“Kendilik bellek bilgisi, en üst düzeyinde kişinin hayat hikâyesinin bir versiyonunu içeren ve daha alt düzeylerinde çeşitli yaşam dönemlerini bir araya getiren genel bir hikâye şeklinde yapılandırılmış bir temsiller hiyerarşisidir. “

— Martin A. Conway

Merhaba

Hem patronu hem de işçisi olduğum alanda disiplinle çalışırken hikâyeler yaratmak… İşte bu hikâyelerden birinde Oğuz karakterini yaratıyorum. Bir süre sonra, anladım ki yazdığım karakter beni eğitiyor. Karakterle ilgili yazarken karşılaştığım soru şuydu: “Kişi yaşadığı travmadan önce ve sonraki kişilik özelliklerine ilişkin bazı özet tanımlara erişebilir mi?

Sorunun cevabını bulmak ve karakterin yürümesi için bilgi gerekiyordu. O yıllarda masamın üzerinde boyumu geçen kitaplara bakarken kendime şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “Ne büyük bir işe giriştin!”

Sevgili Okur, metaforu şu olabilir yazarlığın, “Yemek yapmak gibi.” Sağlıklı bir yemekse tüm hücreler şifa bulur. Yazarlık da yemek yapmaya benzetilebilir. Ayrıca devamlı öğrenmeyi gerektirir. Hikayedeki her satır farkındalıkla, bilgiyle yükselir. Yaratıcı düşünür olarak; edindiğim öğrenme kimliğimle aynen bir kütüphanedeki gibi konuyu sessizlik içinde araştırmaya başladım. Sessizliğin içinden kendi sesiyle yükselen o kitaplardan biri de Zihinde ve Kültürde Bellek.

  • Anılar Ne İşe Yarar?
  • Hatırlamanın Biliş ve Kültürle İlgili İşlevi Nedir?
  • Otobiyografik Anı Ağları Nasıl Oluşur?
  • Kollektif Bellek Topluluk Ruhunu Nasıl Yaratır?

Öyleyse sessizlik içinde soruların şöyle bir kafanızın içinde dönmesine izin verdiyseniz, Zihinde ve Kültürde Bellek neler anlatıyor bize. Gelin sessizlik içinde cevapları öğrenelim.

Bellek ne işe yarar? Bu soruya fazla düşünmeden, basitçe “Bellek geçmişle ilgili bilgilerin akılda tutulmasını sağlar,”; “Bellek geçmiş olayları saklamamıza yardımcı olur,” şeklinde veya buna benzer yanıtlar verilebilir. Peki bunun yararı nedir? Bir organizmanın bu tür bir yeteneğe sahip olmasının ne anlamı olabilir? Bu yetenek ne işe yarar? Şaşırtıcı olan, bellek uzmanlarının bu konuya pek ilgi göstermemiş olmasıdır. Psikolojide bellekle ilgili pek çok model ve tanım vardır kuşkusuz, ama bunlar genellikle belleğin insan davranışıyla ilişkili işlevlerinden çok, bir araç olarak belleğin işleyişine odaklanır gibidir. Dolayısıyla, “Bellek aslında ne yapar?” diye sormak mantıklı olacaktır. Bir organizmayı izler ve davranışlarını anlamaya çalışırsak, bu davranışların bir kısmının bellekten etkilendiğini söyleyebilir miyiz? Ne zaman? Nasıl? Belki de belleğin ne yaptığı konusunda daha fazla bilgi sahibi olursak, belleğin ne işe yaradığına ve nasıl ortaya çıktığına dair daha sağlam temelli tahmineler yapabiliriz.

Fenemolojik Kayıtlardan Oluşturulan Otobiyografik Bellek

Conway ve arkadaşları, insanın kendi başından geçen olaylarla anısal hatırlama arasındaki ilişkiyi özetlemek için senteze dayalı bir model önermişlerdir (Conway, 2011; Conway ve Pleydell Pearce, 2000). Kendilik bellek bilgisi, en üst düzeyinde kişinin hayat hikâyesinin bir versiyonunu içeren ve daha alt düzeylerinde çeşitli yaşam dönemlerini bir araya getiren genel bir hikâye şeklinde yapılandırılmış bir temsiller hiyerarşisidir. Bunlar, “Ben okula giderken” veya “Ben İtalya’da yaşarken” gibi uzun dönemlere karşılık gelir. Bu dönemlerin her biri, konuyla ilişkili bir dizi sıradan olay ile nitelendirilebilir: “Okul otobüsüne binmek”, “sunum yapmak” veya “sabah cappucinosunu içmek” gibi. Sıradan olay temsillerinin kendileri de anısal bellekle, yani Conway’in fenomenolojik kayıtlar olarak adlandırdığı “başımızdan geçen kısa özgül yaşantıların” kayıtlarıyla bağıntılıdır.

Fenomenolojik kayıtlar şu özelliklere sahiptir: (1) İşler bellekten (kısa süreli bellek) gelen işlenmiş duyusal-algısal-kavramsal-duyguşal kayıtların bir özetini saklarlar; (2) Belirli bir amaca yönelik bilinç içerikleriyle sınırlı kısa zaman dilimlerini temsil ederler; (3) Bu içerikler kabaca oluş sırasına göre temsil edilir; (4) Kayıtlar ancak kişinin kendi hayatıyla ilişkili (otobiyografik olaylar) bilgilerle bağlantılı hale gelirse kalıcı şekilde saklanır; (5) Erişildiklerinde hatırlanarak yaşanırlar; (6) Genel otobiyografik olayların ifadesine özgüllük katarlar; (7) Nöral bağıntıları diğer otobiyografik bilgi ağlarından ayrı olabilir (Conway ve Pleydell-Pearce, 2000). Anlamsal bellek ve fenomenolojik kayıtların birleşmesi, kişinin kendi deneyimlerine dayanan “anılarının”, en özgül olandan (yaşanan olayın gerçekleştiği haliyle ham kaydı) en soyut olana (kısa bir yaşantı parçasının pek çok bilgiyle harmanlanması), çok çeşitli biçimlerde şekillendiği izlenimini uyandırır (Schacter ve arkadaşları, bu kitapta).

Otobiyografik belleğe yönelik bu yeteneğe, birbirinden ayrı ama bir orkestra gibi birlikte hareket eden farklı bilişsel sistemler hizmet eder, Örneğin Rubin (2006), hatırlama işlevinin, modaliteye özgü depolamanın (özgül görsel, işitsel, linguistik bilgilere bellek) yanı sıra, görsel imge yeteneğini de içerdiğini belirtmektedir.  (Watson ve Rubin, 1996). Otobiyografik hatırlamada, bu dış bilgi kaynaklarından başka üç özgün yetenek (kapasite) önem ( 1 ) Kendi üzerine dönen düşünce/kendi üzerine düşünen düşünce kişinin kendi deneyimleriyle ilgili bir “üst temsil” şeklinde düşüncelere sahip olması (yani geçmişte yaşanan deneyimin bir halüsinasyon değil, gerçek bir deneyim olması); (2) Mevcut düşünceleri ve tasarıları birleşmiş kendilikle ilişkilendiren bir kişisel eylemlilik ve sahiplik anlayışı; (3) Zaman içinde devamlılık gösteren bir süreğen kendiliğe sahip olma yeteneği (Klein, German Cosrnides ve Gabricl, 2004). Bu kapasitelerden herhangi birinin bozulması, otobiyografik belleği önemli ölçüde etkiler. Örneğin, “üst temsil” yetenekleri bozuk olan otistik hastaların otobiyografik bellekleri zayıftır. Sahiplik duyusu bozuk olan (örneğin, düşüncelerinin kontrol edildiğine dair hezeyanları bulunan) şizofrenik hastalarda da aynı durum söz konusudur (Elvevâg, Kerbs, Malley, Seeley ve Goldberg, 2003). Otobiyografik bellek, süreklilik gösteren zamansallık duyusu henüz olgunlaşmamış olan küçük çocuklarda da zayıftır (Klein ve arkadaşları, 2004).

Özetlersek, olaylara dair anılara (epizodik anılara) sahip olmak demek, kişinin geçmişe ait bilgisinin desteklediği ölçüde, silik bilinç kayıtlarından, akla yatkın, doğru gibi görünen ama dolaylı bir yaşantı yapılandırmak demektir. Sonuç, geçmişle hayal gücüne dayanan bir uğraşıdır; ama bu tür bir uğraşın ne gibi etkileri vardır?

Benliğin Anıları

Psikoloji literatüründen elde edilen en temel yanıtlardan biri, benliği anıların oluşturduğudur (Rubin, 1996) —bireyin “sahip olduğu” kendine özgü bilgilerle, onu diğerlerinden ayıran birey olma durumunun bir ifadesi (Klein, 2000). Bu, örneğin John Locke’un, “İnsan ancak kendine ait, onu diğerlerinden ayıran geçmişiyle bağlantı kurabildiği ölçüde bireydir,” önermesinde de yer alan klasik felsefi bir varsayımdır. Locke, [1697] 1975). Bu durum, entegre otobiyografik bellekten yoksun olduğu kabul edilen çok küçük çocukların, bu anlamda tam bir benliğe sahip olmamaları ve bellek kaybına uğramış hastaların, kendiliklerinin temel bileşenlerinden birini kaybetmiş oldukları anlamına gelir.

Bu görüşle, genel olarak uyumlu olan deneysel bulgular, kendilik durumunu destekleyen yeteneklere, otobiyografik hafıza için de gerekli olması bakımından biraz değişik bir açı verir, büker. İnsanın kişisel geçmişine ait durumları ve olayları hatırlaması, kişinin kendiliğinin temel bileşenlerinden biri için (Ulric Neisser’in tanımıyla “hatırlanan” kendilik) vazgeçilmez önem taşır (Neisser, 1993). Buna karşılık, örneğin kişinin beden ve eylemleriyle ilgili sahiplik duygusunun “yabancı el sendromu” veya diğer kontrol hezeyanlarının etkisiyle bozulduğu “ekolojik” benliği için, aynı durum söz konusu değildir (Boyer, Robbins ve Jack, 2005; Frith, 2005). Aynı şekilde, yaşanmış olaylara dayalı deneyimlerin hatırlanması, kendini bilmeyle bütünleşmediği sürece yararsızdır (Conway ve Pleydell-Pearce, 2000). Bu durum, anısal belleğin gelişiminde ve bozulmalarında açıkça görülür.

“Bir geçmişe sahip olmak doğrudan doğruya bir kendilik yaratır,” hipotezinin aksine, gelişimsel literatür, olaysal anıları otobiyografik anılar olarak akılda tutabilmek için kendilik duygusuna sahip olmanın bir önkoşul olduğunu öne sürer. Biz erişkinler beş yaş öncesine ait çok az olay hatırlayabilsek de (hatta çoğumuz hiçbir şey hatırlayamasa da), çocukların iki yaşından itibaren hatırı sayılır bir olaysal anı dağarcığına sahip olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır (bkz. Fivush, 1997). Yine de, aslında bu anıların otobiyografik olduğu söylenemez çünkü: (a) Bu anılar ayırt edici bir kişisel deneyim anlayışıyla ilişkilendirilemez (küçük çocuklar bir olayı yaşanmış bir deneyim olarak ifade ederler, ama her zaman kendi başlarından geçmiş bir deneyim olarak ortaya koymazlar); (b) Olaylar, erişkinlerdeki gibi kişinin mevcut deneyimini oluşturacak gündelik hikâyeye entegre edilmez (Nelson, 1988). Nelson ve arkadaşlarının kendiliğinden ve ipucuyla hatırlama konusundaki sistematik çalışmaları, kendilik temsilinin farklı yönlerinin, gelişimin farklı aşamalarında ortaya çıktığını ve bu aşamalarının her birinin, kişinin geçmiş deneyimlerini farklı bir şekilde ifade etmesiyle karakterize olduğunu ortaya koymuştur. 

Shakespeare’in Fırtına adlı tiyatro eserinde babasıyla kızı arasında geçen aşağıdaki diyalogda bu durum çok açıkça ifade edilmiştir:

PROSPERO 
[...] Biz bu mağaraya gelmeden önceki dönemden
Bir şey hatırlıyor musun?
Hatırlamazsın herhalde,
Çünkü o sıra üç yaşında bile yoktun.
MIRANDA
Ama hatırlıyorum işte [...]
Belli belirsiz bir şeyler var;
Gerçek değil de rüya gibi kalmış aklımda

Aslında, kendiliğin yarattığı bileşenlerden biri de, belleğin “garanti ettiği” “güvence”; olayların, hayal veya fantezi değil, kişinin kendi deneyiminden gelen kayıtlar olmasıdır. Öyleyse otobiyografik anılar, Conway’in tanımıyla (1996) mevcut hedefler ve benliğe dair anlamsal bilgiyi içeren “kendilik sistemine” bağlıdır.

  • Peki, kişi yaşadığı travmadan önce ve sonraki kişilik özelliklerine ilişkin bazı özet tanımlara erişebilir mi?

Olaysal anıların büyük bir kısmının yitirilmesi, ileriye dönük bellek kaybı (yeni anı oluşturamama) durumuyla birlikte olsa dahi, kimliğin tamamen yok olmasına yol açmaz.

Sosyal Gruplar İçin Anıların Önemi

Sosyal gruplar açısından ortak belleğin önemi nedir? Burada da uygulama ve bilimsel deneylere dayalı kanıtların, yaygın ve görünüşte zararsız bir varsayımı —anıların, sosyal grupların gereksindiği, koruduğu ve sonraki kuşaklara aktardığı ayırt edici bir kimliğin devamlılığını sağladığı varsayımını— bir dereceye kadar sorguladığını görürüz. Bu, tarihçilerin, antropologların ve kamuoyunun, ortak bir geçmişin kolektif olarak oluşturulmasına olan ilgisini yeniden uyandıran ve David Blight’ın kitabın ilerleyen bölümlerde “bellek patlaması” olarak adlandırdığı durumun ana konularından biridir. Tarihçiler, “tarihi olaylarla ilgili anıların oluşturulması” konusuna giderek daha fazla odaklanmaktadırlar. Bu bağlamda, geçmişin farklı kimlik projeleri çerçevesinde çeşitli şekillerde yapılandırılması, düzeltilmesi veya çarpıtılması (bkz. örneğin Blight, 2002, Amerikan İç Savaşı) ve özellikle de insanların belirli yerleri, tarihi geçmişe dair belirli görüşlerle ilişkilendirme şekilleri (bkz. Nora, 1984, 1986; Vinter, 1995, bu kitapta) üzerinde durulmaktadır. Sosyal gruplar bünyesinde aktif, hedefe yönelik bir süreç olarak belleğe yöneltilen bu ilgi, ilk kez Bartlett (1932) tarafından ortaya atılan benzer “bireysel bellek” görüşünü hatırlatmaktadır.

Geçmişin menfaat odaklı bir yaklaşımla benimsenmesine pek çok kanıt gösterilebilir hiç kuşkusuz (bkz. örneğin Blatz ve Ross, bu kitapta). Aynı şekilde, etnik veya ulusal grupların, betimleyici oldukları kadar normatif ve gerçek oldukları kadar “hayali topluluklar” olduğunu (Anderson, 1983) ve ulusları ulusçuluğun yarattığını (oysa bunun tersinin geçerli olmadığını) biliyoruz. Yani, ortak bir dil ve devlet ve —çoğunlukla büyük ölçüde sahte olan ortak köken ve kültürel normlara sahip olma iddiası güden modern ulusun özgül biçimi, ortak bir yönetim ve eğitim sistemiyle varlığını bağımsız olarak sürdürebilen bir devlet yaratma gereksinimine çok şey borçludur. (Geliner, 1983). Aslında, on dokuzuncu yüzyılda ulusal devletlerin kurulmasının en fazla önem kazandığı dönem, “atadan kalma” ulusal geleneklerin önceden benzeri görülmemiş ve planlanmış bir şekilde “icat edilmesine” de tanıklık etmiştir (Hobsbawm ve Ranger, 1983). Masallar, tarihsel anılar ve kültürün belirlediği yerleşik davranış kuralları, büyük bir ustalıkla “ahlak dersi veren hikayelere” ve duygusal ve manevi etkili ulusal tarih bilgisi anlatılarına dönüştürülmüştür (Smith, 2003) Araçsal vizyon, doğal olarak bütün bunları izlemiş gibi görünmektedir.

Bununla birlikte, kolektif hatırlamanın yapılandırıcı bellek çerçevesinde ifade edilmesi, ortak tarihi anlatıların basit ve araçsal bir vizyon kazanması tehlikesini taşır. Bunun ardından insanlar ve özellikle de gruplar oluşturan insanlar, tarihi geçmiş konusunda kendilerine en uygun, “kimliği güçlendiren” veya manevi tatmin sağlayan görüşe bağlanırlar. Aslında, kolektif hatırlama yalnızca planlı yapılandırmanın ürünü değildir (Wertsch, bu kitapta). Birtakım olayların hangi yollarla ortak tarihin bir parçası haline geldiğini belirlemek kolay değildir. Pennebaker ve arkadaşlarının çeşitli olaylar ve sosyal durumlar üzerinden gösterdiği üzere, bir olayın benimsenmesi, insanların tarihi olayları kendi yaşam öyküleriyle ilişkili olarak konumlandırmasına aracılık eden karmaşık bireysel süreçler gerektirir (Pennebaker, Pâez ve Rimâ, 1997, bu kitapta). Ayrıca, insanların kendilerini bir grubun parçası olarak görmeleri, bireysel kavrama ve özellikle de insanların topluluklara ilişkin özcü yargılarınca kısıtlanmaktadır.

Bir hipoteze göre, anısal bellek gelecekteki beklenmedik durumların öngörülmesinde vazgeçilmez öneme sahiptir. Aslında anısal bellek, Tulving’in tanımında “zihinsel zaman yolculuğuna” atfedilen temel işlevdir.

Otobiyografik Anı Ağları

İnsanlarda otobiyografik bellek, anısal bellek (insanın yaşamındaki belirli olaylarla ilgili anılar) ve kişisel geçmişin kavramsal, genelleyici ve şematik bilgilerinden (otobiyografik bilgi dağarcığı) oluşmuştur. Tipik bir hatırlama eyleminde bu ikisi birleştirilir ve kişinin yaşamından özel bir anı hatırlanır. Bu otobiyografik anılar kendiliğin içeriğini oluştururlar; bizi sosyo-tarihsel zamanda, toplum ve sosyal gruplarımız içinde konumlandırırlar ve benliği tanımlarlar. Otobiyografik anılar, önemli yollardan geçerek kendiliğin gelişmesini sağladığı gibi kim olacağımızın sınırlarını da belirler. Bu bölümde otobiyografik anıların zihindeki temsili ve bilinçte nasıl yapılandırıldıkları hakkında bilgi veriliyor. Buradan yola çıkarak, otobiyografik anıların, yaşanmış özgül bir bir gerçekliğin erişilebilir hale getirilmesi için kendiliğin temelinde yatan bazı anı ağlarını oluşturmak yoluyla kendiliğin tanımlanmasındaki işlevine de değiniliyor.

Kültürel Yaşam Senaryoları ve Bireysel Yaşam Öyküleri

  • Kısa süre önce tanıştığınız ve dolayısıyla da geçmişiniz hakkında hiçbir şey bilmeyen yeni bir arkadaşınıza yaşam öykünüzü anlatacağınızı hayal edin. Bu, tam olarak güvendiğiniz ve kendisine karşı tamamen dürüst olabileceğiniz bir kişi olsun. Ona, kendi yaşamınızdan yaşam öykünüzde en fazla önem taşıdığını düşündüğünüz olayları anlatmak istiyorsunuz. Hangi olayları seçerdiniz?

Büyük olasılıkla anlatmak isteyebileceğiniz pek çok olay olacaktır, ama bazı olaylar insanın aklına diğerlerinden daha hızlı gelir. Arkadaşınıza öncelikle anlatmak isteyeceğiniz olaylar okula ilk başladığınız gün, ilk aşkınız, sporda veya okulda kazandığınız başarılar, evden ayrıldığınız veya mezun olduğunuz gün olabilir. Eğer belirli bir yaşın üzerindeyseniz, ilk işinizi, evliliğinizi, çocuklarınızın veya torunlarınızın doğumunu da anlatmak isteyebilirsiniz.

Neden bu olayları anlatmayı diğerlerine tercih ettiniz? “Bu olayları seçtim, çünkü bunlar önemli olaylar; örneğin, kitap okumayı öğrenmekten çok daha önemliler,” diyebilirsiniz. Pekiyi burada “önemli” derken neyi kastediyoruz? Çocukken sizin için bir kitabı okuyabilmek veya ayakkabılarınızı bağlayabilmek önemli değil miydi? Ve neden farklı insanlar kendi yaşam öykülerine aynı önemli olayları dahil etme eğiliminde? Bütün yaşamlar büyük oranda birbirine mi benziyor, yoksa burada başka durum mu söz konusu? Bu bölümde yaşam öykülerimizin içeriğinin, kültürel normlar (kültürün belirlediği yerleşik davranış kuralları) tarafından sınırlandırılmasını tartışacağız. Bu normlar, bir yaşam öyküsünü anlatırken bazı şeyleri önemli, bazı şeyleri ise daha az önemli olarak görmemizde etkilidir. Bu kolektif normlar, “yaşam senaryoları” olarak adlandırılır. Yaşam senaryosunu, prototipik bir yaşam seyrinde belirli olayların sırası ve zamanlaması ile ilgili kültürel beklentiler belirler (Berntsen ve Rubin, 2002-2004; Rubin ve Berntsen, 2003). Bu bölümde kültürel olarak paylaşılan yaşam senaryoları, bunların bireysel yaşam öyküleri açısından anlamları ve yaşam senaryolarının ve yaşam öykülerinin çocuklukta nasıl şekillendiği konuları ele alınıyor.

“Senaryo” tekrarlanan gündelik olaylar hakkında düşünce şeklimizi düzenleyen genel bilgi yapısıdır. Daha soyut ifadelerle anlatmak anlatılacak olursa “senaryo” belirli bir sıraya göre birer birer gerçekleştirilen bir olaylar dizisidir. Her olay daha sonra gelen olayların yapılmasını mümkün kılar ve hepsi bir araya gelerek “stereotipik bir epizod” oluşturur.

“Yaşam Senaryosu” toplumsal olarak onaylanan davranış kurallarının bilişsel ifadeleridir.

Kültürel yaşam senaryoları, insanların gelecek planlarını etkilemesinin yanı sıra, otobiyografik anıların hatırlanmasını şekillendirir ve kişisel yaşam öykülerimize dahil edeceğimiz olayların seçimini etkiler.

Kolektif Bellek

“Kolektif Bellek” medyada ve günlük konuşmalarda çok sık karşılaştığımız bir terim. Etnik şiddet ve anlayış jeopolitik hesapların nedenleri hakkında konuşurken bu terimi kullanıyoruz. Siyasi liderler kriz zamanlarında bu terimi sıkça anıyor. Geçtiğimiz yirmi yıl içinde yeni bir “bellek endüstrisi” türedi. “Toplumsal bellek”, “sosyal bellek”, “kültürel bellek”, “bedensel bellek”, “tarihi bilinç” ve “hatırlatıcı savaşlar”

Kolektif Bellek Topluluk Ruhunu Nasıl Yaratır?

Bu kitabın konusunu kültür ve bellek oluşturuyor; içinde büyüdüğümüz toplum ve kültür, bireysel belleklerimizin, kolektif belleklerin ve kimliğin biçimlenmesine acaba ne şekilde katkıda bulunuyor?

Kollektif bellek, tarihçiler, sosyolog, antropolog psikologlar ve edebiyat araştırmacıları, kolektif belleği nelerin oluşturduğuna dair birbirinden biraz farklı tanımlar sunmuşlardır. Bu terimin bütün kullanımlarını birleştiren genel özellik, kolektif belleğin bireyleri aşan ve grupça paylaşılan bir bellek formu olmasıdır.

Kolektif bellek aslında üç şeye gönderme yapar; bir bilgi tabanı, bir nitelik ve bir süreç” demektedir. Bu üç özellik kolektif belleğin anlaşılmasında kritik önem taşır.

Kurumsal Altyapı

Kolektif anılar genellikle belirli bir ulusun vatandaşları için anlam taşırsa da, bu tür anılar başka topluluklar, örneğin dini gruplar için de kritik öneme sahip olabilir (örn. Yahudilerin Nazi Soy. kırımı anıları; bkz. Novick, 1999). Kolektif anıların teşvik ettiği “birliktelik” duygusunda olduğu gibi, bu etkiler farklı düzeylerde kendilerini gösterebilir. Örneğin, bu birlik bir grubun üyeleri arasında genel bir kimlik duygusu (örn. milliyetçilik, vatanseverlik) yaratabilir. Diğer taraftan bu etkiler daha öznel de olabilir ve örneğin “savaşa gitme kararı” gibi belirli bir tutum veya karara temel oluşturabilir. Campbell’in (1958) bireylerin uyumlu bir birlik oluşturacak şekilde toplanarak birbirine bağlanma düzeyini gösteren yekyücutluk kavramıyla ilişkili olarak, insanların bir araya gelmesini sağlayan süreçler “gruplaşmayı” artırabilir veya azaltabilir (Lickel ve ark., 2000). Örneğin, yekvücutluk özelliği yüksek olan gruplarda grup üyelerinin birbirine duyduğu bağlılık ve kendini bir topluluk olarak “hissetme”, yekvücutluk özelliği düşük olan gruplara kıyasla daha yüksektir (McDonnel, Sherman ve Hamilton, 1997). Yekvücutluk bir dereceye kadar homojenlikle ilişkili olsa da (Lambert ve Wyer, 1990; Lambert, Barton, Lickel ve 1998; Tajfel, 1981; Park ve Hastie, 1987), bu iki kavram eşdeğer değildir (Yzerbyt, Judd ve Corneille, 2003).

“Bellek de duygulandım gibidir : Sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz şeyleri hatırlarız.” Emerson

Bellek tarihi nasıl şekillendirir?

Frederic Bartlett, bellek araştırmalarının ilk dönemlerinde, “kulaktan kulağa” oyununu kullanarak, “karmaşık bir hikâyenin uzun bir zincirinde bir kişiden diğerine iletildikçe nasıl ama aynı zamanda da nasıl kültürel olarak daha kabul hale getirildiğini göstermiştir (Bartlett, 1932; Bergman ve Roger, 1999). Ross ve arkadaşları, tarihsel anlatılara nasıl adım adım gurur verici pasajlar eklenip, utandırıcı kısımların değiştirildiğini hatta yok sayıldığını göstermek için benzer bir yöntemden yararlanmışlardır. Yazarların da değindiği üzere bu durum, devletlerin ve uluslararası kurumların (nadiren de kişilerin) geçmişte yapılanlar için özür dilemek için yarıştığı bu “pişmanlık” çağında paradoksal bir durumdur.

Muhafazakârlara yönelik bir hiciv niteliğindeki bu durum, geçen yüzyılda inanılmaz boyutlara ulaşan zulüm ve katliamlar nedeniyle karanlık bir nitelik kazandı. David Blight’ın da vurguladığı üzere, kamusal söylemde böyle bir “bellek patlamasına ”tanık oluşumuzun temel nedenlerinden biri de budur. Burada bilimsel tarih temel itici güç değildir. Tarih alanındaki bellek araştırmalarında kaydedilen çarpıcı gelişmeler, daha büyük bir sosyal fenomenin, ortak tarihsel anıların genellikle çekişmeli ve tartışmaya açık olduğu konusunda farkındalığın giderek artmasının bir sonucudur. Bu farkındalığın ilk kaynaklarından biri, hiç şüphesiz Yahudi Soykırımı sorunudur. Modern Almanya, II. Dünya Savaşı sırasında uygulanan zulümlerde payı olan diğer ülkelerin aksine, kolektif sorumluluğu gayet net bir şekilde üstlenen toplumların tarihteki ilk örneğidir.

Hemen aklıma bu yüzyılın utancı Gazze’de yaşanan soykırım geliyor. Gelecek yüzyıllarda bu utanç acaba hangi kelimelere evrilecek!

Bellek Patlaması: Neden ve Neden Şimdi?

Belki de hiçbir özelliğimiz, bizi eşsiz bellek kapasitemiz kadar insan kılmaz. Başka hiçbir canlı belleği, yaratmak; deneyimleri kaydetmek; bilinçli çağrışımlar kurmak; dil oluşturmak ve kullanmak; geçmişi bilmek, saklamak, anlatmak ve yazmak için kullanmaz… Bizse, geçmişimizin en azından bir kısmını bilmekle kalmaz, bunu bilebileceğimizi de biliriz. Bazen, bellek, gerçekten de insan zekasının temeli, kaynağı gibi görünür.

Augustinus İtiraflar’da belleği “engin bir meydan”, zihnin “bilgi hazinesi” olarak tanımlar. Gücüne hayranlık duyduğu belleği “kimsenin dibine ulaşamadığı büyük bir oda” olarak çizer. Augustinus, “Belleğin çok büyük bir gücü var, bu müthiş bir şey. Tanrım ne derin ve sonsuz bir çeşitlilik; işte bu zihin; bu benim, bizzat kendimim” der. Augustinus, anılarımızdan ibaret olduğumuza inanmıştır; Bizi anılarımız yönlendirir; biz bu yönlendirmelere uyarız ve onları sürekli gözden geçiririz. Bellek, bizi denetleyebilir, bunaltabilir, hatta zehirleyebilir. Yahut da bizi kafa karışıklığı ve umutsuzluktan koruyabilir; Bizler birer birey olarak bellek olmadan verimli bir yaşam süremeyiz. Ancak bir belleğe sahip olarak yaşamak, kısmen insanlığın acılarının da nedenidir. Pekiyi, bütün bunlar belleğin kolektif, toplumsal, grup formu içinde geçerli mi? Karşılaştığımız bir kolektif belleği nasıl tanırız? Bütün toplumlar kendilerini ayakta tutan en önemli desteği, bireylerle aynı şekilde mi alırlar bellekten?

Zihinde ve Kültürde Bellek, Pascal Boyer, James V. Wertsch, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Okuyucuları kendilik kimliğinin, ortak kültürel norm ve kavramların ve tarih bilincinin oluşmasında bellek süreçlerinin etkisini detaylarıyla tartışmaya davet ediyor.

Neleri hatırlıyoruz, hatırladıklarımızı niye hatırlıyoruz, anılarımız gerçeklerle ne kadar örtüşüyor gibi soruların cevaplarının arandığı kitapta kimliğimizin oluşması, bireysel ve kolektif belleklerin şekillenmesi ve özellikle resmi tarihin geçmişi kurgulamasındaki dikkat çekici noktalar farklı ülke ve kültürlerden örneklerle ayrıntılandırılıyor.

Kitapta tartışılan bulgular yeni, kullanılan yöntemler modern olsa da, çalışmalarıyla insan kültürü psikolojisi alanının başlangıç noktasını temsil ettiği düşünülen Frederic Bartlett ve Aleksandr Luriya gibi öncülerin izi takip edilmektedir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin