“Doğa durumunda ne iyilik ve kötülük vardır ne de adalet ve adaletsizlik; insanlar sadece sevdiklerini korumaya, nefret ettiklerini yok etmeye çalışırlar. İnsanlar kendilerinin en iyi kısmı olan aklın hükümranlığında yaşasalardı asla kimseye zararları dokunmazdı. Ancak daha ziyade tutkularının (haset, kıskançlık, tahakküm kurma ihtiyacı ve muhtelif heyecanların) hükmünde yaşadıkları için birbirlerini paralarlar… “

— Baruch Spinoza

Merhaba

Goethe’nin sözlerine yer vermek istiyorum. Faust‘un yazarı Anılar’ın da şöyle yazıyordu:

“Olağanüstü bir adamın şahsiyetini ve öğretisini doğrusu biraz yarım yamalak ve sanki kimseye belli etmek istemezmiş gibi benimsemiş, fevkalade etkilerini hissetmeye başlamıştım bile. Üzerimde çok belirleyici bir etkisi olan ve düşünme şeklime muhtemelen derinden nüfuz etmiş bu müthiş zihin Spinoza idi. Tuhaf tabiatıma uygun düşecek bir kendini yetiştirme aracını koca dünyada beyhude aradıktan sonra bu filozofun Etika’sına denk geldim. Bu eserin bana kattıklarını veya benim esere neler kattığımı değerlendirmem imkânsız ama ihtiraslarımı yatıştırıyordu ve adeta önümde, hem manevi hem de hissedilen dünyaya dair büyük ve özgür bir perspektif açılıyordu. (…) Öte yandan en yakın birlikteliklerin zıtlıklardan doğduğunu da burada inkâr edecek değilim. Spinoza’nın her şeyi yatıştıran sükûneti, benim her şeyi yerinden oynatan coşkumla tezat oluşturuyordu; matematik yöntemi benim karakterimin ve şairane ifade biçimimin zıddıydı ve beni onun tutkulu talebesi, önde gelen hayranı yapan tam da ahlaki meselelere elverişiz addedilen o düzenli yöntemi idi. (…) Kendimi bu okumaya verdim ve bakışımı kendime çevirdiğimde, dünyaya dair bu kadar berrak bir bakışa hiç sahip olmadığıma artık kaniydim.”

Goethe’nin etkileyici biçimde vurguladığı şey Etika’nın son derece kuru, geometrik yapısı ile, özellikle de en tutkulu karakterler üzerindeki yatıştırıcı gücü arasındaki tezattır. Spinoza, gerçekliğin tamamını bir araya getiren derin ahengin ve aklın varlığını neredeyse nesnel bir şekilde ispatlama iddiasına sahiptir. “Var olan yegâne cevher” biçiminde tanımladığı Tanrı’dan yola çıkarak —kozmik düzenden tutkularımızın karmaşasına dek— her şeyin bir nedeni olduğunu ve evrensel doğa kanunlarının her şeyi izah ettiğini ispatlamaya girişir. Kaoslar görüntüden ibarettir; tesadüf de yoktur mucize de.

Nedenlerini iyice anlamak suretiyle su yüzüne çıkartmak isteyeceğimiz bir mucize varsa şayet, o da Spinoza mucizesidir! Hem derin hem de devrimci böylesi bir entelektüel inşayı yirmi yıldan az bir zamanda nasıl gerçekleştirebilmiştir bu adam? Zira göreceğimiz gibi Spinoza düşüncesi siyasi, dini, antropolojik, psikolojik ve ahlaki alanlarda gerçek bir devrim yaratırmıştır. Tek hakikat kriteri olarak aklı dikkate alan Spinoza, aklın tüm insanlar ve tüm zamanlar için aynı olmasından ötürü, kendini daha en baştan evrensellikte ve ebediyette konumlandırır. Mesajının, ne geçecek zamanın yıpratıcılığından ne de kendisinin doğuştan gelen özelliklerinden etkilenmeyeceği iddiası da bundandır.

Akılcılığı Descartes’ın, düalizm temelinde başlattığını biliyoruz. Bir yanda maddi dünya diğer yanda manevi dünya vardır. Spinoza da aklın tarafında konumlanır ancak bu ikiliği önemli ölçüde aşar. Geometrik kesinliğe sahip düşüncesi; yaratıcı ile yaratılan, manevi ile maddi arasına ayrım koymak yerine insan ile doğayı, ruh ile bedeni, metafizik ile etiği aynı hareket dahilinde ele alan genel bir felsefe inşa etmek üzere, var olan sistemleri yapıbozuma uğratır.

Bu entelektüel darbeyi gericiliklerin, hoşgörüsüzlüklerin, fanatizmin hüküm sürdüğü 17. yüzyılda gerçekleştiren ve her tür konformizmden uzak duran Spinoza —ki eserleri tüm dinlerce mahkûm edilir—insan zihnini geleneklerden ve muhafazakârlıklardan özgürleştirir; hem de her alanda. 20. yüzyılda Albert Einstein onun eserinde, gerçekleştirmekte olduğu fizik devriminin metafizik uzantısını görür. Öte yandan insana dair tasavvuru son derece çağdaştır. Bedenle ruhu barıştırmış; hisler, düşünce ve inançlar yapbozunu birleştirmiştir. Bugün meşhur nöropsikolog Antonio Damasio bile Spinoza’yı, duygular üzerine düşüncelerinin öncüsü olarak görür. Aynı anda aydınlanmaya, Kutsal Kitap tefsirlerine ve dinler tarihine ilham kaynağı olduğu, daha bu disiplinler kurulmamışken dilbilimci, sosyolog ve etolog olduğuna kuşku yoktur.

Spinoza kesinlikle muhteşemdir ve entelektüel kudretini takip etmek bazen çok zor olsa da düşünceleri sadece ve sadece; hiçbir buyurgan istikamet belirlemeksizin, herkese neşenin yolunu gösteren bir bilgelik sunma hedefi taşır.

Flaubert ondan bahsederken “Ne adam, ne kafa, ne bilgelik ve nasıl bir zihin!” der heyecanla. Ancak beşeri bilimlerde olduğu kadar biyolojideki ilerlemelerin de onun pek çok tezini doğrulamak üzere ortaya çıkması için 20. yüzyılı beklemek gerekecektir. Flamancayı, Portekizceyi ve İspanyolcayı akıcı konuştuğunu, İtalyanca, Almanca ve Fransızcanın yanı sıra dört eski dili (Kitab-ı Mukaddes İbranicesi, Aramice, Grekçe ve Latinceyi) okuyabildiğini de ekleyelim.

Aksiyomlar, tanımlar, önermeler, ispatlar, önerme sonuçları ve notlardan oluşan karmaşık yapısı Etika’yı okumayı güçleştirse de diğer eserleri daha akıcı ve kolay okunabilecek şekilde yazılmıştır. Spinoza, zamanının aydınlarına benzer şekilde süssüz bir Latinceyle yazar ve birkaç onyıl evvel Descartes’ın yaptığı gibi, ortaçağ skolastiğine ait klasik metafizik sözdağarcığını kullanır. Zaman zaman bize yabancı gelebilecek bu söz dağarcığını, bu eserde Spinoza’nın tezlerini sunarken yeri geldikçe izah edeceğim. Öte yandan görece az yazdı ve maruz kaldığı zulümden ötürü, yaşarken sadece iki kitap yayımlatabildi: Rene Descartes Felsefesinin İlkeleri (1663) ve Teolojik Politik İnceleme (1670). Diğer eserleri ölümünden bir yıl sonra, 1678’de yayımlandı: (1675’te tamamlanan) Etika ve tamamlanmamış diğer eserleri Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme, Politik İnceleme ve İbranice Dilbilgisi Elkitabı. Sonradan bulunan ancak onun elinden çıktığı kesin olmayan iki kısa bilimsel inceleme de vardır: İhtimal Hesabı ve Gökkuşağı İncelemesi. Çeşitli muhataplarının cevapları dahil seksen dört mektupluk yazışma içerisinde kendine ait kırk sekiz mektubu da eserleri arasına ekleyebiliriz.

Spinoza kendimizi, tutkularımızı, heyecanlarımızı, arzularımızı, bünyemizi titizlikle gözlememize dayanan ve bizi hür kılacak tek yol olma niteliği taşıyan bir özgürleşme yolu önerir.

Spinoza’nın nasıl derinlik psikolojisinin öncüsü olduğunu görebiliyoruz böylece ama aynı zamanda (Hıristiyanlık dinine de başka herhangi bir dine de hiç meyli olmamasına rağmen) Mesih’in düşüncesine olan hayranlığını neden o kadar sık ifade ettiğini de daha iyi anlıyoruz: Hiç durmadan “Yargılamayın” diyen Mesih, çarmıhta can çekişirken kendisiyle, dalga geçen kalabalık için şu son derece güçlü sözü sarf etmişti:

“Rabbim, onları affet çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar…”

Şayet biliyor olsaydı kitle, adaletsizce mahkûm edilmiş bu masumla dalga geçmez, aksine serbest bırakılması için uğraşırdı. Buda ve Sokrates de cehaletin, tüm kötülüklerin nedeni olduğunu söylemişlerdi. Bilgi ise tam tersine; değişimin, hakkaniyetli davranışın ve özgürlüğün yolunu açar.

Spinoza’nın insan edimlerini neden yargılamadığını böylelikle anlıyoruz. Düzeltebilmek için anlamaya çalışır. Kötülüğü, en derinlerdeki nedenlerini hedef alarak yenmek; zamanını öfkelenmekle, ağlayıp sızlanmakla, nefret etmekle ve kınamakla geçirmekten çok daha faydalıdır ona göre. Bu sayılanlar çoğunlukla bizi bir şeyler yapmaktan alıkoyar. Bu, Spinoza felsefesinin okur okumaz kendime yakın bulduğum yanlarından biridir.

İnsanın kendinden verim alabilmesi için yukarıda belirtilen anlık heyecanları aşması gerekir. İşte, Spinoza’nın sadece ilham verici bir düşünür değil, aynı zamanda bir dost olmasının sebeplerinden biri bu.

Spinoza Mucizesi, Hayatımızı Aydınlatacak Bir Felsefe… Kitap iki bölümden oluşuyor:

I. Hem Politikada Hem Dinde Devrimci

  1. Felsefi Dönüşüm
  2. Yaralı Bir Aadam
  3. Özgür Bir Düşünür
  4. Eleştirel Bir Kitab-ı Mukaddes Okuması
  5. Spinoza ve Mesih
  6. Yahudiliğe İhanet Mi?
  7. Aydınlanmanın Öncüsü

“Toplum halinde örgütlenmenin amacı özgürlüktür…” Aydınlanmanın Öncüsü S53

Spinoza’nın Teolojik Politik İnceleme‘yi yazdığı ortamı hatırlayalım: Bir yandan güçlü Kalvinist cemaatin dini müdahaleciliği, diğer yandan da Birleşik Eyaletler’in askeri ve dış politikasını genç, hırslı III. Guillaume vasıtasıyla tek başına yönetme emelindeki Orange hanedanının varlığıyla son derece kırılgan hale gelmiş, aristokratik bir cumhuriyet. Spinoza liberal ve hoşgörülü bir siyasetten yana olan ve yedi eyaletin politikalarını koordine eden Genel Vali Witt’e yakındır ve ona, mümkün olabilecek en iyi devlet biçimi üzerine derinlemesine bir tefekkür yoluyla entelektüel destek vermeye çalışır. Bu tefekkürün açık hedefi de, en iyi yönetimin bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı gösteren yönetim olduğunu akılcı biçimde ispatlamaktır. Dinin politikaya bitmeyen müdahaleleri karşısında ise bizzat Kutsal Kitap’tan yola çıkarak başlaması, bambaşka iki mantığa riayet etmelerinden ötürü, ilahiyat ile felsefenin birbiriyle ihtilaf içinde bulunmayan iki ayrı alan olduğunu ve dinin felsefe yapma özgürlüğüne hiçbir şekilde karşı çıkmaması gerektiğini ispatlamaya çalışmak durumunda kalmıştır. Bu amaçla Kitab-ı Mukaddes’i yorumlamaya yönelik, eleştirel akla dayanan, faydası ilahiyat ve felsefe ya da din ve politika ilişkilerinin çok ötesine uzanan bir yöntem geliştirir. Merkezine politikayı alan bu söylemin hedefi, mümkün olan en iyi kamusal örgütlenmenin; herkese inanma, düşünme ve kendini ifade etme özgürlüğü tanıyan bir örgütlenme olduğunu ispatlamaktır. Başvurduğu savlama; politik örgütlenmeye dair, bu temelleri unutmuş her yurttaş için günümüzde de faydalı olacak aydınlatıcı bir felsefi izah niteliğindedir.

Her şeyden evvel insanoğlunun doğal durumuyla toplumsallık durumunu birbirinden ayırmak gerekir. Her birey kendi doğasından aldığı hakla, kendisine doğru görüneni yapar. Kendi kudretini artırmanın ve arzularını tatmin etmenin amaç olduğu doğa kanununa göre önce kendi çıkarına göre davranır ve başkalarının menfaatini düşünmez. Doğa durumunda ne iyilik ve kötülük vardır ne de adalet ve adaletsizlik; insanlar sadece sevdiklerini korumaya, nefret ettiklerini yok etmeye çalışırlar. İnsanlar kendilerinin en iyi kısmı olan aklın hükümranlığında yaşasalardı asla kimseye zararları dokunmazdı. Ancak daha ziyade tutkularının (haset, kıskançlık, tahakküm kurma ihtiyacı ve muhtelif heyecanların) hükmünde yaşadıkları için birbirlerini paralarlar. Bu yüzden, sadece birbirlerine zarar vermekten kaçınmanın da ötesinde, her türden tehlikenin kol gezdiği bir dünyada yardımlaşmak için de birbirleriyle anlaşma ihtiyacı hissederler. Güvenlik ve mümkün olabilecek en iyi biçimde yaşama arayışı insanları topluluk halinde yaşamaya ve bu yaşama dair kurallar belirlemeye sevk eder. Nitekim bu kuralların yokluğunda, tutkular sebebiyle, ortak yaşam kalıcı olmayacaktır.

Doğa halinden toplum haline bu geçiş bireylerin kendi güçlerini, toparlanarak oluşturdukları kolektif güce aktarmaları anlamına gelir. Böylelikle “herkesin, çevresindeki her şey üzerinde doğal bir şekilde sahip olduğu hak, müşterek hale gelmiştir. Haklar artık her bir bireyin gücü ve tamahına göre değil, herkesin ortak kudreti ve iradesine göre belirlenir.” Bu toplumsal “sözleşme” ile birbirlerine yardım sözü veren insanlar, kendilerine yapılmasını istemediklerini başkalarına yapmamaya karar verirler. Müşterek kurallara riayet ederek güvenli yaşamak adına, doğal haklarından kendi iradeleriyle yahut ceza korkusuyla feragat ederler. Demek ki bireysel gücün ve egemenliğin müşterek güç ve egemenliğe aktarılması, her türden toplumsal sözleşmenin temelini oluşturur.

Spinoza Politik İnceleme‘sinde, mümkün olan çeşitli politik rejimler üzerine düşünmeye başlamadan evvel ufak tefek farklılıklarla, sonradan modern politikanın büyük mercileri olacak yapıların ana hatlarını özetler: “Herhangi bir devletin statüsü ‘sivil’ [civilis] olarak adlandırılır; gövdenin bütününe ‘site’ [civitas] ve iktidara sahip olanın yönetimine bağlı olan devletin ortak meselelerine ‘kamusal şey’ [kamu işleri] [respublica] denir. Sivil hak [iure civili] uyarınca sitenin sağladığı tüm kolaylıklardan yararlanan insanlara yurttaş [civisi] diyoruz. Site tarafından oluşturulan kurallara, yani yasalara uymak zorunda olan yurttaşlar olarak bunlara uyruklar [subditos] diyoruz. Son olarak içinde üç tür sivil durum [status civilis] olduğunu söyledik: demokratik, aristokratik ve monarşik.”

İnsanlık tarihi monarşik rejimleri ön plana çıkartmış ve kendisinden önceki filozofların çoğu Platon’un izinde, en arzu edilir siyasi rejimi çeşitli aristokrasi türleri olarak tarif etmişken, Spinoza demokrasinin mümkün olabilecek en iyi rejim olduğunu ifade eder. Zira her politik rejim onu oluşturan bireylerin güvenliğini ve barışı hedeflese de sadece demokrasi, bunların yanı sıra bireylerin iki temel özlemine de cevap verir: eşitlik ve özgürlük.

“Onu diğer rejimlere tercih etmem, bunun sebebi onun en doğal ve bireylerin doğal özgürlüğüne saygı göstermeye en elverişli rejim olarak görünmesidir. Nitekim demokraside hiç kimse doğal hakkını (o andan itibaren danışmayacak olan) bir başka bireye devretmez. Onu, parçası olduğu toplumun bütününe devreder; böylelikle, bir zamanlar doğal halde olduğu gibi, bireylerin hepsi birbirine eşit olmayı sürdürür.”

Görünenin aksine bireylerin eşitlik ve özgürlük özlemlerinin sonsuza dek bastırılması imkansız olduğu için de en güçlü ve en kalıcı monarji değil demokrasidir.

Spinoza’nın siyasi eşitlik ve özgürlük lehine olan muhakemesinin bu aşamada hiçbir ahlaki tasavvura dayanmadığını netleştirelim. En liberal ve eşitlikçi rejimi “iyi” veya “adil” olduğu için değil, insan doğasını göz önünde bulundurunca en iyi işleyecek rejim olduğundan savunur.

Bu temel bir insan ihtiyacı olan inanma, düşünme ve söz söyleme özgürlüğü için daha da geçerlidir…

Spinoza politik modernliğin babasıdır. Voltaire ve Kant’tan bir yüzyıl ve hatta muhteşem Hoşgörü Üstüne Mektup‘unu 1689’da yayımlayan Locke‘tan birkaç onyıl evvel, dini ve siyasi mercilerin ayrılığının ilk teorisyeni ve liberal demokrasilerimizin ilk modern düşünürüdür. Ancak bizden daha da modern olduğunu düşündüğüm nokta, henüz ortada bile yokken demokrasilerimizin sınırlarını fark etmiş olmasıdır: Tutkularının kölesi olmaya devam etmelerinden ötürü, derin bağlılıktan ziyade ceza korkusuyla kanuna uyacak bireylerin akılcılıktan yoksunluğudur bu sınırları çizen. Oysa onun ifadesiyle “dışsal itaat” “içsel manevi faaliyetten” daha güçlüyse, demokrasilerimiz zayıflama tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Yurttaş eğitiminin hayati olduğunu hatırlatması bundandır. Bu eğitim genel bilgilerin öğrenilmesiyle sınırlı kalmamalı; birlikte yaşamayı, yurttaşlığı, kendini tanımayı ve akla başvuruyu kuvvetlendirmeyi de içermelidir. “İyice doldurulmuş” değil “0lgunlaşmış” kafalar üretmeyi hedefleyen bir eğitimi savunan Montaigne’in izinde, Spinoza, gerçekten de neyin kendileri için iyi olduğunu ayırt edebilme konusunda ne kadar başarılı olursa-buna “kendine fayda” der-, bireylerin sorumlu yurttaşlar olarak başkalarına da o kadar faydalı olacaklarını bilir. Tüm Spinoza düşüncesi bu “Bir birey kendisiyle barışıksa başkalarıyla da barışık olacaktır.” fikrine dayanır.

Bireyler kederli tutkularına (korku, öfke, hınç, haset vb.) ne denli hakim olur ve hayatlarını ne denli akla göre idame ettirirlerse demokrasilerimizde o kadar sağlam, canlı ve coşkulu olacaktır…

  • Hitler Versay Antlaşması’ndaki küçük düşürülmenin ardından, Alman halkının kızgınlığından ötürü son derece demokratik bir biçimde seçilmemiş miydi?
  • Donald Trump Beyaz Saray’a Amerikalıların büyük çoğunluğunun hissettiği öfke ve korkudan ötürü girmedi mi?

Gerçek devrimin bir iç devrim olduğunu ve dünyanın ancak önce kendini değiştirerek değişebileceğini hatırlayın!

II. Bilgelik Ustası

  1. Etika : Kusursuz Sevinç İçin Bir Kılavuz
  2. Spinoza’nn Tanrı’sı
  3. Kudret, Yetkinlik ve Sevinçte Büyümek
  4. Bizi Yöneten Hisleri Anlamak
  5. Arzuyu Büyütelim
  6. İyinin ve Kötünün Ötesinde
  7. Özgürlük, Ebediyet, Sevgi

“Ebedi olduğumuzu hisseder ve tecrübe ederiz…” Özgürlük, Ebediyet, Sevgi S111

Spinoza’da özgürlük meselesi açıkça görünür bir paradoks üzerinde temellenir: Kendisini ortadan kaldırırmış gibi görünen kozmik bir belirlenim mefhumuna yaslanan eserin her yerindedir özgürlük, Etika’nın hemen başında, Tanrı’yı yegâne töz olarak tanımladıktan sonra Spinoza onun “tüm şeylerin içkin nedeni” olduğunu ve “her şeyin Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olduğunu ” söyler. Doğa bu ilk nedenselliğin yayılımıdır ve dünyadaki her şey nedenlerle belirlenmiş olup kendi etkisini-sonucunu üretir. Bu neden-sonuç zinciri —ki Hindu ve Budist karma, yani evrensel nedensellik kanunu mefhumunu hatırlatır— insanların, nedenlerini çoğunlukla bilmediğimiz eylemleri de dahil olmak üzere her şey için geçerlidir. Ancak bu belirlenimin hiçbir şekilde dini olmadığını hatırlatalım: Bir alınyazısının ya da kaderin ifadesi değildir. Dualarımızla etkileyebileceğimiz bir Tanrı iradesi yoktur kaynağında. Basitçe bir ilk nedenselliğin, neredeyse mekanik biçimde kozmosun tamamına yayılmasıdır. Bu devasa neden-sonuç zinciri içine atılmış buluruz kendimizi ve tümüyle onun tarafından koşullanırken bir yandan da kendi edimlerimizle birtakım sonuçlara da yol açtığımızda bu zincire bizzat katılırız. Böyle bir evrensel belirlenmişlik içerisinde bireysel özgürlük olanağı nasıl doğabilir?

Özgürlüğün ne olabileceğini açıklamadan önce, Spinoza işe ne olmadığını ortaya koymakla başlar: hür irade. Descartes Hıristiyanlık ilahiyatçılarını takip ederek insanoğlunun hür iradeye yani duygular, dolayısıyla da arzular tarafından belirlenmemiş tercihlerde bulunmasını sağlayacak bir iradi belirsizliğe sahip tek varlık olduğunu söyler. Daha önce gördüğümüz gibi “insanın krallık içinde bir krallık” olmadığını; her şey ve her canlı varlıkla aynı nedensellik kanununa —hem bedeni hem de ruhuyla— tabi olduğunu belirtir. Hür irade bir yanılsamadan İbarettir: “İnsanlar özgür olduklarını sanırlar çünkü istemlerinin ve iştahlarının bilincindedirler; kendilerini, arzulamaya ve istemeye yatkın kılan nedenler üzerine rüyalarında bile düşünmezler çünkü onlardan bihaberdirler.” O halde kendimizi özgür tasavvur etmemiz, eylemlerimizin gerekçelerinin hiçbir şekilde bilincinde olmayışımızdandır. Kendimizi dikkatle gözlemlemeye başlar başlamaz, özgürce yönlendiğini düşündüğümüz tercih ve arzularımızı aslında envaiçeşit nedenin belirlediğinin bilincine varırız. Derinlik psikolojisinin söylediği de bundan başka bir şey değildir: Arzularımız ve edimlerimiz, bilincimizden kaçan nedenlerden kaynaklanır. Peki o zaman sadece farkında olmadığımız nedenlerden ötürü eylemeye mi mahkûmuz? Spinoza’nın buna cevabı “Hayır”dır; özgürlük vardır ama onu derinlemesine yeniden tanımlamak gerekir.

Bunu iki safhada yapar. Öncelikle şunu ortaya koyar: “Salt kendi doğasının zorunluluğuyla var olan ve eylemi tek başına kendisince belirlenen şey özgürdür.” Bu açıdan tek yani tamamıyla özerk, hiçbir nedenin baskısı altında olmayan “tek özgür neden Tanrı’dır”. İkinci olarak, insanın da; kendisi dışındaki nedenlerin etkisi yerine kendi doğasına, kendi “tikel özüne” göre eylediği ölçüde özgür olacağını belirtir. Başka bir deyişle ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.

Bunu mümkün kılan, aklı işletmektir:

“Bir insanı aklın kılavuzluğunda yaşadığı ölçüde özgür olarak adlandırıyorum çünkü bu ölçüde; insan sadece doğası yoluyla tam uygun olarak bilinebilen nedenler tarafından eylemde bulunmaya belirlenmiştir, gene bu nedenler onu zorunlu olarak eylemde bulunmaya belirler.”

Spinoza’nın söylediği son derece nettir: Özgürüz çünkü akıl sayesinde, dış sebeplerin etkisi altında değil kendi has doğamızdan yola çıkarak hareket ederiz. Öte yandan rasgele davranmadığımız, nasıl davranacağımızın kendi doğamızın belirlenimine bağlı olduğu da doğrudur. Başka bir deyişle özgür olmak tam manasıyla kendi olmak, kendi olmak da kendi doğasının belirlenimlerine cevap vermektir. Bir insan her zaman, tanrısal sıfatlar olan düşünce ve uzamın kiplerinden biri olan kendi özü tarafından belirlenecektir. Hiçbir zaman derin ve tanrısal doğamızdan başka türlü olmakta özgür değiliz, dolayısıyla kendi doğamıza göre mümkün olanın dışında hiçbir şey yapamayız. Örneğin mizacen faal bir birey ömrü boyunca öyle kalacaktır ama daha iyi ya da kötü, yani derin doğasına daha az yada daha çok uygun davranışlarda bulunabilir ki onu az ya da çok özgür kılacak olan bunlardır. Aynı şekilde, bir engele toslayan biri, duygularıyla mı yoksa aklıyla mı harekete geçeceğine göre çok farklı şekillerde davranabilir. Üzüntü, korku veya öfke hislerine hâkim olmayı başarırsa, bunu yapamadığı duruma göre daha özgür olacaktır.

Velhasıl Spinoza özgürlüğü bir yandan zorunluluğun kavranması, diğer yandan kendini tutkulardan kurtarma olarak tanımlar. Cahil kişi tutkularının tutsağı ve sebeplerini bilmediği duygularının boyunduruğunda olduğu için en nihayetinde mutsuz olacak; bilge kişi ise aklın hâkimiyetinde hareket edecek, böylece cehaletin ve tutkularının tutsaklığından kurtulduğu için mutlu olacaktır. Özgürlük baskının zıddıdır ama zorunluluğun zıddı değildir. Dış nedenlerin baskısı üzerimizde ne kadar azsa ve bizi belirleyen doğa kanunlarının zorunluluğunu ne kadar anlarsak o kadar özgür oluruz. Ayrıca esaretten kurtulmak hem eyleme gücümüzü hem de sevincimizi artırır ve en sonunda, göreceğimiz üzere bizi ebedi saadetin sonsuz sevincine götürür. Zorunluluğa dair akıl, özgürleşmedir: Spinoza’nın özgürlüğe getirdiği yeni tanımı bu şekilde kavrayabiliriz. Kendi adıma, bu anlayışın Hinduizm ve Budizmle ne denli örtüştüğünü bir kez daha, şaşırarak gördüm; nitekim onlar da aynı kozmik belirlenimciliği ve kusursuz sevince, özgürleşmeyi sağlayan gerçek bilgi vasıtasıyla erişmeye dair aynı imkânı kabul eder (moksha veya nirvana).

Bilgi bizi özgür kılsa da akılcı bilgi, Spinoza’nın ebedi saadet adını verdiği üstün mutluluğa erişmek için yetersizdir. Bunun için üçüncü bir bilgi türü daha lazımdır: sezgisel bilgi. Kanaat ile muhayyilenin ilk bilgi türü olduğunu ama bizi esarete götürdüğünü gördük. İkinci tür bilginin temelinde, kendimizi tanımamızı ve duygularımıza söz geçirmemizi sağlayan akıl vardır. Ancak ve ancak ikincinin uzantısı olarak var olabilecek olan üçüncü tür bilgi; sonlu bir şey ile sonsuz bir şey arasındaki, yani bedenimizin ve ruhumuzun kip olmaları ile tanrısal sıfatların ebedi varoluşu arasındaki ilişkiyi kavramamızı sağlayan sezgidir. Aklın kontrolündeki iç dünyamızla Varlık’ın bütünü arasındaki örtüşmeyi, kendi mahrem kozmosumuzla tüm kozmos arasındaki kusursuz uyumu bu sezgi sayesinde fark ederiz. Bizi bütün evrenle uyumlu hale getirmesinden ötürü bu sezgisel kavrayış bize en büyük mutluluğu, en kusursuz sevinci getirir:

“Bu bilgi türüne ne kadar sahipsek kendimizin ve Tanrı’nın o kadar bilincinde, başka bir deyişle o kadar kusursuz ve mutlu oluruz.”

Spinoza tereddütsüz biçimde, sezgisel bilmenin her şeyi yepyeni şekilde ele almamızı sağladığını ve bizi en büyük ruhsal doyumlara eriştirdiğini söyler. Robert Misrahi bu noktada, ebedi saadete erişmemizi sağlayan bir “ikinci doğuş” tan bahseder. Ancak, bizzat Spinoza’nın kullandığı dini çağrışımlı söz dağarcığına temkinli yaklaşmak gerekir. Nitekim yine Misrahi bu nihai tecrübenin mistik türdeki bir yorumuna karşı şöyle ikazda bulunur:

“Spinoza’nın ebedi saadeti mistik bir şey değildir: Sonlu bir varlıkla sonsuz Varlık’ın birleşmesi sonucu ortaya çıkamaz; akılcı ve sezgisel bir sürecin sonucudur ve meydana gelen şey bilgi, yani bilgeliktir…”

Her ne kadar Spinoza’nın kullandığı dil bazen Hıristiyan mistiklerininkine çok yakın olsa da, söz konusu tecrübelerin temellerinin farklı olduğunu unutmamak gerekir: Bir yanda inançla ve kalple aşkın bir Tanrı’yla birleşme, diğer yanda akıl ve sezgiyle içkin bir Tanrı’yla birleşme vardır. Spinozacılığın nihai evresi içkin bir mistiklik olarak, hatta daha iyisi, —dini türden bir tecrübeyle karıştırılmasını önlemek adına— pek çok açıdan Plotinos’unkine yahut Hindistan’dakine çok yakın bir bilgelik olarak tanımlanabilir.

Kusursuzlaşmada ve hazda ne kadar yükselirsek “Tanrısal doğadan o kadar pay alırız” ve Tanrı’yı, onun kendisini ve insanları sevdiği gibi severiz: “Kendisini ve duygularını açık seçik biçimde anlayan kişi Tanrı’yı sever; kendisini ve duygularını ne kadar iyi anlıyorsa o kadar çok sever.”

O halde Spinoza etiği akılcı bir Tanrı bilgisiyle başlar ve bir yandan kendini tanımakla diğer yandan içimizdeki kozmosla dışımızdaki kozmosun tamamı arasındaki ilişkinin sezgisiyle açığa çıkan bir Tanrı sevgisiyle biter. Kendimizi ne kadar tanır, duygularımızı ne kadar düzene sokarsak gücümüz ve sevincimiz o ölçüde artar ve ayrıca tanrısal doğadan o ölçüde pay alır, Tanrı aşkını o ölçüde tecrübe ederiz.

Demek ki ebedi saadet yahut kusursuz sevinç; sevgide tamama eren hem akılcı hem de sezgisel bir bilginin ürünüdür. Tutku anlamındaki sevgi değildir bahsedilen ve bu noktada Spinoza “Tanrı kimseyi sevmez, kimseden nefret etmez” der. Zihnin ürünü olan, evrensel bir sevgidir bu: “Zihnin Tanrı’ya duyduğu akli sevgi, Tanrı’nın, kendisine duyduğu Tanrı sevgisinin ta kendisidir.” Tanrısal doğaya ne kadar katılırsak bu akli Tanrı sevgisi de o kadar yeşerir. O andan itibaren Tanrı sevgimiz, Tanrı’nın insanlara sevgisi ve Tanrı’nın kendisine sevgisi arasında hiçbir ayrım kalmaz: “O halde Tanrı kendisini sevdiği için insanları da sever ve dolayısıyla Tanrı’nın insanlara sevgisi ile zihnin Tanrı’ya karşı akli sevgisi bir ve aynı şeydir (…) Bu, selametimizin, başka deyişle “ebedi saadetin” veya “özgürlüğün” nerede olduğunu net olarak anlamamızı sağlar: Daimi ve ebedi Tanrı sevgisinde, başka bir deyişle Tanrı’nın insanlara duyduğu sevgidir.

Spinoza sevgi odaklı bu hikmetin merkezine yeni bir mefhum sokar: ebediyet. “Akli Tanrı sevgisi üçüncü bilgi türünden doğar ve ebedidir.” Tanrı sevgisi zamanın ötesindedir ve bundan ötürü ebedidir. Tanrısal doğadan ve sevgiden pay alarak “ebedi olduğumuzu hisseder ve tecrübe ederiz”. Ölümsüzlük (hiç bitmeyen bir zamanda uzayıp giden bir varoluş) ile ebediyeti birbirine karıştırmayalım: Ebediyet zamanın dışında, ne başı ne sonu olan bir andır. Ebedi olduğumuzu tecrübe etmek, zamansallığın ötesinde var olabildiğimizin tasvir edilemez tecrübesini anda yaşamaktır. Bruno Giuliani bunu çok güzel ifade eder:

“Ruhun kendini ebedi olarak algılamasının anlamı; kendini bizzat özünde, zamanın ve uzamın dışında varmış gibi algılamasıdır. Bu, ömrünün bitmeyeceği anlamına gelmez. Bilakis ömrü sınırlı demektir: Ruh basitçe; Tanrı’nın ebediliğiyle aynı zorunlulukla, zamansız biçimde var olduğunu duymak anlamında kendisinin de ebedi olduğunu hisseder…”

Spinoza Mucizesi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Spinoza’nın amacı “üstün ve daimi bir sevincin hazzını kendisine sonsuza dek verecek ”gerçek iyiyi” bulmaktır. Hayatının kalan yirmi yılında devrimci bir eser inşa edecek, filolojinin, sosyolojinin ve etolojinin yanı sıra derinlik psikolojisinin de fikir babalarından biri olmayı başaracaktır. Ama hepsinden önemlisi, arzuyu ve hazzı merkeze alan, Tanrı, ahlak ve mutluluk tasavvurumuzu sarsacak bir felsefenin mucidi olacaktır.

Frédéric Lenoir şöyle der: “Spinoza pek çok açıdan zamanının çok ilerisindeydi, ama sadece bu da değil: Bizim zamanımızın da ilerisindedir. Spinoza ‘mucizesi’ derken kastettiğim budur.”

Frédéric Lenoir 

Frédéric Lenoir, 1962 doğumlu Fransız filozof, sosyolog ve yazar; modern çağın en çok okunan düşünürlerinden biridir. Hem akademik çalışmaları hem de popüler kitaplarıyla felsefeyi geniş kitlelere ulaştırmayı başarmıştır.

Erken Yaşam ve Eğitim

  • Doğum: 3 Haziran 1962, Antananarivo (Madagaskar)
  • Çocukluk yıllarını Fransa’da geçirdi. Ergenlik döneminde Hermann Hesse ve Dostoyevski gibi yazarlarla tanışarak varoluşsal sorulara ilgi duymaya başladı.
  • Felsefeye yönelmesi Platon’un Sempozyum eserini okumasıyla oldu.
  • İsviçre’de Fribourg Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Daha sonra Paris’te Sosyal Bilimler Yüksek Okulu’nda Budizm ve Batı üzerine doktora yaptı.

Akademik ve Edebi Kariyer

  • Carl Gustav Jung’un psikolojik çalışmaları, Lenoir’in düşünsel yolculuğunda derin izler bıraktı.
  • Doğu spiritüelliği, Tibet Budizmi ve Kabala üzerine yoğunlaştı.
  • İlk romanları “Meleğin Vaadi” (2004) ve “Ayın Kehaneti” (2006), 20 ülkede bir milyondan fazla sattı.
  • Felsefi denemeleri arasında “Mutluluk Üzerine”, “Tanrı Üzerine”, “Spinoza Mucizesi” ve “Dünyanın Ruhu” öne çıkar.

Ödüller ve Başarılar

  • 2004’te Prix Maison de la Presse ödülünü kazandı.
  • Kitapları birçok dile çevrildi ve uluslararası alanda geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı.

Medya ve Popüler Etkisi

  • Fransa’da radyo ve televizyon programlarında felsefe ve mutluluk üzerine konuşmalar yaptı.
  • Amacı, felsefeyi akademik çevrelerin dışına çıkararak günlük yaşamın bir parçası haline getirmekti.

Düşünce Dünyası

  • Lenoir’in eserlerinde mutluluk, maneviyat, dinler tarihi ve etik ana temalardır.
  • Spinoza, Marcus Aurelius ve Jung gibi düşünürlerden ilham alarak modern insanın ruhsal yolculuğunu yorumladı.

Frédéric Lenoir hem akademik hem de popüler düzeyde felsefeyi erişilebilir kılan bir düşünürdür. Onun biyografisi, felsefenin yalnızca teorik bir alan değil, aynı zamanda yaşamı anlamlandırma sanatı olduğunu gösterir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin