Demek ki Nietzsche kendi “Zamana Aykırı”lığının henüz zamana uygun olduğunu duyumsamaktadır. Biçime değil de, belirli içeriklere, özellikle polemik yapmak için seçtiği hedef tahtalarına baktığımızda da, benzer bir sonuca varırız. Zamana Aykırı Bakışlar’ın ilk kitabı David Strauss bu açıdan çok tipiktir: Tam da “zamana uygunluğu” yüzünden, Nietzsche’nin yayımladığı en zayıf yapıttır bu. Bir yüzyıl sonra bu renksiz filister bizim ne umurumuzda? Nietzsche’nin gereksiz yıldırımlar yağdırdığı bu “yeni inancı” nasıl ciddiye alabiliriz? Gerçi, daha sonraki üstün polemiklerin habercisi olan pırıltılar da eksik değildir bu metinde; ama genelde burada Nietzsche de zor hazmedilirdir. Bunda yalnızca saldırı hedefinin yetersiz oluşunun değil, Nietzsche’nin aşırı titizliğinin de payı vardır; örneğin kitabın sonunda Strauss’un biçem hatalarına ilişkin can sıkıcı bir liste verir. Nietzsche’nin şansı yaver gitmemiştir; o sıralar henüz, gelecek vaat eden düşmanlar seçmeyi bilememiştir. Aynı durum, Zamana Aykın Bakışlar’ın ikinci kitabında, filozof Edward von Hartmann’a öfkeyle ve uzun uzadıya saldırması açısından da geçerlidir.

Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası başlıklı bu ikinci Zamana Aykırı Bakış yine de yüksek bir kurgusal düzeye ulaşır ve perspektifi de artık mistik değil, rasyonalisttir. Gerçi gizli esinleyici hâlâ Schopenhauer’dir ama burada çırak ustasından daha net görmektedir. Nietzsche’nin vurguyu nereye yaptığı açıktır: Tarihin “sakıncası”, büyük ölçüde, “yararı”ndan daha belirleyici, daha önemlidir. Bunun kuramsal gerekçelendirilişi de, yaşamın en içinden, tarihsel bilginin karşısında yer alması gerçeğine dayanır. Tarih belleğe, anının sürekliliğine dayanırken, yaşam unutuşta, şimdiki zamana tamamen dalmakta gelişir. Tarihselleştirilmiş yaşam susuz kalır, yıkılır, yoksullaşır, acı çeker, söner: mutluluğu mutluluk yapan şey hep aynıdır; unutabilmek ya da, daha bilgince bir anlatımla, mutluluk sürdükçe, tarihin dışındaymış gibi duyumsayabilmek.” (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası, Bölüm I). Bu temel bakış, Nietzsche’ye, başlangıçsal bir biçimde özgüdür ve sonuçları itibariyle, ikinci Zamana Aykırı Bakış’ta ele alınan konuların çok ötesine uzanır. Gerçekten de bu lanetlemeden payını alan, yalnızca tarihsel bilgi değildir: bilimin tümü, felsefe, hatta belki bilgi olarak tanımlanabilirse sanat da, geçmişin anımsanmasına dayanırlar, yaşamın, dolayımsızlığından ayrılırlar. Öte yandan bu Zamana Aykırı Bakış’ın kurgusal düzlemi, hedef tahtasıyla örtüşmektedir: Bu defa polemik bir kültür filisterine değil, modern dünyanın tarihsel bilgiye duyduğu muazzam eğilimin tamamına yöneltilmiştir; zamanın karşısına uzak; mistik, düşlenen dünyalarını koyan “Zamana Aykırı”nın işi kolaydır, “Sanki, bir zamanlar var olmuş olan her şeye karşı adil olmak gerekliliği her zamanın göreviymiş gibi! […] Sanki yargıçlar olarak, yargılanandan daha yüksek bir yerde durmaları gerekiyormuş gibi; Oysa daha sonra gelmiş olmaktan başkaca bir özellikleri yoktur. Masaya son gelen misafirlerin haklı olarak son kalan yerlere oturmaları gerekir: ama onlar başköşeyi mi istiyorlar?

Eğitici Olarak Schopenhauer

Bu dönemin kavgasını başka bir perspektiften, yüceltme perspektifinden sürdürür: Bu incelemenin düzeyi başlangıçtan itibaren bellidir; ayrıca Nietzsche bu yapıta daha sonra da güler yüzle, adeta sempatiyle yaklaşır. Schopenhauer yalnızca bilginlerin ve kültür filisterlerinin değil, burada en geniş anlamda bilimin sahte kültürünün karşısında sahici kültür mertebesine yükseltilir. Kurgusal açıdan burada ses daha kısıktır, çünkü Nietzsche, Schopenhauer kitabında yalnızca kuramsal sorunları tartışmamakta, — zamana karşı savaşta onun kişilik bütünlüğünü, sadeliği ve acımasızlığıyla, dürüstlüğüyle gerçekten zamana aykırı karakterini tanıtmaktadır. Schopenhauer’in politikaya yüz çevirmesi de örnek bir davranış olarak sunulmaktadır: Nietzsche devlet ile kültür arasında bir karşıtlık geliştirmektedir; burada Burckhardt’ın düşüncelerinin yankılanışı algılanabilir. Devlet, doğası gereği felsefenin karşıtlamıdır, ve felsefe de devletin anti-tezidir. Gerçek bir filozof, devlet için yaşamsal bir tehlike oluşturur: “Hakikat sevgisi, korkunç ve şiddetli bir şeydir”. Böylece, Nietzsche’nin, zamanına meydan okuyuşu tamamlanır: Devlet, kültürü boyunduruk altına almak, onu kendisinin bir aracı olarak alçaltmak ve kültür tarafından en yüce değer olarak övülmek istenmektedir. “İnsanları bir defada yeryüzünün hoşnut sakinleri kılmak için, politik bir reform nasıl yeterli olabilir? Bunun mümkün olduğuna yürekten inanan birisi varsa, hemen başvursun: çünkü bir Alman üniversitesinde, felsefe profesörü olmayı […] sahiden hak etmektedir.”

Tarihin Yaşam İçin Yararı Ve Sakıncası başlıklı bu ikinci Zamana Aykırı Bakış yine de yüksek bir kurgusal düzeye ulaşır ve perspektifi de artık mistik değil, rasyonalisttir. Gerçi gizli esinleyici Schopenhauer’dir, ama burada çırak ustasından daha net görmektedir. Nietzsche’nin vurguyu nereye yaptığı açıktır: Tarihin “sakıncası” büyük ölçüde “yararı”ndan daha belirleyici, daha önemlidir. Bunun kuramsal gerçekleşdirilişi de, yaşamın en içinden, tarihsel bilginin karşısında yer alması gerçeğine dayanır. Tarih belleğe, anının sürekliliğine dayanırken, yaşam unutuşta, şimdi ki zamana tamamen dalmakla gelişir.

Zamana Aykırı Bakışlar, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatmak için. Nietzsche’nin olgunluk yapıtlarından sayabileceğimiz Zamana Aykırı Bakışlar’ın 2. Cildi Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası kendi biçimini arayan Nietzsche’nin tarih üzerine düşüncelerini yansıtır. Eleştirel Toplu Basım’ın 10. kitabıyla Nietzsche külliyatına bir adım daha yaklaştık.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

Friedrich Nietzsche’nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası adlı eseri, tarih anlayışını sorgulayan ve bireyin tarih ile olan ilişkisini ele alan önemli bir felsefi metindir. Nietzsche, tarih bilgisinin insanın yaşamına nasıl katkı sağlayabileceğini ve aynı zamanda nasıl bir yük haline gelebileceğini tartışır. Günümüz açısından değerlendirildiğinde, bu eser şu açılardan önemlidir:

  • Tarih Bilincinin Dengesi: Nietzsche, tarih bilgisinin insanı güçlendirebileceğini ancak aşırı tarihsel bilinçlenmenin bireyin yaratıcı gücünü köreltebileceğini savunur. Günümüzde, geçmişe aşırı bağlılık veya tarihsel olayları sürekli tekrar etme eğilimi, bireysel ve toplumsal gelişimi engelleyebilir.
  • Eleştirel Düşünme ve Özgürlük: Nietzsche’nin tarih anlayışı, bireyin geçmişi eleştirel bir şekilde değerlendirmesi gerektiğini vurgular. Günümüzde, tarihsel olayları sorgulamak ve geçmişten ders çıkarmak, bireylerin ve toplumların daha bilinçli kararlar almasını sağlayabilir.
  • Kültürel ve Politik Perspektif: Nietzsche’nin tarih anlayışı, özellikle modern toplumlarda tarihsel anlatıların nasıl şekillendirildiğini ve nasıl kullanıldığını anlamak açısından önemlidir. Tarihin ideolojik amaçlarla nasıl yönlendirildiğini görmek, bireylerin daha bağımsız düşünmesine yardımcı olabilir.

Eser, tarihsel bilginin nasıl kullanılacağı konusunda bireylere ve topluma önemli bir perspektif sunuyor. Nietzsche’nin tarih anlayışı, günümüz dünyasında bireysel özgürlüğü ve yaratıcı düşünceyi teşvik eden bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir

Friedrich Wilhelm Nietzsche

Doğum ve Eğitim 15 Ekim 1844’te, Kuzeydoğu Almanya’nın küçük bir kasabası olan Röcken’de doğdu. Babası bir papazdı. Beş yaşındayken babasını kaybetti ve annesi, kız kardeşi ve halalarıyla birlikte Naumburg’a taşındı. Orta öğrenimini ünlü Schulpforta okulunda tamamladı.

Üniversite eğitimine teoloji alanında başlayan Nietzsche, hocası Ritschl’ın etkisiyle filolojiye yöneldi. Leipzig ve Bonn Üniversitelerinde eğitim gördü ve henüz doktorasını tamamlamadan, 1869 yılında Basel Üniversitesi’nde Klasik Filoloji Kürsüsü’ne Onursal Profesör olarak atandı.

Felsefi ve Kültürel Etkiler Bu dönemde Arthur Schopenhauer’in felsefesine ve Richard Wagner’in müziğine büyük bir ilgi duydu. İlk eseri Tragedyanın Doğuşu, getirdiği yenilikçi kültür anlayışıyla büyük ilgi gördü fakat eleştirilerle de karşılaştı.

Nietzsche, akademik kariyerini sağlık sorunları nedeniyle 1879’da sonlandırarak, kışları İtalya kıyılarında, yazları ise İsviçre dağlarında geçirdi. Bu dönemde yazmaya odaklandı.

Zerdüşt ve Felsefi Zirve 1883’te, Rus asıllı şair Lou Salome ile tanışmasının etkisiyle Böyle Söyledi Zerdüşt’ün ilk kitabını yazdı. Ardından sırasıyla İyinin ve Kötünün Ötesinde (1885) ve Ahlakın Soykütüğü (1887) eserleri geldi.

1888 yılı, Nietzsche’nin en verimli dönemi oldu. Bu yıl içinde Wagner Olayı, Putların Batışı, Deccal, Ecce Homo ve Dionysos Dithyrambosları gibi eserlerini tamamladı.

Çöküş ve Ölüm 1889’un başlarında, Torino’da sokakta kırbaçlanan bir atın boynuna sarılarak ağlamasıyla başlayan zihinsel çöküşü, onun son yıllarını gölgede bıraktı. Öğrencilik yıllarında kaptığı frengi mikrobunun bu çöküşte etkili olduğu düşünülmektedir.

Nietzsche, 1900 yılına kadar derin bir zihinsel durgunluk içinde yaşamını sürdürdü ve 25 Ağustos 1900’de hayata veda etti. Bugün, düşünceleri sanat, felsefe ve siyaset alanlarında büyük yankılar uyandırmaya devam etmektedir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle, okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin