“Hepimiz deli doğarız, sonradan ahlakı öğrenir, aptal ve mutsuz oluruz, sonrada ölürüz…”

— Mircea Eliade

Merhaba

İnsan bulunduğu küçücük noktadan bütün bir dünyayı, evreni, yıldızları, ruhu, iyiliği ve kötülüğü, melekleri, şeytanları ve Tanrı’yı nasıl yorumlamıştır? Ve daha da önemlisi, hangi tinsel nedenlerden ötürü insan kendi benliğini arzın merkezine sıkı sıkıya sabitlemiş ve buradan kainatı seyre dalmıştır?

Ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade‘nin eserlerinde birbirinden farklı kültürlerde kendine yer edinen sembol ve imgeler, inanç ve mitler esasen arkaik bir kökeni işaret eder: İnsanın kutsal ile kurduğu bağdır bu. Eliade popülerliğin tuzağına düşmeden bu sahadaki ustalığını gösterir. Okultizm, ezoterizm, büyücülük, Avrupa büyücülüğünün tarih yazımı, ölümün kökenine dair mitler, sanatçıların eserlerinde kültürel yaratımın gizli kodları, anlamları ve değişmeyen arketipler ve bu suretle kültürel modalara getirilen eleştiriler Eliade‘nin bu kitapta incelediği bazı başlıklar.

Totem Ziyafetleri

Elli yıl Önce Freud toplumsal örgütlenmenin, ahlâki kısıtlamaların ve dinin kökenini ilk cinayette, yani baba katilliğinde bulduğunu düşünmüştü. Totem ve Tabu kitabında bunun öyküsünü anlattı. Başlangıçta baba bütün kadınları kendisine saklıyordu ve oğulları kendisinin onları kıskanacağı yaşa geldiğinde hepsini kovuyordu. Bir gün kovulan oğullardan biri babasını öldürdü ve yedi, sonra da tüm kadınlarını sahiplendi. “Belki de insanlığın kutladığı ilk ziyafet olan totem ziyafeti” diye yazar Freud, “dikkate değer bu cinayet eyleminin yinelenmesidir, bu eylemi anma şenliğidir” Freud Tanrının fiziksel babanın yüceltilmesinden başka bir şey olmadığına inandığı için, totemin kurban edilmesinde öldürülen ve kurban edilen bizatihi Tanrıdır. Baba-tanrının katledilmesi insanlığın ilk günahıdır. Bu kanlı katilliğin kefareti İsa’nın kanlı ölümüyle ödenir.”

Freud’un döneminde W. H. Rivers ve F. Boas‘tan tutun da A L. Kroeber, B. Malinowski ve W. Schmidt‘e kadar birçok etnolog boşu boşuna bu tür bir ilkel totem ziyafetinin saçmalığım kanıtlamaya çalıştı. Boşu boşuna, dinlerin kökeninde totemcilik bulunmadığını ve totemciliğin evrensel olmadığını göstermeye kalkıştılar.

Evrendoğumsal (Kozmogonik) Şehir İnşası Modeli

Şayet dünya yaşanılacak bir yer olacaksa, inşa edilmelidir- ve din dışı mekanın homojenliğine ve izafiyetine dayalı kaostan hiçbir dünya doğamaz. Sabit bir noktanın – yani merkezin- keşfi veya izdüşümü, dünyanın yaratılmasına eşdeğerdir. Kutsal bir mekanın ritüele dayalı yönlendirilmesinin ve inşasının evrendoğumsal bir değeri vardır, çünkü insanın kutsal bir mekan inşa etme ritüeli, tanrıların çalışmasını , yani kozmogoniyi yeniden ürettiği ölçüde etkilidir.

Gerekse Roma’nın tarihi, başka şehirlerin veya halkların tarihi, şehrin kurulmasıyla başlar; yani kurulum kozmogoniye karşılık gelir. Her yeni şehir dünyanın yeni bir başlangıcını temsil eder.

Dünyanın Merkezindeki Ev

Evren, toprak, şehir, tapınak, saray, ev ve kulübe arasındaki çok yönlü benzerlik aynı temel simgeciliği vurgular. Bu imgelerin her biri varoluşsal bir dünyada olma deneyimini, daha doğrusu düzenli ve anlamlı bir dünyada konumlanmış olma deneyimini ifade eder. Mekânsal mimari terimlerle ifade edilen aynı kozmolojik simgecilik, eve, şehre ve evrene ışık tutar.

Geleneksel Çin evi de benzer şekilde kozmik bir simgeciliğin izini taşır. “Gökyüzü Penceresi” ve “Cennet Penceresi” adı verilen çatıdaki açıklık, gökyüzü veya cennet ile iletişimi sağlar. Çinliler aynı terimi Moğol Çadırının tepesindeki boşluğu ifade etmek için de kullanırlar. Moğol çadırının tam ortasında tepedeki delikten geçen bir direk vardır. Bu direk simgesel olarak “Dünyanın Direği” yani dünyanın ekseni ile özdeştirilir.

Ölümün Kökenine Dair Mitler

“Doğumdan önceki kişilik tamamen tinseldir; yaşamının ilk yıllarında, toplumsal olarak kadınlarla birlikte sınıflandırıldığında tinsel olmayan veya dünyevi bir hale gelir; birey yaşlanıp ölüme yaklaşırken giderek daha fazla dinselleşmeye ve kutsallaşmaya başlar ve ölümde bir kez daha tamamen tinsel ve kutsal.” W. Lloyd Warner

İlk insanlar, yani mitsel atalar ölüm nedir bilmiyordu; yani ölüm ilk zamanda meydana gelen bir şeyin sonucudur. İnsan ölümün dünyada ilk nasıl ortaya çıktığını öğrendiğinde, kendi ölümsüzlüğünün nedenini de anlamaya başlar: başlangıçta filanca bir şey gerçekleştiği için insan ölür. İlk ölüme dair bu mitin ayrıntıları ne olursa olsun, mit insanlara kendi ölümsüzlükleriyle ilgili bilgi verir.

Gayet iyi bilindiği gibi, insanın tanrısal bir buyruğu ihlal etmesi sonucu ölümün dünyaya geldiği açıklamasına yalnızca birkaç mitte rastlarız. Ölümü şeytani bir varlığın zalim ve keyfi edimine bağlayan mitlerse daha yaygındır.

Bir de şu inanış vardır: İnsan ilk yaratıldığında Tanrı ona ruh bahşetmiştir, bedenini veren ise yeryüzüdür. Ölüm anında bu iki unsur da doğal olarak kendi kaynaklarına döner: beden yeryüzüne ve ruh da semavi yaratıcısına.

Gizembilim Ve Modern Dünya

Oxford Sözlüğü’ne göre okült (occult) sözcüğü “zihnin idrak etmediği veya edemediği şey; anlayışın veya bilinen gerçeklerin sınırları ötesindeki şey” anlamında ilk kez 1545’te kullanılmıştır. Hemen hemen yüz yıl sonra 1633’te sözcük bir yan anlam kazanır: “gizemli ve gizemli bir doğaya dair bilgi içeren veya bu doğanın etkenlerini, güçlerini kullanan (büyü, simya, astroloji, teozofi gibi) antik ve ortaçağ bilimlerinin konusu”.

Ezoterizm’in tanımı biraz daha inceliklidir. Tiryakian’a göre: Ezoterik, gizembilimi tekniklerine ve pratiklerine temel teşkil eden dinsel-felsefi inanç sistemlerinin ortak adıdır.

Rene Guenon 1924’te yayımladığı kitabı Doğu ve Batı ve 1927’de yayımlanan Modern Dünyanın Bunalımı çoktan Batı dünyasının düzeltilemez çöküşünü duyurmuş ve sonunun geldiğini ilan etmişti. Hindistan geleneğinin terimiyle Guenon, Kali-yuga’nın son evresine kozmik döngünün sonuna hızla yaklaşmakta olduğumuzu belirtmiştir. Guenon‘a göre, bu süreci değiştirmek, hatta geciktirmek için bile hiçbir şey yapılamaz. Dolayısıyla kozmik veya toplumsal bir yenilenme umudu yoktur. Ancak şimdiki döngünün tamamen yok olmasından sonra yeni bir döngü başlayacaktır. Bireye gelince Guenon prensipte Doğu’da varlığını koruyan kabul merkezlerinden biriyle irtibat kurma olasılığı olduğuna inanıyordu ama bunu yapma şansının çok kısıtlı olduğunu düşünüyordu.

Daha da önemlisi -ve yakın tarihli gizembilim akımlarının örtük fikirlere kökten karşı çıkan- Guenon insan kişiliğinin ayrıcalıklı bir statüsü olduğunu reddediyordu. Kelimesi kelimesine şöyle diyordu:

“İnsan gerçek varlığın sadece geçici ve olumsal bir tezahürünü temsil eder… İnsan bireyselliği… bütün varlık hallerinin sonsuz hiyerarşisinde “dizi dışı” ayrıcalıklı bir konuma sahip olmamalıdır; bu hiyerarşide diğer hallerden daha önemli bir mertebede değildir.”

Rene Guenon hayatı boyunca pek de popüler bir yazar olmadı. Ancak ölümünden sonra ve özellikle de geçtiğimiz on, yirmi yılda kitapları yeniden basıldı, fikirleri daha geniş bir çevrede bilinir hale geldi. Rene Guenon kötümser bir dünya görüşüne sahiptir ve kıyametin yakın olduğunu ve dünyanın sonunu duyurur. Rene Guenon müritlerinin çoğu İslam’a döndüğünü veya Hint-Tibet geleneği öğrencisi olduğunu de eklemeliyim.

Bir tarafta bir gizembilim patlaması var: Bunlar özellikle, Amerikan gençliği açısından karakteristik ve Aquarius sonrası çağın muhteşem yenilenmesini ilan eden bir tür “pop” din niteliğindedir. Diğer tarafta ise Rene Guenon’un yeniden formülleştirdiği şekliyle, geleneksel ezoterizmin keşfi ve kabulü vardır: buna göre modern dünya bir felaketle yok olmanın hazırlık aşamasındadır ve bu yok oluş gerçekleşmeden kozmik ve tarihsel yenilenme gerçekleşmeyecektir. Bu iki eğilim birbirine kökten bir şekilde karşı çıkar. Guenon’cu öğretilerin kötümser bakış açısını yumuşatmaya yönelik bir çabanın izine rastlarız ama sonuçlarını değerlendirmek için henüz erken.

Hermann Hesse’nin Doğu Yolculuğu (1951) daha ellilerde, altmışların sonunda gerçekleşecek olan gizembilim dirilişini önceliyordu. Ama ya Rosemary’nin Bebeği’nin ve 2001’in afallatıcı başarısını bize kim açıklayacak?

Ben sadece soru soruyorum…

Okultizm, Büyücülük ve Kültürel Modalar, ve diğer görseldeki kitapları okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bildiğimiz dünya, düşünülenden hep daha geniştir… Bazen katı bir bilimsel gerçeklik içinde kalır, bazen de kültürel modalar halinde kendine daha geniş bir halka bulan astroloji, totem, sihir ve büyü gibi dile dolaşan, bilinçaltında gezinen eğilimlerle farklı düzeylerde yeniden yorumlanır. Ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade’nin eserlerinde birbirinden farklı kültürlerde kendine yer edinen sembol ve imgeler, inanç ve mitler esasen arkaik bir kökeni işaret eder: İnsanın kutsal ile kurduğu bağdır bu. Eliade popülerliğin tuzağına düşmeden bu sahadaki ustalığını gösterir. Okültizm, ezoterizm, büyücülük, Avrupa büyücülüğünün tarihyazımı, ölümün kökenine dair mitler, sanatçıların eserlerinde kültürel yaratımın gizli kodları, anlamları ve değişmeyen arketipler ve bu suretle kültürel modalara getirilen eleştiriler Eliade’nin bu kitapta incelediği bazı başlıklardır.

Uzun yıllar süren araştırmaların ürünü olan bu yazılarda Eliade’nin yaşamı boyunca yaptığı çalışmaların genel bir özeti sunuluyor. Mircea Eliade akademik ve ortodoks geleneklerin dışında, her aşamada kendi özgün buluşlarını sergiliyor. Eliade’nin keşiflerinde, çeşitli yüzyıllarda ve farklı kültürlerde inanç ve kutsal arasındaki ilişkinin hiç de yalınkat ve düz bir çizgiyi takip etmediği görülecektir. İnsan bulunduğu o küçücük noktadan bütün bir dünyayı, evreni, yıldızları, ruhu, iyiliği ve kötülüğü, melekleri, şeytanları ve Tanrıyı nasıl yorumlamıştır? Ve daha da önemlisi, hangi tinsel nedenlerden ötürü insan kendi benliğini arzın merkezine sıkı sıkıya sabitlemiş ve buradan kâinatı seyre dalmıştır?

Mircea Eliade, 13 Mart 1907’de Bükreş – Romanya’da doğdu. Çocukluğunda ve gençliğinde biyoloji, özellikle de botanik ve entomoloji ile ilgilenmiştir. Fakat yıllar geçtikçe ilgisi daha çok sosyal bilimlere kaymış, özellikle filoloji ve felsefe ile ilgilenmiştir. Bu yüzden felsefe eğitimi alır. 1928 yılında Bükreş Üniversitesi’nde felsefe dalında yüksek lisans yapar. Master tezinin konusu İtalyan Rönesans dönemi filozoflarıdır. Aynı yıl Sanskritçe ve Hint felsefesi okumak için Kalküta’ya gider. Eliade burada ders aldığı Surendranath Dasgupta’dan etkilenmiştir. Ayrıca altı ay Himalayalar’daki Rişikeş aşram’ında yaşadı. Eğitimini bitirip, dört yıl sonra, 1932’de Bükreş’e geri döndü. 1933 yılında daha sonra Fransızca “Yoga: Essai sur les origines de la mystique Indienne” adıyla yayımlanacak olan doktora tezini verdi. Adından da anlaşılacağı gibi doktora tezi Yoga’nın farklı açılardan analizi niteliğindeydi. 1933’ten 1939’a kadar Bükreş Üniversitesi’nde felsefe ve din tarihi konuları başta olmak üzere birçok farklı konuda ders verdi.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin