“Etrafımızdaki dünya ruhani şeylerle dolu” diyor Nietzsche. “Yaşamımızın her anı bize bir şey söylemeye çalışıyor, oysa bu tin sesini dinlemek hiç umurumuzda değil. Yalnızken sessizce durduğumuzda kulağımıza bir şeyin fısıldanacağından korkuyoruz, bu yüzden de sessizlikten nefret ediyor ve kendimizi sosyallikle uyuşturuyoruz…”

— Carl Jung

Merhaba,

Kaosu bol yeryüzünde her geçen gün yeni bir sürece maruz kalıyoruz. Bu değişim rüzgarlarında yönümüzü bulmak her zamankinden daha fazla içsel netlik gerektiriyor.

Peki, tüm bu güçlüklerin üzerinden gelebilmek için neler yapmalıyız? Hangi yollar bizi kendimize, dengeye ve dayanıklılığa götürür?

Sizler kafanızın içinde soruların bir süre dönmesine izin verirken en yakın takipçilerimden dünyanın bir ucundaki sevgili dostuma—(kendini iyi bilir)—bir selam gönderiyorum. Blogda bir süredir sessiz olsam da gelen mesajlara yanıt veriyor, okuma listemdeki kitaplara zaman ayırıyor, referans bilgileri inceliyor, yeni siparişlerle ruhumu beslemeye devam ediyorum.

Dengede kalmak için doğamızın diğer boyutlarına da sessizce uğruyorum: denizle konuşuyor, toprağın nabzını dinliyor, yaprakların fısıltısında kendime dönüyorum.

Masamda duran kitaplara bakınca gülümsüyorum; okunmayı bekleyenler, çoktan başlamış ama hâlâ derinleşmemiş hikâyeler, satır aralarında ruh taşıyan kelimeler…

Senin de kitapların arasında bir rüya gibi bekleyen var mı?

Her zaman olduğu gibi, minik ama büyük anlamlar taşıyan cümlelerinle bana dokunduğun için teşekkür ederim.

İç dünyamızın kıyılarında gezindikten sonra, şimdi Jung’un fikir denizine açılma vakti… Psikoloji ve Felsefe adlı ders kitabı, bireyin hem zihinsel hem de ruhsal evrenini anlamlandırma çabasının bir ürünü olarak karşımızda duruyor. Her bir dersi, yaşama dair sorulara felsefi derinlik katarken; aynı zamanda psikolojiyle şekillenmiş bir içsel harita sunuyor. Jung’un kaleminden dökülen fikirler, sadece bir akademik söylem değil, ruhun konuştuğu metafizik bir anlatıdır…

1. Ders: “Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri” (Kasım 1896)

Jung bu ilk dersine birçok bilim insanında görülen uyuşukluğa, ahmaklığa ve kalıplaşmış tutuma hararetli bir saldırıyla başlayıp çağdaş materyalist toplumu mayası bozuk bir dev şeklinde teşhir eder. Kendisinin eleştirdiği fizik görüşleri doğal olarak bugün zaman aşımına uğramışsa da onun tam anlamıyla zayıf noktalara nasıl saldırdığını görmek büyüleyicidir.

Jung ilkin eter kavramının, Albert Einstein görelilik kuramı sayesinde gereksiz bir hipotez olduğunu gösterene dek o zamanlar genel olarak inanılan bu kavramın anlamsızlığını gösterir. Jung’un ortaya attığı ikinci sorun, kendisinin hatalı olarak bazı “metafizik” nitelikler atfettiği kütle çekiminin açıklanmasıdır. O günden bugüne bilim elbette keşiflerinde ilerlemiştir, fakat aşırı zayıflığı nedeniyle kütle çekiminin henüz birleşik alan kuramına dâhil edilemeyen bir kuvvet olduğuna, ayrıca psikokinezide görelileştirilmesinin hâlâ tartışma konusu olduğuna değinilebilir. Dolayısıyla Jung’un sezgisi çağının kabaca materyalist olan fizik kuramlarının bazı zayıf noktalarına yönelmişti doğrudan, ayrıca bugünün bilgisinin ışığından bakıldığında kendi tezi zaman aşımına uğramışsa da modern fizik onun temas ettiği muammayı henüz tam anlamıyla çözememiştir.

Jung’un sonraki saldırısı yaşamın inorganik, yani “cansız” maddeden oluştuğunu dillendiren mekanik oluşum anlayışına yönelir. Onun duygudaşlık hissettiği dirimselci bakış açısı ilerleyen yıllarda savaşı kaybedecektir, ancak bugün bir dönüm noktasına; bilim insanlarının yaşamın başlangıcında nedenden yoksun yaratıcı süreçlerin (tinsel bir failin “özörgütlenmesi” veya eşzamanlılık) bulunma ihtimalini yeniden dikkate aldıkları bir noktaya yaklaşıyoruz. R. Ruyer’nin La Gnose de Princeton’daki değinilerine inanabilirsek, “zihnin madde üzerindeki hakimiyeti”ne Jung’un bile fazlasıyla tek yanlı olarak spiritüalist bulacağı tarzda inanan önde gelen fizikçiler bile söz konusudur, özellikle Birleşik Devletlerde.

Bilimde materyalizmin yeni yeni yükselmeye başladığı bir dönemde Jung’un bu yaklaşımın zayıf noktalarını nasıl görebildiği meselesi dikkat çekicidir. Peki, onun aklında farklı bir seçenek var mıydı? Kütle çekimi ve yaşamın kökeni gizemlerinin postulat olarak koyduğu iki “metafizik ilke” hakkındaki derslerinin sonunda, sadece burada “gerçekte kapalı birer kutu” dediği iki fenomenden bahseder Jung. Bununla kastı, gayrimaddi bir fenomenin maddi olarak tezahür edebilme imkânıdır fakat bu noktayı daha fazla açıklamaz. İlk ders burada, materyalizmin “entelektüel bir ölüm” olarak eleştirilmesiyle aniden kesiliverir ve Jung ikinci dersinde gerçekten söylemek istediği şeye kapı aralamakla yetinir. Dolayısıyla ilk ders, Jung’un aklından geçenleri göstermesi için zemin hazırlayan, bilinçli bir hazırlık şeklinde anlaşılmalıdır; kendisinin de bildiği üzere, aklından geçenler dinleyenleri fazlasıyla sarsacaktır.

2. Ders: “Psikoloji Hakkında Bazı Düşünceler”

Ders, ahlakiliğin bilimde Özsel olduğunu, olmazsa Tanrı ve “öte dünya” kavramlarına yönelik tüm felsefi soruşturmaların değersiz olacağını vurgulayan bir Kant alıntısıyla açılır. Ardından metin, bedenlerin  ötesinde “tinler”in veya “gayri maddi doğa”ların varlığına, bir de ruhlarımızın bu dünyadaki yaşamlarımızda zaten bağlantılı olduğu “başka bir dünya”nın varlığına vurgu yapan David Strauss, Schopenhauer ve Kant alıntılarıyla ilerler. Devamında Jung bu sorulara, çağdaş dirimselci fizyologlardan bazılarının da postulat olarak koyduğu fizyolojik olmayan bir “entelektüel varlık”ın veya “yaşam kuvveti”nin varlığı fikrini ekler. Bu yaşam ilkesi, yani ruh, der Jung, “bilincimizin ötesine uzanır;” Jung’un bilinçli olmayan bir psişe fikrini dolaylı olarak andığı ilk yerdir burası. Söz konusu ruh zekâ sahibidir (eylemlerinde bir amaç taşır) ve uzam-zamandan bağımsızdır. Psişenin bu üç boyutu Jung’un yaşamı boyunca aklında tutacağı mefhumlardır. Sonra Jung bu görüşü geçerli kılmak adına maddileşme fenomeni, telekinezi, “öteki-ben/çiftelik,” telepati, duru görü, kehanet rüyaları vs. hakkında zengin bir spiritüalist belgeleme işlemi sunar. Sonraları Jung psikolojisinin temel kavramı olacak “psişenin gerçekliği”nin o sıralar nasıl anlaşıldığını görebiliyor ve bu kavramı Jung’un “Okült Denen Fenomenlerin Psikolojisi ve Patolojisi Üzerine” adlı doktora tezinin zemininde de bulabiliyoruz.

Dersin sonunda başladığı noktaya döner Jung; “ahlakiliğimizi zehirleyen ve eğitimli sınıfların ahlaki dengesizliğine sebep olan” materyalizme bir karşı kuvvet olarak ahlakiliği bilime geri getirmek. Jung “hayvanlara zalimce işkencelerin yapıldığı ve insani inceliği gülünç duruma düşüren” deneyleri anar özellikle; “. . . etik olmayan araçlarla elde edilmiş hiçbir hakikatin ahlaken var olma hakkı yoktur.” Bu anlayışın günümüzde galip gelemediğini vurgulamak isterim. O günlerden beri bilimdeki gayriahlakilik olsa olsa arttı. Günümüzde nükleer santrallere ve hayvanların deney için canlı canlı kesilip biçilmesine yönelik geniş çaplı karşıtlık hâlâ “akıl dışı” ve “bilimsellik dışı” diye küçümseniyor, sanki ahlaki veya duyarlı bir tepkinin var olma hakkı yokmuş gibi.

Jung’un dersinde daha sonra din temsilcilerine ve bunların etkisizliğine yönelik bir saldırı gelir, zira bu kişiler Jung’a göre dinin tam da özü olan noktayı; yani gizemin ve “duyu dışı âlem”in gerçekliğini inkâr ederler. Burada karşımıza yine Jung’un asla pes etmeyeceği ve dolayısıyla kuşaklar için sorun olacak bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz. Modern teologlardan çoğu dini “savunmak” adına ondaki akıl dışı boyutu gözden düşürmeye ve en dolambaçlı akıl yürütmeleri deniyorlar hala, oysa aslında dinin mahvına yardım ediyorlar.

3. Ders: “açılış töreni konuşmaları

Derste daha çok Jung’un olumlu eleştirileri ve o dönemdeki postulatları görünür. Bunların çoğu, tıpkı o gün olduğu gibi bugün de doğudur.

Topyekûn güç istencinden, dışarda eylemeye yönelik tüm ayartılardan kesinkes el çekilmişti ve böylece Jung yegâne görevine, üçüncü dersin sonunda bizzat şöyle tarif ettiği görevine döndü: Zofingia “siyasal canlılar değil insan; gülen ve ağlayan… diğer insan tekleri arasında yaşadıklarını ve toptan insan olmaya hüküm giydiklerinden birbirlerine müsamaha göstermeleri gerektiğini bilen insan tekleri şekillendir[meliydi.]” Hâlâ bu hedeften ne kadar uzağız!

Jung’u veliahdı ve psikanaliz hareketinin önderi yapmak istediğinde Freud’un hissettiği şey muhtemelen Jung’un psişesindeki Siegfried imgesiydi; yine sonradan Jung’u Uluslararası Genel Tıbbi Psikoterapi Topluluğunu kurtarmak için harekete geçiren de bu imgeydi, ki bu çabalar başına dertten başka bir şey getirmeyecektir. Jung Siegfried’ı gözden çıkarırken Yi Çing’in 1. heksagramında büyük insan hakkında söylenen şu sözlerle uyum içindeydi: “Derinlikler üzerinde titrek salınış. Ayıplama yok!” Yorum da şöyledir:

“Bir geçiş yerine varılmıştır, özgür seçim buraya dâhil olabilir. Çift katmanlı bir imkân sunulur büyük insana; katı yüksek uçup dünyada önemli bir rol oynayabilir ya da inzivaya çekilip kendini geliştirebilir. Kahramanın yolundan da gidebilir uzlet arayan bilgenin yolundan da.” Jung ikinci yolu seçip dış gerçekliğe ilişkin idealist gençlik postulatlarından vazgeçer.

4. Ders: “Spekülatif Soruşturmanın Değeri ve Doğa Üzerine Düşünceler”

Dersteki bazı noktalar belki bugün yorum gerektirebilir. Jung, bilimin anlamına ve amaçlarına, dışsal başarının anlamsızlığına yönelik tartışmanın ardından, insanı mutluluğa ulaştıracak gibi duran iki hedefi belirler. Hedeflerin ilki Kant’ın kategorik buyruğunun ifa edilmesidir, bu da kişinin en derinindeki etik vicdanı takip etmesi anlamına gelecektir; ikincisiyse, Jung’un o zamanlar (Eduard von Hartmann’ı izleyerek) “nedensel içgüdü” dediği ve “nedensel içgüdünün doyurulması”nı kastettiği durumdur. “Nedensel” ve “nedensellik” kelimeleri bugün farklı bir anlam yüklenmiştir. Jung’un derste “nedensel içgüdü” dediği şey aslına bakılırsa dış ve iç gerçekliğin anlaşılmasına yönelik bireysel bir itki; sonraları, kendisinin de Anılar’da kendi mizacındaki en güçlü öğe olduğunu itiraf edeceği, doğuştan gelen bir tutkudur. Jung buna yeryüzüne gelişinin olası nedeni bile diyecektir. “Bu doymak bilmez anlama dürtüsü sanki, var olanı ve olup biteni bilmek, ayrıca bilinemezin zayıf ipuçlarından mitsel tasavvurları toparlamak için bilinci yaratmıştır.” Sonraki günlerde Jung bu itkiye “nedensel içgüdü” değil anlamın keşfi dürtüsü diyecektir. Fakat Jung’un dersin sonunda bu nedensel içgüdüye, kaçınılmazcasına dine götüren hakikat ve haller arayışı demesi bu fikrin aklının bir kenarında zaten durduğunu gösteriyor. Şimdilik Jung bu bilgi arayışını, dışsal olana dayanarak içsel dünya hakkında çıkarımlarda bulunma veya sadece içsel dünyayı olumlayarak dışsal gerçekliği yadsıma şeklinde değil, aksine gerçek deneyime dayanarak “bilinmeyen hakkında; yeter neden ilkesiyle uyum içinde, çıkarımlarda bulunma” şeklinde tanımlamaya devam eder. Bu da, harfi harfine, Jung’un bilimsel amentüsüdür; ömrü boyunca sadık kalacağı ve onun üzerinden kendisine ampirik bilim insanı diyeceği amentü.

Sonraki pasajda Jung bu bilme dürtüsü hakkında niçin (nedensel) içgüdü terimini kullandığını açıklar; onu, “bizce bilinmeyen ve bir amaca yönelik bir ideanın” tahrik ettiği amaçlılığından dolayı kullanmıştır. Nedensel içgüdü “hararetli bir hakikat arzusu,” Faustvari bir özlemdir. Şu halde her felsefe nihayetinde din halini alır.

Bilinemezliğin Sınırında: Ding an sich’ten Unus Mundus’a

Bilimsel sorgulamalarımızı yönelttiğimiz en yüksek nedenler oldum olası, Kant’ın Ding an sich [bizzat şey] dediği, bilinmeyen veya aşkınsal postulatlardır. Gelgelelim Jung burada gayet bilinçli olarak Kant’ın Ding an sichini tümüyle yeni bir açıdan tasvir eder. Ona göre Ding an sich “görülemez ve kavranamaz bir dünyaya; ayrıca maddi doğanın hesaplanamaz da, ölçülemez de sürmesine ve künhüne varılamaza uzaması”na aittir. Kant zihnimizin, uzam, zaman, nicelik gibi doğuştan gelen, belirli a priori kategorilerle sınırlı olduğunu ve dolayısıyla hiçbir Ding an sichi, hiçbir mutlak nesneyi kavrayamayacağımızı göstermişti. Jung bu görüşü kabul eder ve böylece ona göre Ding an sichi ister dışsal maddi ister içsel psişik nesne olsun, bilinemez halini alır. Kant’ın Ding an sichi bu sayede, tabii Jung’a göre, sonraları kendisinin kolektif bilinçdışının zemini veya geç dönem eseri Mysterium Coniunctionis’te unus mumdus diyeceği mefhumun benzerine dönüşür. Bu şey ne maddidir ne içsel psişiktir, aksine kesinkes bilinemez bir şey olarak bilincimizi aşar. Bizzat Tanrı ve dışsal evrenin temeli böylesi bilinemez olgulardandır.

Simya ve Karşıtların Birliği

Derslerin fizikle uğraşan son bölümü ayrıntıları bakımından günün şartlarını karşılayamıyor. Görünüşe göre Jung’un buradaki hedefi edilgen, atıl veya ölü karşında etkin, canlı veya yaratıcı olacak şekilde gerçekliğin çifte veçhesidir; Yang ilkesini tek yanlı olumlu bir veçhe olarak gören Çin kültüründeki Yang-Yin felsefesinde, Jung’un o zamanlar haberdar olmadığı bu felsefede yer alan karşıtlığı hatırlatan bir karşıtlıktır bu. Jung’un sonraları Siegfried düş imgesinde bertaraf edeceği nokta yaşama dair salt eril olan bir bakış açısındaki bu tek yanlılıktır. Ancak bundan sonradır ki Jung kendini dişil ilkeye açabilmiş ve böylece, simyayı keşfi ve simya çalışmaları sayesinde, karşıtlar arasındaki trajik ve bitmez tükenmez çekişme şeklindeki pesimist dünya görüşüne bağlı kalmak yerine bir coniunctio oppositorum [karşıtların birliği] kavramına varabilmiştir. Bu derste görebileceğimiz üzere, Jung’un o dönemler tutunduğu pesimist yaşam görüşünü tahrik eden ve muhtemelen onu bir hekim olmaya sevk eden saik insanlığın ıstırabı için hissettiği derin acımaydı.

Jung’un bu derste ortaya attığı ve onda derin kedere yol açan söz konusu erken dönem sorularına bakarak, simyayla karşılaşmasının sonradan onun için ne kadar güçlü bir deneyim anlamına geleceğini de fark edebiliriz; zira, kendisinin gösterdiği gibi, simya evrendeki ve insandaki karşıtlıkları uzlaştırıp birlemeyi deneyen, bilim öncesine ait bir dip akıntısıdır ki Hıristiyan bakış açısı bunu darmadağın etmiştir. O halde, Schopenhauer’in kör istenci ve Hartmann’ın “varoluşun aşkınsal zemini” anlayışındaki bilinçdışılıkla Jung’un şu kanaati arasında doğrudan bir hat vardır: Varoluşun Zemini veya Tanrı bilinçsizdir ve bilinçli ‘hale gelmek için insana ihtiyaç duyar (krş. Antwort auf Hiob [Eyüb ie Cevap] ve Anılar, Düşler, Düşünceler ‘da “Son Dönem Düşünceleri” adlı bölüm S.378)

Kötülükle Yüzleşmek: Din, Mitoloji ve Ruhsal Bütünlük

Kötülüğün yalnızca dışsal bir tehdit değil, bilinçdışıyla iç içe geçmiş ruhsal bir gerçeklik olduğunu fark ettiğimizde, onunla yüzleşmek kaçınılmaz hâle gelir. Jung’un dinsel mitler, düşmüş melekler ve insan ruhundaki bölünmeler üzerine yaptığı yorumlar; yirminci yüzyılın karanlık yüzüne tutulmuş bir bilinç aynası gibidir.

Aşağıda yer alan satırlar, Jung’un bu derin yüzleşmeleri nasıl ele aldığını açıkça ortaya koyar.

“Hıristiyanlıkta şaşılası olan, dogmatik yapısı içinde, tanrısallık kavramında, yani “öteki taraf’la ilintili, tarihsel bir değişikliğin oluştuğunu varsayması. Bunu da, gökyüzünde anlaşmazlık olduğunu varsayan daha yeni mitle yapıyor. Bu noktaya ilk kez yaratılış mitinde değinilir. Yaratıcı’ya karşı çıkan yılan biçimine girmiş biri ortaya çıkar ve daha bilinçli bilgiye (scientes bonum et malum) sahip olacağına söz vererek insanı karşı çıkması için kandırır. İkinci olarak da, insanın dünyasını zamansız istila eden bilinçdışı içerikli bir öğe olan “Meleklerin Düşüşü’ne değinilir.  Melekler garip bir türdür. Neyseler odurlar; başka bir şeye dönüşemezler. Efendilerinin düşüncelerini ve sezgilerini temsil etmekten öte bir işlevleri olmayan ruhsuz varlıklardır. Yalnızca, öbürlerinden farklı olan düşmüş melekler “kötü”dür ve “gurur”un çok iyi bilinen etkilerini ve günümüzde diktatörlerde gördüğümüz megalomaniyi dağıtanlar bunlardır. Henoch‘un kitabında bu meleklerin insanlarla ilişki kurarak insanlığı yok etme tehditi oluşturan bir “devler ırkı” üretmekte olduklarına değinilir.”

Bu mitin üçüncü ve son bölümüyse, Eski Ahit’te belirtilen “kutsal evlilik” düşüncesinin yerine gelmesi ve bunun sonucunda Tanrı’nın kendisini insan biçiminde gerçekleştirmesidir. İlkel Hıristiyanlık döneminde bile yenidendoğuş kavramı, “içimizdeki İsa” sezgisini içine alacak kadar özümlenmiş ve böylece bilinçdışı bütünlük içsel deneyimlerin ruhsal dünyasının bir parçası olmuş ve insan kendisini oluşturan her şeyin farkına varabilmiştir. Bu insan için olduğu kadar Tanrı için de önemli bir adım olmuş, Tanrı, onun karanlığından kurtulanların gözünde kötü niteliklerini yitirerek iyiliklerden oluşan bir bütüne dönüşmüştür. Bu mit, bilinçliliğin artmaya başladığının belirtilerinin ortaya çıktığı on birinci yüzyıla dek, bin yıl tartışmasız önemini sürdürmüş o yüzyıldan sonraki ikinci bin yılın sonunda, ilk önce bilinçliliğe bir tehdit olarak kendini gösteren evrensel bir felaketin ana hatları belirmeye başlayana dek huzursuzluk ve kuşku sürekli artmıştır. Bu tehdit “devlik” tehdidi ya da başka bir deyişle bilinçliliğinin gururudur ve, “hiçbir şey insandan ve onun yaptıklarından üstün değildir” biçiminde özetlenebilir. Bu düşüncenin ortaya çıkışıyla öbür dünyaya ilgi ve Hıristiyan mitinin fizikötesine geçebileceği görüşü yok olmuş, dolayısıyla öbür dünyada bütünlüğün elde edilebileceği görüşü de ortadan kalkmıştır.

Işığı gölge izler; bu Yaratıcı’nın öbür yüzüdür. Bu gelişme yirminci yüzyılda doruğuna ulaştı ve Hıristiyan dünyası günümüzde gerçekten kötülük öğesiyle, yani göz göre göre haksızlık, yalan, kölelik ve vicdan baskısıyla karşı karşıya kaldı. Bu kötülük, görünüşe göre Rus devletinde süreklilik kazandı ama ilk şiddetli patlama Almanya’da meydana geldi. Bu da, yirminci yüzyılda Hıristiyanlığın ne denli zayıfladığını gösterir. Bu bağlamda kötülük artık yalnızca düşünürlerin dillerinin bir süsü, diye nitelendirilemez. Kötülük etken bir gerçeğe dönüşmüştür. Dolaylı ifadeler kullanıp onu dünyada yok sayamayız. Kalıcı olduğuna göre, onunla nasıl başa çıkabileceğimizi öğrenmek zorundayız. Ürkünç sonuçlar vermeden, onunla birlikte nasıl yaşayabileceğimiz henüz belli değil.

Metanoia’ya Davet: Jung’un Son Düşünceleri

Jung’un yaşamının son evresinde, insan ruhunun dönüşümüne dair en içten ve en çıplak ifadeleriyle karşılaşırız. Metanoia sadece zihinsel bir değişim değil, vicdanın yeniden uyanışı, bilincin karanlıkla yüzleşme cesaretidir. Bu dönüşüm ihtiyacı, birey kadar toplum için de kaçınılmazdır.

Aşağıda yer alan alıntılar, Jung’un son düşüncelerinde şekillenen bu varoluşsal dönüşüm çağrısını içtenlikle yansıtmaktadır.

Durum ne olursa olsun, yeni bir uyuma, yani bir metanoia’ya gereksinimimiz olduğu kesin. Kötülüğe yanaşmanın en ciddi tehlikesi onun boyunduruğu altına girme olasılığıdır. Bu nedenle, hiçbir şeye artık boyun eğmemeliyiz. İyiye bile. İyi olarak nitelendirilen bir şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir. Bu, iyiliğin içinde kötülük olduğundan değil, boyun eğdiğimizde sorunlara yol açacağımız içindir. Uyuşturan ister alkol, ister morfin, isterse de idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. İyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermeliyiz.

Jung “Son Dönem Düşünceleri”nde “metanoia’ya gereksinimimiz var.” diyerek yazının en başında sorduğum soruların cevabını veriyor. Varlığımıza temas edecek nitelikli bilgiyle öğrenerek zihin değişikliği yapabiliriz.

Bilimsel Bilgiyle Kendini Tanıma

Bilinçdışının karanlıkta sakladıklarıyla yüzleşebilmek için ışık arayan insanın en güçlü araçlarından biri bilimdir. Jung’a göre, kendimizi daha derinlemesine tanıyabilmek için yalnızca sezgi değil, aynı zamanda bilgiye dayalı bir anlayış gerekir. Psikoloji, bu yolculukta hem mercek hem pusula olur—çünkü ruhun yapısı, yalnızca duygularla değil, gözlemlerle ve kavramlarla da anlaşılabilir.

Aşağıdaki alıntılar, Jung’un bilimsel yaklaşımıyla kendini tanıma arasındaki ilişkiyi nasıl tanımladığını ortaya koyuyor.

Jung sözlerine şöyle devam ediyor:

Hakkında kesin yargılara varamayacağımız, bilinçdışıdır. Bilinçdışıyla ilgili düşüncelerimiz yetersiz kalmaya mahkumdur çünkü onun özünü anlayabilecek ve mantıksal sınırlar koyabilecek durumda değiliz. Doğayla ilgili bilgileri, bilinçliliğimizi artıran bilim yoluyla elde edebiliyoruz. Bu nedenle, kendimizle ilgili daha derinlemesine bilgi edinebilmemiz için de bilime gereksinimimiz var. İşte bu bilim dalının adı psikoloji. Hiç kimse, iyi niyetine güvenerek elinin bir hareketiyle bir mikroskop ya da teleskop yapamaz. İlk önce optik bilgiye sahip olması gerekir.”

Kitapların ve Bilginin Etrafında Dolaşmak

Bazen bilgi sadece bir kavram değil, bir karşılaşma anıdır. Bir kitap sepette yerini alır, bir telefon çalar, bir yüz gülümser… Carl Jung’un “bilinç ve bilinçdışı” arasındaki köprüleri anlatan metni, bu rastlantısal karşılaşmanın bir armağanı hâline gelir. Bilginin yalnızca okunmadığı, aynı zamanda sevdiklerimizle paylaşıldığı anlar; ruhsal bütünlüğümüzü pekiştirir.

Aşağıdaki kişisel not, bilginin bir nesne değil, yaşayan bir bağ olduğunu hatırlatıyor.

Geçen akşam telefonum çaldı. “Teyze, İstinye D&R’dayız, istediğin bir kitap var mı?” Yüzümde beliren gülümsemeyle, “Canımın içi, ‘Bilinç ve Bilinçdışı’ Carl Jung kitabı var mı?” dedim. Birkaç dakika sonra elinde kitaplarla mesaj attı. Aramasından hemen önce internette sepete eklediğim kitabın canım aracılığıyla bana ulaşması gerekiyormuş. Sevgili Fizik Mühendisi yeğenim, “bilinç” konusunda aydınlattığın konular ve nitelikli sohbetler için sana ve eşine teşekkür ederim.

Bu anlamlı ayda tüm ailenin bir arada olmasını sağlayan “büyük güce” her bir parçama ayrı ayrı teşekkür ederim…

Psikoloji ve Felsefe, bir tür öğrenci kulübü ya da kardeşlik cemiyeti olan Zofingia’nın Basel şubesinde, Jung’un öğrenci arkadaşlarına verdiği derslerin derlemesidir. Dönem 19. yüzyılın sonu; I. Dünya Savaşının eli kulağında ve antisemitizm rüzgarı Almanca konuşulan toplumları sarmakta… Henüz düşünsel serüveninin başındaki genç Jung’un ömrü boyunca etrafında dönüp duracağı sorularla ilk kez yüzleşmesine tanık oluyoruz burada. Sivri dili, otobiyografik göndermeleri ve dönemin genel entelektüel havasına tanıklığıyla metin daha da ilginç hale geliyor. Çağının bilimsel keşif ve yenilikleriyle oldukça yakından ilgilenen Jung bu bulguları kendi tıp eğitimiyle, felsefe ilgisiyle, henüz şafağını yaşayan psikoloji literatürüyle harmanlayıp yorumlamaya girişiyor.

Derslerde spiritüalizm, materyalizm reddiyesi, pesimizm, epistemolojik ve ontolojik açıdan aşkınlık, tarihsel bir sima olarak ve/veya tanrısal bir varlık olarak İsa gibi genel izleklerin yanında Jung’un akademi ve akademisyenlere yönelik eleştirilerini, dünya çapındaki güncel olaylar hakkında yorumlarını da bulacaksınız. Bu dersler ayrıca Kant, Schopenhauer, Nietzsche ve Hartmann gibi filozoflar etrafında dolanıyor.

Psikoloji ve Felsefe, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Carl Gustav Jung’un hem psikoloji hem de felsefe alanındaki katkıları, günümüzde bireyin kendini anlaması, ruhsal bütünlüğe ulaşması ve kültürel sembolleri çözümlemesi açısından hâlâ büyük önem taşıyor.

Jung’un Günümüzdeki Önemi

  • Felsefi etkisi, insanın ruhsal doğasını anlamaya yönelik metafizik ve varoluşsal sorgulamalara kapı aralar. Jung’un simya, din ve mitolojiye olan ilgisi, psikolojiyi salt bilimsel bir alanın ötesine taşır.
  • Kolektif bilinçdışı kavramı, kültürler arası ortak sembolleri ve mitolojik temaları anlamamıza yardımcı olur. Bugün rüya analizi, sanat terapisi ve mitoloji temelli psikoterapilerde hâlâ kullanılır.
  • Arketipler (persona, gölge, anima/animus, benlik gibi) bireyin içsel çatışmalarını ve kişilik gelişimini anlamada temel araçlardır. Modern psikoterapi ve kişisel gelişim alanlarında sıkça başvurulur.
  • Bireyleşme süreci, kişinin hem bilinçli hem bilinçdışı yönlerini bütünleştirerek ruhsal olgunluğa ulaşmasını hedefler. Bu yaklaşım, günümüzde psikolojik denge ve kendini gerçekleştirme arayışında olan bireyler için yol göstericidir.
  • Psikolojik tipler kuramı, MBTI gibi kişilik testlerinin temelini oluşturur. Eğitim, iş dünyası ve ilişkilerde kişilik farkındalığını artırmak için kullanılır.

Carl Gustav Jung Hayatı ve Kariyeri

Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’nin Kesswil kasabasında doğdu. Babası Protestan bir papaz, annesi ise mistik eğilimleri olan kültürel bir kadındı. Bu çift yönlü etki, Jung’un hem bilimsel hem de spiritüel düşünce yapısını şekillendirdi.

  • Son Yıllar ve Mirası: 1946’da emekli oldu. 6 Haziran 1961’de Küsnacht’ta hayatını kaybetti. Ardında 20’den fazla kitap, yüzlerce makale ve psikolojiye yön veren bir miras bıraktı.
  • Eğitim ve İlk Yıllar: Basel Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldı. Psikiyatriye yönelerek Zürih’te Burghölzli Akıl Hastanesi’nde çalıştı. Burada şizofreni uzmanı Eugen Bleuler’in asistanı oldu.
  • Freud ile Tanışma: 1907’de Sigmund Freud ile tanıştı. Başlangıçta yakın bir işbirliği kurdular; Freud onu psikanalizin varisi olarak görüyordu. Ancak Jung, Freud’un cinsellik merkezli kuramlarını yeterli bulmadı ve 1913’te yollarını ayırdı.
  • Analitik Psikoloji: Freud’dan ayrıldıktan sonra kendi kuramını geliştirdi: Analitik Psikoloji. Bu kuram, bilinçdışı süreçleri, arketipleri ve bireyleşmeyi merkeze alır.
  • Ruhsal Yolculuk: 1913–1917 arasında kendi bilinçdışına yaptığı derin yolculuk, “Kırmızı Kitap” adlı eserinde sembollerle ve vizyonlarla anlatıldı. Bu dönem, Jung’un yaratıcı hastalık süreci olarak tanımlanır.
  • Kültürel Araştırmalar: Afrika, Hindistan ve Amerika’daki yerli kültürleri inceledi. Mitoloji, simya ve din üzerine yaptığı çalışmalar, psikolojiyi kültürel ve evrensel bir bağlama oturttu.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin