“İnsanın özü ile günümüzde onun hiçbir şeye itina ve ihtimam göstermeyen tavrı arasında kurulacak bağ bu kendinin gafili etrafının cahili özsüzlüğün elinin değdiği her yerde ilk bakışta kendisini duyuran özensizliğin büyük bölümünü izaha kavuşturur…“
—Arthur Schopenhauer
Merhaba
Filozofun öz bilgisine ihtiyaç duymam karakterimle ilgili olmalı… Filozofun okuduğum eserinde “Ne dediğine” ya da “Ne demek istediğine” kendim kafa yormak isterim. Önemli bir eserin çevirisi yeni bir kitap demektir. Çevirmen filozofun ne demek istediğini kendince yorumlarsa eksik noktalar kalacaktır. Bir önceki kitap Aşkın Metafiziği‘nde eksik noktaların kaldığı gibi. Haliyle doygunluk hissi oluşmayacağından açlığı giderecek argümanlar bulmak için yürümek gerekli. Bu nedenle “belirsizlik” karakterimle uyumlu değildir…
Birlikte yine Schopenhauer’a ait Ahlak ve Karakter adlı eserin satırlarında yürüyeceğiz. Bu sefer çevirmen Ahmet Aydoğan ile. Kendisini Düşüncenin Çağrısı adlı eserle tanıdım. Eser de yine Schopenhauer‘un “düşünce”lerine yer veriyordu.
Şimdi biz ahlak dediğimizde en fazla “bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları ve iyi veya kötü olarak vasıflandırılmalarına yol açan davranış tarzları ve bunlara dair kurallar”ı anlarız. Oysa hal ve tavrından hareketle bir kimse için ethik tabirini kullandığımızda bu ister onun barınma tarzı ister bir itiyat üzere oluşuyla tabir edilsin “ethosuna has” manasıyla en derin özüyle yakalanmış ve onunla irtibatlandırılmış olur. Şeyleri esasları içerisinde bir ve bütün olarak görmek çoktan beri bizim için külfeti dolayısıyla teklif edilemez bir şey olup çıktı:
‘Logik’ ve ’fizik’ ile birlikte, ‘ethik’ ilk kez Platon okulunda ortaya çıktı. Bu disiplinler, düşünmenin ‘felsefe’ felsefenin episteme (bilim) ve bilimin kendisinin okullar ve akademik amaçlar için bir malzeme haline geldiği bir zamanda doğdu. Felsefenin bu şekilde anlaşıldığı minvalde, bilim parladı, düşünme zayıfladı. Bu dönemden önce düşünürler ne bir ‘mantıktan, ne de ‘etik’ ve ‘fizik’ten haberdardılar. Ama yine de düşünmeleri ne gayrı mantıki, ne de (eylemeleri) gayrı ahlaki idi. Fakat onları daha sonraki hiçbir fiziğin bir daha asla erişemeyeceği bir derinlik ve genişlik içinde physis düşünüyorlardı. Sophokles’in tragedyaları —eğer böyle bir mukayeseye izin verilirse— mitosları içinde (ethos) Aristoteles’in ‘ethik’ üzerine derslerinden daha asli bir şekilde muhafaza ederler.
“İster insanın özünden gafilliğinin önünü açtığı özensizlik sebebiyle olsun ister her şeyin birbirine derin alakasını ne yaptığını bilen bir kesip koparma ameliyesi neticesinde olsun fiillerinde göz önünde bulundurması için teklif edilen kuralların fail üzerinde ağırlıkça kaybettikleri vaatlerle olsa bile hiç değilse bir ölçüde telafi edilebilmeliydi. Fakat böyle bir telafi için bile imar ve ıslah edilecek olanın tereddi yahut tefessühünün izlediği seyir belli başlı kırılma noktaları itibariyle inatla ısrarla takip edilmeli ve temel sebepleri üzerine derinlemesine düşünülmeliydi. Oysa bunun yerine sadece o an için iş gören ve ileriye doğru bu bağların daha büyük bir hızla gözden kaybolmasına hizmet edebilecek olan göz önünde bulunduruldu ve bu maksatla “değer” diye bir şey uyduruldu. Neyin iyi neyin kötü olduğunu tayin edecek miyarı nerede arayacağımız, son tahlilde neyin üzerine oturtacağımız, buna bağlı olarak birisine iyi dediğimizde bu iyiyi nasıl temellendireceğimiz, kötü dediğimizde bu kötülüğü hangi köke bağlayacağımız meselesi ortaya çıkınca ahlak felsefesi altında imal edilen bir değerler nazariyesi bunu takip etmekte gecikmedi. Bunu zerreden küreye her şeyin daha önce görülmedik düzeyde değersizleşmesi ondan daha büyük bir hızla takip edince yine aynı hatayı yaptık. Geri dönüp kökü ve sebepleri üzerine kafa yoracağımız yerde aymazlıkta daha ileri gittik ve bu defa işi her zamanki gibi en ucuz ve kolay tarafından kapatma saikıyla değerler eğitimi diye bir şey icat ettik.”
“Başta iskân ettiğimiz topraklara suyunu içtiğimiz nehirlere, havası ile soluklandığımız dağlara, nihayet taşıdığımız canla akraba olduğumuz cümle mahlûkata reva gördüklerimizde en hazin haliyle kendisini ele veren bu değersizleşmenin arkasında kendi özünü duymaya bırakmayan bir ferdiyetinden edilişi teşhis etmek elbette küçümsenecek bir şey değildir. Vaktiyle bu topraklarda edilmiş ”yek katre-i hûnest ve hezar endişe” sözünde duyulan insanın özü ile günümüzde onun hiçbir şeye itina ve ihtimam göstermeyen tavrı arasında kurulacak bağ bu kendinin gafili etrafının cahili özsüzlüğün elinin değdiği her yerde ilk bakışta kendisini duyuran özensizliğin büyük bölümünü izaha kavuşturur.”
“Fakat yine de değer deyip her şeyi bu kadar değersizleştirmenin, insani olanı yüceltme, ona hak ettiği değeri (dignitas) iade etme iddiasıyla insancılık (Humanismus) deyip insanı ve insani olanı (humanus) tarihte görülmedik derecede aşağılamanın özünü daha dolaysız gösterecek bir düşünme tarzı geliştirilmeliydi. O kadar ki hak ettiği fakat şu veya bu karanlık güç tarafından kendisinden alındığı iddia edilen değeri yeniden iade edilen o insan aradan geçen bu kısacık zaman zarfında ne yaptığını bilmezlikte öyle büyük bir terakki kaydetti ki, rahminden çıkanı canlı canlı çöpe atıyor ve dönüp arkasına bile bakmıyor…”
“Yaşadığımız günlerde herkesin gözünün önünde cereyan eden bu tablo özü “hayvanlık”ta aranan insandan veya üzerine bazı şeyler ilave edilse bile mahiyeti değişmeyen böyle bir arayıştan elbette farklı bir netice çıkması beklenemezdi diye geçiştirilemez, çünkü hiçbir hayvanın doğurduğu nazarında çöpe atılacak kadar değersiz değildir. Fakat “Daha bunlar bir şey değil, her fırsatta kendini bilmez bir tekebbürle tahkir ettiğiniz, hiçbir temele istinat etmeksizin tenkit edip durduğunuz eski hayattan arta kalanlar üzerinize hala kol kanat geriyor ve bir bir ortaya çıkmak için sırada bekleyenleri onlar tutuyor. Hele bir onlarda çekilsin, asıl görün o zaman olacakları” diye uzaktan bir köşeden sadece uyaranı yaşayacaklarımız ne kadar haklı çıkaracak hep beraber göreceğiz.”
“Buradaki gibi bir kelimenin dışarıdan zorlama çevirisi değil bir meramın içeriden ifadesi olarak rahatça telaffuz ettiğimiz insana has olan manasına “insani” (humanus) tabiri insana var olanlar arasında eşrefi mahlûkat olarak yüksek bir yer tayin ediyor, fakat o ölçüde muazzam bir mesuliyet yüklüyordu. Bu manada “insaniyet” tabirine tıpkı garp dillerindeki humanitas gibi evvel emirde dile insandan daha doğrusu onun kavramından eksilenleri ifade etmek üzere “düşmüş” nazarıyla bakılabilir. Ve bir zamanlar kulağımıza sık sık çalınan “İnsaniyet namına hiçbir şey kalmamış” yakınmasında duyulan dikkatle kulak verildiği takdirde “insani” olan üzerinde çok eskiden beri toplanmış olan muhtevadan çok şey kaybolduğudur ve biz insana, vakarına, hak ve hürriyetine dair hangi nutukları atarsak atalım o muhtevayı bir daha onun üzerine toplayamayız.”
“Oysa dilimizde bir şeyin kadrini bilmek dendiğinde onun hem kaderle hem takdirle bağını kuruyor dolayısıyla onun vücuda gelişinin ve vücutta karar kılışının irtibatını aynı zamanda kendi mevcudiyetimizin esasıyla tesis ediyor ve böylece kıymet dediğimiz şey gözümüze derinliğine yaraşır büyüklükte bir geniş aralıkta görünür hale gelmiş oluyordu. İnsanın her haline aksi vuran, her hareketinde kendini izhar eden bu kadir kıymet bilmezlik ve onun tabii neticesi değersizleşme öyle bir adım gerisinden değerler icat edilerek ve değerler eğitimi verilerek doğrultup düzeltilecek bir şey değildir. Zaten bu işlerle satıhtan aşağıya inmemekte direterek uğraşmayı tercih edenlerin böyle bir dertleri yoktur.”
Dünya çapında bir ahlaki tefessüh ile karşı karşıyayız ve bunun düzeleceğine dair gerek içimizde gerek dışımızda hiçbir emare görünmediği gibi her geçen gün daha da ağırlaşacağının her türlü işareti mevcut dediğimizde bugün bundan ne anlıyoruz? Bu ahlaki tefessühün toplumun bütün kesimlerini önüne katarak gittikçe yaygınlaştığı öyle ki ne ayıplama dinleyen ne kınamaya aldıran bir azman arsızlık ile kol kola vererek doğan her günün bir öncekini aratır raddeye ulaştığı ülkemizde neden tüm dünyadakinden ayrı bir seyir izlediği ve bunun sebepleri üzerine kafa yoruyor muyuz? Dünyanın diğer köşelerinde böyle bir tefessühün içtimai hayatın devamını kırık dökük de olsa mümkün kılacak telafi mekanizmaları şurasında burasında devreye girerken neden ülkemizde doludizgin ilerleyişine en asgari düzeyde dahi olsa müdahale edilmediği bir tarafa kimsede edileceğine dair en küçük bir umudun taşınmıyor oluşunu neye bağlayacağız?
Ne oldu, nasıl oldu da herkesin tenceresinin dibinin karardığı, kimsenin diğerinin tenceresine “kara” diyemediği ve der demez “seninki benden kara” cevabını aldığı bir ahlaki çürümüşlük batağına saplandık? Böyle bir tefessühün tabii seyrinin son merhalelerinden biri olarak mı? Yoksa karanlık bir el tarafından önce hiçbir taşın yerinde ağırlığını bulmasına izin vermeyen sonra taşların tamamının yerinden oynamasına önünü bir vasatın hesaplı ve maksatlı tesisiyle mi? Böyle bir vasat içerisinde insanların hırs ve tamahları tahrik edilerek günah ve suç batağı içerisine sürüklenmesi sonucunda mı? Öyle ki kimse ilk taşı atacak kadar günahsız olmasın ve herkes önlemede ve korumada değil suç işlemede ve günaha girmede birbiriyle yarışsın?
Yeri gelmişken yarışmanın nasıl olup da böyle tersine dönüp yarışmacılığın nazariyatta öngörülenin fiiliyatta tam tersi bir maksada hizmet eder hale geldiğini her türlü düzenleme fikrine karşı çıkan siyasi laissez faire serbestiyetçiliğinin açıklaması gerektiğini belirtmek gerekir; zira onlar eşyanın tabiatını ve ona göre teşekkül eden düzeni kendilerine nihai atıf noktası alıp bozulma ve yozlaşmayı tabiatta ne önlüyorsa beşeriyet için de o esas alınmalı ve kurulacaksa bir düzen buna göre kurulmalı dedikleri için izah ve ispat külfeti evvel emirde onlara düşer. Hayvanlar âleminde üstün olanın, dolayısıyla soyun irsi seciyesini daha iyi muhafaza edenin seçilmesine, cinsin baskın hasletlerinin zayıfladığı, bariz vasıflarının silikleştiği veya toptan karardığı yozlaşmışların (degenere) ayıklanmasına hizmet eden bu mücadele beşeriyet dünyasında ve hassaten bu topraklarda neden tam tersine soysuzların seçilmesine ve giderek daha da güçlenmesine hizmet etmektedir?
“Belirtmekte fayda görüyorum: Platon’un Devlet‘in onuncu kitabının hatimesinde aktardığı mitosa göre insan öldükten sonra Lethe (gaflet-unutkanlık) Irmağı’ndan içip bir sonraki hayatı için Daimon’unu, kaderini şekillendiren koruyucu ruhunu seçecektir. Ancak onun Lethe Irmağı’ndan içeceği miktarı ardında bıraktığı hayatta dokunmuş olan seciyesi (Ethos) belirleyecektir. Dolayısıyla onun seçimi yaşarken edindiği Aletheia (hakikat) hakkındaki şuuruna, yani “susuzluğun”, Irmak’tan içme ihtiyacının bir yanılsama olduğu idrakine göre belirlenecektir. Şu halde eğer onun bu idraki tam manasıyla tahakkuk etmiş ise Lethe Irmağı’ndan içmeyecek dolayısıyla hayat ölüm deveranı içerisinde yeniden doğmak zorunda kalmayacaktır.”
Lethe Irmağı’ndan içme ihtiyacının bir yanılsama olduğunu tam manasıyla idrak edemediği için hayata susamış olanların ve o susuzlukla had hudut bilmeyen, hak hukuk tanımayan, hayat ölüm deveranı içerisinde aynı acıyı sayısızca tattıkları halde uslanmayanların ayakta kalması, eğer kastedilen buysa, bizim baktığımız yerden hiçbir önem arz etmez…
“Bu hep böyle olur: Her ne ki insanların gözünden düşürülecektir önce aşırı kullanıma tâbi tutulur sonra yavaş yavaş kötüye kullanmanın yolu açılır. O itibarla insanların iştiha ve ihtirasları kanunla dizginlenemez hale geldiğinde suistimale ilk teşvik edilecek olan kanunun kendisidir. Yapılan hangi vahim yanlışlar, işlenen kim bilir ne büyük cürümler neticesinde dizginlenemez hale geldiği aslında yukarıdakinden daha kökten ve bir o kadar pervasız sorular sormayı gerekli kılar ki esas kurcalanması gereken mesele budur. Fakat bu kadarının bile yayımlanabilmesi için katlanılan eziyetler çoktan her şeyi bırakıp yeri yurdu terk edecek düzeye ulaşmışken böyle temelinden kurcalanmış olsaydı başına neler geleceği, bu yorgunu yokuşa sürmelerin nereye varacağı az çok buradan kestirilebilir.”
Çürüme birdenbire başlamaz tıpkı beşeri dünyada olduğu gibi parazitlerin teşekkülü ve işlerini görmeleri, düzenlerini kurmaları bir süre göze görünmeden içten içe cereyan eder. Nitekim oluş da böyledir: Tekevvün ve tefessüh her ne kadar istikametleri farklı, biri yukarı diğeri aşağıya doğru olsa da seyir ve safahatı itibariyle birbirini yankılar.
Manu’dan beri insanlığın kanun koyucu atalarının levhalarına “Kanunlarıma riayet edin. Farklı cinsten iki hayvan çiftleştirmeyeceksin. Tarlana iki çeşit tohum ekmeyeceksin…” diye boşuna kazınmadığına göre tohumların ayrılması da, hayvanların çiftleşmesi de demek ki harsın ve neslin muhafazası bakımından büyük önem arz etmektedir; zira kendi haline bırakıldığında bitkiler yozlaşıp yabanileşir, ırklar melezleşip bozulur. İnsan da içinde isteyenin sınırlayıcı olan karşısındaki yerini tayin edip onu diğerine tâbi kılarak bir düzen oluşturmadıkça, bu ikisinin böyle bir düzen içerisinde imtizacıyla bir mizaç teşekkül etmedikçe bozulma başlar. İsteyenin her istediğini yaptırmasıyla içeride başlayan zorbalık çok geçmeden dışarıya yol arar, içeride kuramadığı düzeni dışarıda benzer bir istibdatla saçıp dağıtarak tekrarlar. Velhasıl arz üzerindeki uyum ve dengeyi bozar, istikrarsızlık ve kargaşanın müsebbibi olur.
Yazarın Notu:
İnsanın içinde olan dışında aynıyla yankılanır: burada kanun tanımazlık kalkan olarak kendisine bizzat kanunu alır ve böylece istismar daha da koyulaşarak suistimale dönüşür.
O zaman farkındalık sorularım gelsin:
- Arthur Schopenhauer kaçıncı yüzyılda yaşadı?
- Alınacak dersler tüm çıplaklığı ile görünmüşken; buraya kadar okuduğunuz her satırı bir kez hatta birkaç kez beyninizde döndürdüğünüzde günümüze ait hangi sonuç ortaya çıkıyor?
“Kendine göre eğip büken ölçüsüzlüğün kendisi bir ölçü” olduğu, uygulamada hiçbir şeyin değişmediği… O gün ölçüsüzlük ritmi hangi yöndeyse, bugünde ritim aynı yönde daha da hızla devam ediyor. Sadece bu ölçüsüzlüğü uygulayanların yaşadığımız yüzyılda adları değişiyor…
- Sözü edilen “değersizleşme” arasında bağ kurmak bu kadar zor mu?
“Akıl çağı” diye adlandırılan dönemde bu defa onu muhakeme kabiliyetinden ve temyiz kudretinden mahrum bırakmanın tohumları atıldı. Diğer yandan bu tohumlar henüz meyvesini vermeden “halis çobanlar” ve onların mirasçılarından mahrum bırakılan kalabalıklar belli mihraklarda toplanan gücün gizli tertibatının, yönlendirici tahrikatının insafına çoktan terk edilmişti.
“Ve ‘Gerçek’ çoktan bunların uzlaşmalarına kurban verilmişti…”
Nietzsche böyle bir iklimde o zamana kadar garp dünyasında değer namına kabul edilen ne varsa bu sonu gelmez güç ve üstünlük mücadelesinin itiş kakışı içerisinde hızla eriyip gittiğini gördü ve aşınan bu değerlerin yerine yenilerinin konabilmesinin yolunun daha büyük bir güce sahip olmaktan geçtiğini ilan etti. Bir talep olarak insanın insandan daha fazla bir şey olması teklifi kendisini böyle bir dönemeçte duyurdu.
- Böyle meşum bir yükle bu tatsız tekrarın bizden sonrakilerin yaşayacakları üzerinde daha da şiddetlenerek tekerrür edeceği neden düşünülüp de bu zecir ve cebir zincirinin halkaları bir yerinden koparılmıyor ve bu kısır döngüye neden bir noktada son vermeye çalışılmıyor?
- Ve böylece milleti manasız saflaşmalarla hizip yahut fırkalara bölen her türlü suni ihtilafı nihayete erdirip başkalarına yaranmak ve onlardan siyasi idari eminliğe icazet almak için çıkabilecek yarışmaları milletin ikbal ve istikbali hayrına tabii tartışmalara dönüştürmek için neden çaba sarf edilmiyor?
Birkaç yıl öncesine kadar ne olduğunu bu “kurnazlık”- yoksa “şeytanlık”mı demeliyiz?-“düsturları” üzerinde yükselen dünyanın riya ve tasannusuna Schiller, Kleist, Hölderlin, Nietzsche gibi uyumsuz mizaçların yazdıklarının ancak satır aralarından çıkartabiliyoruz. Gerçeğin içerisinden buharlaştığı, halisaneliğin insanların kalplerinden kalktığı, sunilik ve murailiğin hal ve hareket tarzlarına sirayetinin tam da o dönemlerde boşa icat edildiği söylenemeyecek “maskeli balolar”ı aratmadığı böyle bir dünya ile bazıları uzlaşmaya çalıştı fakat tabiatları bırakmadı.
Ahlak ve Karakter, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Stoa mektebi “nasıl yaşamalıyız?” sorusunun cevabını Grek sofia mirasını komşu bilgelik geleneklerinden artakalanlar ile harmanlayarak “dünyevi şeylerin cereyanına uygun bir vukufla yaşamalıyız” diye hülasa etti. Zira insan ne zaman serinkanlılığını şu veya bu şekilde kaybetse, bir talihsizlikle yere serilse veya öfkesine yenik düşse yahut umutsuzluğa kapılsa bu suretle umduğundan farklı şeylerle karşılaştığını göstermiş olur. Bu da onun beklentilerinin yanlış olduğunu, hayat ve dünya ile yeteri kadar ünsiyetinin bulunmadığını gösterir. O nasıl ki canlı tabiat gerek çatışan niyet ve maksatlarla gerekse kötülük yahut garazkârlıkla aynı şeyi yapıyorsa, cansız tabiatın da her adımda tesadüf ile kişinin iradesini hedefinden saptırdığının gafilidir. Dolayısıyla o hayatın bu bariz vasfının umumi bir malumatına erişmek için ya aklını kullanmamış veya umumi manada bildiğini münferit olanda tanıyamadığına ya da bu yüzden onun karşısında şaşırıp serinkanlılığını kaybettiğine göre muhakeme gücü ile en azından yaşadığı hayatın talep ettiği düzeyde kendisini teçhiz edememiş demektir.
Fakat Greklerin ethosu “nasıl yaşamalıyız?” sorusunun çok daha derinlerden ele alınması lüzumuna işaret eder. Öyle ki hal ve tavrından hareketle bir kimse için ethik tabirini kullandığımızda, bu ister onun barınma tarzı ister bir itiyat üzere oluşuyla tabir edilsin “ethosuna has” manasıyla en derin özüyle yakalanmış ve onunla irtibatlandırılmış oluyordu. O irtibatın açtığı aralıktan soruyorduk:
“Bir insanın karakteri ile kaderi, yani onun şu hayatta tutup yürüdüğü yol arasında tam bir farklılık var mıdır? Yoksa ilke olarak alındığı takdirde herkesin kaderi karakteri ile uyum içerisinde midir? Yoksa son olarak, bir oyunun yazarına benzetilebilecek, tasavvur edilmesi mümkün olmayan gizli bir zorunluluk aslında bu ikisini her zaman birbirine uygun şekilde bir araya getirir mi?”
ARTHUR SCHOPENHAUER
(1788-1860), Prusya’nın bugün polonya sınırlarındaki Danzig kentinde doğdu. Zengin bir tüccar olan babasını erken yaşta kaybetti. Annesi ise dönemin edebiyat mahfillerinde sevilen, tanınmış bir yazardı. Goethe ile genç yaşta dostluk kurmasını, her ne kadar pek geçinemese de annesine borçluydu.
“Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine” adlı bitirme teziyle 1813’te Jena Üniversitesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl annesiyle yaşadığı tartışma nedeniyle çok sevdiği Weimar’ı terk ederek Dresden’e yerleşti. 1816’da Newton‘la karşı Goethe‘yi savunduğu Über das şehn und die Farben (Görme ve Renkler) yayımlandıktan sonra tam üç yıl boyunca başlıca yapıtı “İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya” üzerinde çalıştı. Fakat eser beklediği yankıyı yaratmadı. Bunda Hegel ile aralarındaki ihtilafı, birlikte ders verdikleri Berlin Üniversitesi’nin çatısı altında ısrarla sürdürmesinin de payı büyüktü.
Kolera salgını yüzünden Frankfurt’a taşındı ve ömrünün kalan 28 yılını orada geçirdi. 1836’da hızla gelişen doğa bilimlerindeki yeni bulguları kendi isteme kuramı çerçevesinde ele aldığı “Doğadaki İsteme Üzerine” yayımlandı. Bu kitabın önsözünde Hegel ve şürekâsını şarlatanlıkla itham etti. 1844’te “İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya“nın ikinci baskısını yaparken ilkine, Aşkın Metafiziği‘nin de ayrı bir bölüm olarak yer aldığı ikinci bir cilt daha ekledi. Sonraki dönemde çeşitli konular hakkında yazdığı denemelerini Parerga ve Paralipomena (1851) içinde topladı. 21 Eylül 1860’ta Frankfurt’ta öldü.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın