“Bedenin kendi zekası vardır, ama bu ille de lineer veya sözlü bir zeka değildir. Her şeyin aynı anda birlikte gerçekleştiği çok boyutlu, çok değişkenli bir zekadır…”

Alan Watts

Merhaba

Hayatın iki parçaya bölünmesi gerektiğine yönelik bir takıntımız var: Bizim yaptığımız şeyler var ve bir de başımıza gelenler var. İşte bu nedenle, Batılıların karmayı yanlış anlama eğilimi var; bir insanın başına gelen korkunç olayların, önceki yaşamlardaki kötü davranışların cezası olduğunu düşünüyorlar. Bu çok saçma. Karma basitçe sizin fiiliyatınız ya da sizin eylemleriniz anlamına gelir; karma, harici bir kaynaktan pasif olarak alınan bir tür ceza değildir. Karmayı anlarsanız ve başınıza gelen her şeyin aslında sizin fiiliyatınızdan kaynaklandığını kabul ederseniz aslında kötü karma diye bir şey olmadığını görürsünüz. Kötü karma ancak fiiliyatınızı reddederseniz mümkündür; örneğin, başınıza gelenlerden dolayı başkalarını veya başka şeyleri suçlarsanız ya da karmadan sanki gizemli şekilde başınıza gelen bir şeymiş gibi bahsederseniz.

Peki, bunun Batılı doğa yasaları anlayışımızla ne ilgisi mi var?

Tanrı’nın emrinin bugün dünyada olan her şeyin temeli olduğunun söylendiğini düşünün. Aynı zamanda, çağdaş bilim, doğa yasaları hakkında tamamen yeni bir fikri teşvik etmektedir; bu sözde yasaların gerçek anlamda var olan şeyler olmadığını iddia eden bir fikir bu. Evrenin tüm bunları yaptığını açıkça görebilirsiniz, ancak yasalar dediğimiz şey tamamen, her şeyi anlamlandırmaya çalışan insan beynine bağlıdır.

Her şeyi anlamlandırmamızın yollarından biri, bizim için oldukça önemli olan düzenlilik ilkesidir…

Alan Watts şöyle diyor: Doğa yasalarının insan ağı tarafından kurulduğunu söylerken varmaya çalıştığım şey budur. Göksel enlem ve boylam çizgilerini gökyüzüne yansıtıyoruz, ancak bu çizgiler aslında göklerde mevcut değildir, bunlar sadece yıldızların konumlarını ölçmenin bir yoludur; daha yakından incelendiğinde, yıldızlar biraz kafa karıştırıcı olacak şekilde her yere dağılmış durumdadırlar. Tek yapmanız gereken, oradaki karışıklığı hatırlamaya çalışmak ve çözmektir! Yani zeki biri, 360 derecelik bir daire ilkesine göre gökyüzüne küresel bir ağ yerleştirmeye karar vermiş, ki bu da numaralandırabileceğiniz güzel, düzenli bir kareler ağı oluşturuyor.

Ama ağın kendisi hiçbir zaman gerçekten orâda olmamıştır, anlıyor musunuz? Ve şekiller de öyle… falanca büyük yıldız grubu bir kepçeye benziyor, şuradaki diziliş bir kemer gibi görünüyor, sağdaki gruplaşma bir haçı andırıyor… hatta ikna kabiliyetiniz yüksekse soldaki şeklin bir bakireye benzediğini kabul ettirebilirsiniz.

Takımyıldızları güya bir araya getiren tüm bu hayali çizgiler, bu büyük ve görkemli karmaşaya bir model yansıtma yollarımızdır; amaç onu hatırlamak ve haritasını çıkarmaktır. Bununla birlikte bu yıldız gruplarına galaksideki tamamen farklı bir konumdan bakarsanız tüm bu takımyıldızların ve düzenlerinin ortadan kalkacağı açıktır. Yeni takımyıldızlar icat etmeniz gerekecektir, çünkü yıldızların gerçekte olduğu yerde statik hiçbir yer yoktur. Her şey onlara nereden baktığınıza bağlıdır.

Olağanüstü simetrik beyinlerimizle doğayı bu şekilde anlıyoruz. Yasayı dünyaya tanıtan aslında biziz. Biz icat ediyoruz. Latincede, “icat kelimesi “keşfetmek” anlamına gelir, ancak biz orada olan bir şeyi keşfetmiyoruz. Doğa yasalarını icat ettiğimizde, keşfettiğimiz şey aslında kendimizle ilgili bir şey, yani benzerlik arama, tahmin etme ve olayları kontrol altında tutma tutkumuz.

Ruhunuz, bedeninizi içeren bir şeydir. Bedeninizin içinde hayalet benzeri bir ruhunuz yoktur. Tüm kozmos sizin ruhunuzdur, Kozmos sizi burada ve şimdi olarak adlandırdığınız noktada yapmaktadır. Karşılıklı olarak siz de evreni yapıyorsunuz; birbirinize bağlısınız. Batılılar olarak bu farklı fikirleri aynı anda barındırmakta zorlanıyoruz, çünkü birkaç yüzyıl boyunca beynimizi doğamızla ilgili birbirine zıt iki aşağılayıcı teoriyle yıkadılar. Bir yanda, ebedi bir kralın sefil, İtaatsiz küçük tebaaları olduğumuz konusunda bilgilendirildik. Öte yanda, inanılmaz enginliğe sahip zihinsiz bir mekanizmadaki tesadüfi bir atom kongresi olduğumuz söylendi, Bu iki teoriye bu kadar uzun süre ev sahipliği yaptıktan sonra biz ve evrenin karşılıklı olarak ettirgen olduğunu —Çincedeki karşılığı ile ifade etmek gerekirse karşılıklı olarak meydana geldiğimizi göremiyoruz.

Eğer Tanrı siz olsaydınız neyi değiştirirdiniz?

Bu, “kendinden böyle” ya da “kendinden böyle olan” anlamına gelen ziran ilkesidir. Taoistler için tüm evren kendi kendini yöneten, kendi kendini düzenleyen bir organizmadır ve birey ise yalnızca bu daha büyük organizmanın bir parçası değil, her şeyin bir ifadesidir. Ve başka bir yerde bahsettiğim üzere bu ifade bütüne bağlı olduğu kadar bütün de bu özel ifadeye bağlıdır. Japoncadaki jijimuge terimi de bu karşılıklı iç içe geçme ilkesini ele almaktadır.

Bununla birlikte daha büyük bütüne baktığımızda bize adeta bir bulmaca gibi görünüyor ve ona zeki deme konusunda bin bir türlü itiraz uyduruyoruz. Bir dizi iyileştirmeyi hayata geçirmeyi düşünüyoruz; sanki bilinçli bir bilimle evreni yeniden inşa edebilir ve sivrisinek ihtiyacını ortadan kaldırabilir ya da insan vücudunu daha optimal bir şekilde yeniden düzenleyebilirmişiz gibi. Sözde iyileştirmelerimizin başka olumsuz sonuçlara yol açacağını ve muhtemelen çoğundan hoşlanmayacağımızı söylememe gerek yok. “Ne dilediğine dikkat et” sözü buradan gelmektedir. 

Eğer Tanrı siz olsaydınız neyi değiştirirdiniz? Nasıl bir evren tasarlardınız? Bir ara bunu gerçekten düşünün. Kendi evreninizi modelleme ve bundan ne çıktığını görme zahmetine girerseniz sonunda tam da şu anda sahip olduğumuz modele karar vereceğinize kuvvetle inanıyorum. Tüm bu temel ilkeler —titreşim, enerji ve de negatif ve pozitif unsurların yin-yang dengesi— son derece inanılmaz olan bu modeli oluşturmaktadır.

Buna rağmen evreni zeki bir organizma olarak görmekte güçlük çekiyoruz. Fizikçiler, dönen parçacıkları veya dalgacıkları içeren çekirdeklerin davranışını tanımlamak üzere haritalar çıkardılar; canlı bir organizmadan ziyade matematiksel görünüyorlar, çünkü etten ve kandan oluşan bir organizmanın vıcık vıcık görünmesini bekleriz. Sadece bir mikroskopla bakarsanız organizmayı göremeyebilirsiniz, ancak diğer tarafa, yani evrenin geri kalanına baktığınızda işte buradayız; sanki o elektronlardan birinin üzerinde oturuyor ve hareket ediyormuş gibi. Burada işbaşında bir zekâ olduğu fikrini formüle etmemizin zor olmasının nedenlerinden biri de şu ki tüm görebildiğimiz bir havai fişek gösterisinden ibaret; radyoaktif modern gazın büyük gösterisi. Bilinçli bir inceleme yapmamız mümkün olamadan çok şey ıskalıyoruz ve tasarımın tamamını göremiyoruz. Bu yüzden evreni bir tür mekanizma olarak görme hatasına düşüyoruz ve kendimizi ona tesadüfen gelmiş bir şey olarak kabul ediyoruz. Sadece bir kaza olduğumuzu söyleyerek kendimizi küçümsememiz ne de komik; küçük bir galaksinin kenarında daha küçük bir yıldızın yörüngesinde dönen önemsiz bir kaya parçasında meydana gelen bir tür kimyasal kazayız. Ve bizi umursamayan bir evrende yüzüyoruz. Aynı zamanda, bu sefil küçük kimyasal kaza, küçücük kafasının içindeki tüm engin kozmosun bir görüntüsünü yansıtmaya muktedir ve bunu yaptığının da farkında. Yani boyut olarak küçüğüz, ama kavrayış olarak son derece enginiz. Sizce bu yönlerden hangisi daha önemli? 

Çevremize karşı davranış biçimimizi değiştirmek istiyorsak- örneğin, şu anda yaptığımız gibi onu yok etmeye devam etmemizi önlemek için- teorik bilgiden çok daha fazlasına ihtiyacımız var.

Sembollerle gerçekliği ayırt edemiyoruz, çünkü hepimiz kelimelerin ve sembollerin büyüsüne kapılmışız, hipnotize olmuşuz; teorik bilginin bizi sadece belli bir yere kadar götürebilecek olmasının başlıca nedenlerinden biri de budur.

Vatanını sevmek, onun canlılarını zehirli böcek ilaçları vb. ile öldürmemek, hayta sevgi dolu ve düşünceli bir şekilde yaklaşmak demektir. Dış dünyanın, istediğimiz zaman sömürebileceğimiz bir tür maden kaynağı yığını olmadığını bir türlü idrak edemiyoruz. Eğer yaşamınızı hayvanlara bel bağlayarak sürdürüyorsanız- çoğunun yaptığı gibi- onlara değer vermek akıllınca olacaktır. Dağları dinamitle patlatıyoruz, çünkü dağları canlı olarak görmüyoruz. Yeryüzüne saygı ve hürmetle nasıl davranılması gerektiğini halen öğrenemedik…

Doğaya yönelik Çin ve Japon görüşünde, insan organizması ve çevresi arasında böyle bir düşmanlık duygusu göremezsiniz. Daha ziyade, doğa ile bir olma duygusuna, onunla işbirliği içinde olmaya vurgu yapılmaktadır. Bunun yerine Batı’nın düşünce tarzı, teknolojik ilerlemeyi mümkün olduğunca hızlı ve ileriye götürmek istiyor gibi. Ve bu yaklaşımın sonuçlarını her yerde görmek mümkün gibi…

“Hiç tepesiz düzlük, hiç gidişi olmayan geliş yoktur. Kendini kontrol eden dünyayı kontrol eder.” I CHING, Çinlilerin binlerce yıllık bilgeliğinden süzülerek bugüne gelen bir kehanet kitabı olmaktan öte, aynı zamanda evrendeki tüm şeylerin değişimini ve onların değişim sürecini inceleyen edebi bir kaynaktır. Kadim zamanların Çinlilerine göre Tanrı, evrendeki tüm fiziksel ve matematiksel olayların yaratıcısı ve I CHING ise o sistemin hesap makinesidir. I CHING’de her şey matematiksel olarak ifade edilir, dolayısıyla bir bilim gibidir. Zaten doğada da hiçbir nesne yoktur ki özünde matematiksel bir harika olmasın. I CHING’e göre ruhsal tekâmülün yolu dingin bir ısrarda gizlidir, yumuşaklık ve iyilik kişiye toprak anadan mirastır. Alçakgönüllü yaşama sanatını hayatının merkezine koyanlar mutlak ışığa ulaşırlar. İnsanın hayat ağacındaki yerini belirleyen şey, tavır ve hareketleridir. Herkes içinde olduğu durumun doğasını sezmeli ve kendini onunla uyumlu kılmalıdır. Ermiş insan kararlı adımlarla bir başına yağmur altında yürüyen ve ısrarında yılmayandır. I CHING, kutlu kişinin yolculuğunun rehberidir.

Değişimler Kitabı olarak da bilinen I Ching, Çin’in düşünme biçimlerinin temelini oluşturan eski bir metindir. Kitap, yang ve yin’in iki kuvvetinin göreli dengesi açısından doğanın süreçlerinin bir analizine dayanmaktadır. Belki de “kuvvetler” tam olarak doğru kelime değil, çünkü Taoistler —ve keza Budistler ve Hindular— evreni tek bir enerji sistemi olarak görürler. Hatta “enerji” kelimesi bile en iyi seçim değil, çünkü bu kelime hareket halindeki bir şeyi ifade eder ve hareketsizlikle ilişkisini görmedikçe hareketin farkında olamayız; ya da hareket olmalı ki hareketsizliği algılayabilelim. Bu enerji hareketsizliği temelde her ne ise hiçbir şekilde düşünülemez, tanımlanamaz ya da tartışılamaz, ama yine de deneyimlediğimiz —ve deneyimlemediğimiz— her şeyin temelidir.

Kişinin gerçek benlik duygusu, bu tanımlanamayan veya teşhis edilemeyen tek enerji alanıdır…

Evrenin temel enerjisi herhangi fikirde, bir kavramda, herhangi bir kelimede gurubunda veya bir açıklamada kapsanamaz. Bu enerji tüm sınıflandırmaların ötesindedir. Ona sahip olamazsınız veya onu yakalayamazsınız.

Farkındalığımızda boşluklar var. Örneğin, boşlukları görmezden gelme eğilimindeyiz. Çevremizdeki nesneler veya insanlar ile aramızdaki boşluğun temelde bir hiçlik olduğunu, hiçbir önem taşımadığını düşünüyoruz. Aslında, boşluklar son derece önemlidir. Örneğin, bir melodiyi duymamızı sağlayan şey, notalar arasındaki aralıklar, yani boşluklardır. Sesi duymamızı mümkün kılan hoparlör diyaframı gibi boşluk da her şeyin gerçekleştiği yerdir. Boşluk olmadan hiçbir şey var olamazdı. Yani bir boşluk temelde bu kadar önemli iken biz onu görmezden geliyoruz.

Sadece belirli şeyleri önemli olarak görmek üzere eğitildik. Bu nedenle meditasyon —en azından Budistler ve Taoistler tarafından anlaşıldığı şekliyle— son derece açıklayıcıdır, çünkü farkında olabileceğiniz her türlü şeye değer vermeyi ve onlara bir fiyat koymayı bırakmanıza yardımcı olur. Bir şey hakkında düşünmeyi bıraktığınızda ve onun sadece farkına vardığınızda, aniden her şeyin eşit derecede önemli olduğunu anlarsınız. Bu yaklaşım, daha önce hiç şaşırmadığınız şeylere hayran kalmanızı sağlar, sizi kesinlikle büyüler. Dışarıdaki yağmurun sesini işittiğinizde şimdiye kadar söylenmiş en derin şey kadar önemli duyulur. Ve bir Zen hocasının bir zamanlar söylediği gibi yağmurun sesinin tercümeye ihtiyacı yoktur.

Gezegenimize tekrar tekrar insanlar gelmeye devam ediyor, ama aslında aynı insanlar geri gelmeye devam etmektedir. Aynı şekilde, her yıl yeşeren yapraklar da aslında geri dönen eski yapraklardır. Ölürler, toprak tarafından yeniden emilirler ve sonuçta tekrar ağaca geri dönerler.

Bunu her şey yapar. Her şey sürekli tekrar etmeye devam ediyor, ama arada gelen ve giden boşluklar var. Ve bu boşluklara baktığımızda hiçbir şey görmüyoruz ve bu yüzden dalganın bittiğini, yok olduğunu düşünüyoruz. Ve öldüğümüzde hayatımızın biteceğine ve bunun çok kötü bir şey olduğuna inanıyoruz. Ama gerçekte olduğumuz şey, enerji alanının ta kendisidir ve bu enerji alanı bizden insan yapmaya/üretmeye devam ediyor. Hiç durmadan insan üretiyor. Ve aslında siz insan üretiyorsunuz. Bundan sorumlu başka kim olabilir ki?

Elbette tüm bunlardan sorumlu olduğumuzu kabul edemiyoruz. Bütün oyun, sorumlu biz değilmişiz gibi davranmak üzerine kurulu.

Taoizm’deki wu wie ilkesi “müdahale etmemek” gibi bir anlam taşımaktadır. Ne var ki bazen yanlış bir şekilde “eylemsizlik” olarak da tercüme edilir. Wu wie aslında bir eylem halidir, ancak içinde bulunduğunuz güçlerin alanına göre hareket edersiniz. Belirli bir durumun modelini bildiğinizde ona göre hareket eder ve durumu aşırı derecede zorlamaktan kaçınırsınız. Eğer ahşabı keserken testereyi zorlarsanız kesim pürüzlü hale gelecektir.; bir şeyi sabırsızlıkla kesmeye çalışan insanlar onu çoğunlukla mahvedecektir.

Bu nedenle Taocular herhangi bir şeye müdahale etme konusunda son derece dikkatlidirler; özellikle de siyaset söz konusu olduğunda. Konfüçyüsçü siyaset, hükümdarlık fikrini temel alır; alttakiler tarafından uyulması gereken katı bir hiyerarşik otorite yapısından bahsediyorum. Oysa Tao Te Ching kitabında hükümdarlara verilen Taocu tavsiye, alçakgönüllülüğü, Tao’yu izlemeyi, tahdit uygulamayı, vatandaşlarla yakın ilişkiler kurmayı vb. vurgular. Kitap ayrıca Tao’nun her şeyi ve her insanı sevdiğini, onları onlara hükmetmeden beslediğini/yetiştirdiğini söylemektedir. Taocular için ideal imparator, bir belediye başkanından ziyade bir sıhhi tesisat mühendisi gibidir; geride durur ve göze çarpmaz. İmparatorun bir tür anonim nitelik taşıması gerekir, çünkü Taoistlerin düşüncesine göre en verimli işbirliği ancak insanları bir şeyi yapmaya zorlamak yerine onları işbirliğine davet etmekle mümkündür.

Teknolojik ilerlemelerimizin de gösterdiği üzere Batı’, dünyayı yaşayan bir organizma olarak mı görüyor yoksa bir mekanizma olarak mı?

Mekanik analoji bize belli bir noktaya kadar iyi hizmet etti. Bununla birlikte uzun zamandan beri önemli bir gelişme aşamasındayız ve kuantum fiziği ve biyolojisinde derin keşifler yaptık, ve bu keşifler şunu gösteriyor ki her şeye daha organik bir yolla bakıldığında, işlerin gerçekte nasıl yürüdüğüne dair çok daha net ve yakın bir görüntü elde edilmektedir. Bize en uygun analoji aslında bir süredir kullanılıyor. Neyse ki Taocu bilgelik bugünlerde Batı’da geniş çapta mevcuttur ve artık onu bir dizi ön koşula ihtiyaç duymadan anlıyoruz, çünkü Taoizm aslında bizim için yeni lisanımızı konuşuyor: görelilik, karşılıklı bağımlılık, olan/yaşanan her şeyin karşılıklı olarak iç içe geçmesi.

Bu yeni analoji ve ilişkili lisan, yeni bir uygarlaştırıcı teknoloji biçimini mümkün kılan şeydir. Buna doğallaştırıcı teknoloji de diyebilirsiniz, çünkü mevcut teknolojimizin temelleri sahneye ilk kez düpedüz barbarlık olarak girdi; her ne kadar tamamen çelik ve ışıltılıdan oluşan muazzam bir silah gücüne sahip son derece ehil bir barbarlık olsa da. Bu güçlü/ zorlayıcı teknoloji türü açıkça tercih edilemez, çünkü dünyanın yüzünü hızla kendi görüntüsüne, yani bir makinenin görüntüsüne dönüştürmektedir.

Tüm dünyayı betonla kaplayabiliriz, ancak akıllı teknoloji uzmanları, çok da uzak olmayan bir gelecekte otoyollarımızın modasının geçeceğini, çatlakların arasından çimenlerin büyüyeceğini ve yollarımızın eninde sonunda yok olacağını iyi biliyorlar, çünkü tıpkı böcekler gibi artık havada uçuyor olacağız. Ve tüm tellerimiz ve kablolarımız da aynı şekilde ortadan kalkacak, çünkü onlarsız da elektriği iletebileceğiz. Telefonları da bırakacağız ve tüm mekanik yapı yok olacak, çünkü buna sadece bir adım kalacak, sadece bir sapçık (pedinkül).

Yani tasarladığımız tüm bu teknolojik mekanizmalar, yakında ortadan kaybolacak olan sapçıklardır. Evrenin organik modelini kucaklayan fikirlere ihtiyacımız var. Dünya tek bir bedendir, halen tek olarak çalışan işlev bölümlerine sahip oldukça çeşitlendirilmiş bir sistemdir.

Güçlerin alanı olduğumuzun farkına varmak duyusal bir deneyim olabilir, ancak iki nedenden dolayı tanımlanması ve açıklanması zordur: Birincisi, çok karmaşık; ikincisi ise gerçekliğin zeminini tanımlayamazsınız. Her şeyin sürekliliği bir nesne olarak düşünülemez, çünkü onu sınıflandıramazsınız. O alan olduğunuzu bilmek son derece önemli olsa da o deneyim hakkında gerçekten anlamlı bir şey söyleyemezsiniz. Ancak öte yandan, gerçek kimliğinizi bilmemek sizi çıldırtabilir. Kendinizi tanımlamaya çalışırken ayrıntılara daldığınızda, kendinizi yalnızca bu geçici ve gelişigüzel rolde gördüğünüzde ve bu turda ne yaşanırsa yaşansın sonuçta önemli olmadığını unuttuğunuzda tamamen delirebilirsiniz. Gerçekte, oyundaki güçler alanında kazanan ve kaybeden yoktur.

Öyleyse, içinde yaşadığımız güçler alanı olduğumuzu nasıl bilebiliriz?

Para, zenginliği aktarmamıza yardımcı olurken kelimeler de deneyimleri organize etmemize ve birbirimizle bu konuda iletişim kurmamıza yardımcı olurlar. Bunun da ötesinde, yaşadıklarımızı kelimelerle anlatmaya çalıştığımızda ve başkalarının tecrübelerini kelimelerle anlamaya çalıştığımızda aşılmaz zorluklarla karşılaşırız. İçinde bulunduğumuz güçler alanını anlamak söz konusu olduğunda kelimeler sadece araçlardır.

Kısa bir süre önce Harvard Üniversitesi’nin bazı üyeleri, farklı bilinçlilik durumlarıyla ilgili birtakım ilginç deneyler yürüttüler; ne var ki kelimelere dökülmedikçe hiçbir bilginin akademik olarak saygın olamayacağını söyleyen başka bir profesör tarafından eleştirildiler. Adam beden eğitimi, güzel sanatlar ve müzik bölümlerinde olup bitenler hakkında ne düşünüyor merak ediyorum. Ne yazık ki birçok insan, özellikle de bilimsel ve teknolojik toplulukların üyeleri böyle düşünüyor.

Bu, bizi zekânın doğasına İlişkin daha önceki konuya geri götürüyor. Zekâ açıkça sadece sözel veya sayısal değildir. Gözlerimiz, iç organlarımız ve bir bitkinin organizasyonu açıkça zekidir; çünkü yeterince dikkat eden herkes için açık olmalı. Zekâyı, onu gördüğünüzde hemen tanırsınız. Kelimelerle ifade edilemeyecek bir şey olabilir —tıpkı sinir sisteminin, en bilgili nöroloğun bile kavrayışına meydan okuyan türden şüphesiz zeki bir organizma olması gibi— ama zekâ her zaman kendisini belli eder. Zekâyı hemen tanırız, çünkü büyüleyicidir, ustaca ve harika bir şekilde organize edilmiş ve çok güzeldir. Onu güçler alanında her yerde, doğanın kalıplarında ve bizim gibi insanlarda görürüz.

İşleri halletmenin en iyi yolu, vücudun yaptığıyla aynıdır; o kendini düşünce olmadan düzenler. Bedenin kendi zekası vardır, ama bu ille de lineer veya sözlü bir zeka değildir. Her şeyin aynı anda birlikte gerçekleştiği çok boyutlu, çok değişkenli bir zekadır. Ve eğer kendimizi bu tür bir zekayla yeniden buluşturmazsak başımızın belaya gireceği kesin. O zeka zaten burada. Tek yapmamız gereken, ona bir şans vermektir.

Soyut dünya sembollerden, kelimelerden ve kavramlardan oluşur ve fiziksel evrenle olan ilişkisine benzer. Spiritüel dünyanın ise soyutlamalarla hiçbir ilgisi yoktur; aslında fiziksel gerçeklik ya da maddesel dünya dediğimiz şeye çok daha yakındır. Maddesel şimdiyle iyi bir ilişki kuramayan insanlar, hayatın pratik sanatlarında tamamen yetersiz kalırlar. Çünkü soyutlamalar-miktarlar, para, statü ve semboller-dışında hiçbir şeye karşı gerçek bir sevgi beslemezler. İnsanların kafası sembollerle o kadar karışmış ki sembolün ne anlama geldiğinden ziyade sembolün kendisini istiyorlar.

Dünya, katılık yanılsaması yaratan muhteşem bir titreşim alanıdır…

Alan Watts sözlerine şöyle devam ediyor: Sürekli bir şeylerin peşinden koşuyoruz; sonuç görmek İstiyoruz; istediğimizi düşündüğümüz şey her ne ise ona hemen sahip olmayı arzuluyoruz. Bunun bizi mutlu edeceğine kendimizi bir şekilde inandırmışız. Ne var ki bunların hepsine sahip olsak bile mutlu olamıyoruz. Bizi mutlu etmeleri gerekiyor, ama etmiyorlar. İyi beslenmiyoruz ve mutlu hissetmek adına sürekli yemek yiyoruz, ama mutluluk yerine obezite ve hazımsızlıkla karşı karşıya kalıyoruz.

Baktığımız her yerde, reklamlar bizi hayattaki en önemli şeyin belli bir marka araba, yat veya ev satın almak olduğuna ikna ediyor, ancak bu şeyleri elde edebilsek de bir türlü mutlu olamıyoruz. Sonra nedenini merak ediyoruz ve kendimizi aldatılmış hissediyoruz. Sonra cevaplar aramak üzere bir psikanaliste, bir rahibe ya da bir destek grubuna gidiyoruz ve hepsi bizi farklı bir yönde ikna ediyor, ama yine de her zaman bir şeyler eksikmiş gibi geliyor.

Aslında hiçbir şey eksik değil. Eksik tek bir şey bile yok; tabii ki açlıktan ölmediğiniz ya da soğuktan donmadığınız sürece…

Çocuklarımızı oyuncaklarla yatıştırıyoruz. Bunlar genellikle yetişkinlerin oynadığı şeylerin sahte plastik kopyalarıdır.

Çoğunlukla, nefret ettiğimiz işlerden eve geliyoruz ve zamanımızın çoğunu gerçek bir ilişkimiz olmayan insanlarla geçiriyoruz.

Kadınsal güzellik anlayışımız tamamen Vogue ve Harper’s Bazaar’ın editörlüğünü yapan sürüngenler tarafından üretildi. Maddeye, ağırlığa hacme, sıcaklığa kokuya karşı hiçbir duyarlılığı olmayan bu ideal dış yüzey formlarını oluşturduk.

Gerçek dünyanın parçalandığını ve yok olmaya yüz tuttuğunu ve bu nedenle kötü bir yer olduğunu düşünüyoruz, oysa dünyayı karalamamızın gerçek nedeni, onun ele geçirilemez olmasıdır. Sürekli değişiyor; onu kavrayamıyoruz ve tutacak bir yeri yok. Ama onu spiritüel yapan da budur.

Sadece hafif bir dokunuş yeter. Bırakın dünya parmaklarınızın arasından aksın gitsin. O her zaman akıp gitmeye meyillidir, dolayısıyla akmasına izin verin. Ve ne kadar çok akarsa o kadar çok kalacaktır ve ne kadar çok kalırsa o kadar çok akacaktır; onun işleyişi böyledir. Ona tutunmazsanız her zaman burada olacaktır; ya da eğer tutunursanız her zaman kaçacaktır. Ama hafif bir dokunuş uygularsanız en şoke edici şeyi keşfedebilirsiniz: tam da burada ve şimdide var olan fiziksel dünya, bu kesinlikle somut an, cennetin ta kendisidir. Tanrı ile doğrudan iletişim kurmanın gerçek anlamı budur.

Maddesel keyif arayışı, günümüzde çok ihmal edilen bir sanattır; disiplin, özveri ve beceri gerektiren bir sanattır. Ne yazık ki maddesel keyif arayışı içinde ihmal edildiği bir kültürde yaşıyoruz.

Lao Tzu Tao Te Ching‘de şöyle diyor: “İnsan doğduğunda yumuşak ve esnektir; öldüğünde sert ve katı. Hayvanlar ve bitkiler canlıyken yumuşak ve esnektirler; öldüklerinde ise kırılgan ve kuru. Bu nedenle sertlik ve katılık ölümün, yumuşaklık ve esneklik ise yaşamın yoldaşlarıdır.”

Değişime karşı sert ve dirençli olmak, hayata karşı direnç göstermek, neredeyse hiçbir zaman işe yaramaz. Bu kas gerginliği rahatsız edicidir. Ve bizleri doğru düzgün görmekten alı koyar. Evet, keyif sanatı ilke ilke yaşamla dans etmektir; yaşamla dans edebilmenin-ister herkesle ister tek- sevincini hissedebilenlere sevgiler..

Tam da Olması Gerektiği Gibi, okumayanlara tavsiye okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. 1950’lerden 1970’lere kadar Doğu’nun spiritüel felsefeleri, biz Batılılara kendimizi nasıl algılayacağımız konusunda yeni ve derin yollar sunup gerçekliğin gizemlerini ve insanlığın gelişen kaderini öğrettiler. Ve Alan Watts, halka açık dersleri ve canlı radyo/televizyon konuşmalarıyla ön planda yer alıyor, kim olduğumuza ve nereye gittiğimize dair şaşırtıcı içgörüler sunuyordu. Efsanevi bir dizi seminere dayanan bu kitap, üç büyüleyici alanı aydınlatmaktadır: paraya karşı gerçek zenginlik; daha derin bir maddeciliğin spiritüel yanı; ve teknoloji ve spiritüalizmin bizi evrende daha büyük bir karşılıklı bağlantıya doğru nasıl yönlendirdiği. Kitap boyunca okuyucular, mizahi, ileri görüşlü ve günümüzde her zamankinden daha güncel olan birçok başka temayı keşfedecekler. Olasılık ve öngörülemezlikten doğmuş olan bu çalışma, insanlığa özgürleştirici bir bakış açısı sunuyor. Mükemmel ve “tam da olması gerektiği gibi”‘ dağınık kusurlarına rağmen değil, onlardan dolayı.

Bu kitapta kullanılan revize edilmiş konuşmalar aslen yıllar önce SS Vallejo feribotunda kaydedilmiştir; burası, Alan Watts’ın, California’daki Sausalito şehrinin kuzey ucuna demirlemiş olan evi ve stüdyosuydu. Oğlu Mark, Watts’ın Amerika Birleşik Devletleri’nde verdiği halka açık dersleri yıllardır kaydetmekteydi ve 1972’de bu kayıtlara dayanarak sesli dersler derlemeye başladı. Bu sesli derslerden ilki kasette sunulmuştur, ki bu da onun o dönemde arabalarda ve kasetçalarlarda yaygın bir şekilde dinlenebilmesine izin vermiştir.

Watts 1973’te öldükten sonra Mark, babasının çalışmalarına dayalı dersler geliştirmeye devam etti ve Alan Watts Elektronik Üniversitesi’ni kurdu; projeyi Marin County’dekİ Tamalpais Dağı’nın eteklerinde bir kabinde yürüttü. Mark, ayrıca babasının konuşmaları üzerine kurulan “Love of Wisdom” adlı radyo serisini de yarattı; Watts’ın çalışmalarının çoğunu dijital medyaya dönüştürdü. Ayrıca babasının hayatı hakkında bir Retro medya kolajı oluşturdu: “Neden Şimdi Değil?” Ve yakında çıkacak bir dizi arşiv ve yaratıcı proje üzerinde çalışmaya devam ediyor. Watts’ın, Sounds True tarafından 2017’de yayınlanan Zihninizden Uzaklaşmak adlı eserine benzer şekilde, Tam da Olması Gerektiği Gibi de Robert Lee ile editoryal bir işbirliğidir.

ALAN WATTS, Doğu ve Batı’nın Psikoterapisi, Ruh Dediğin , Kendi Yolumda, Taoizm ve Zen Budizmi’nde Doğa ve İnsan ve Denizi Bulan Balık dahil olmak üzere yirmi beşten fazla kitabın yazarıdır. Nesiller boyunca milyonlar ruhsal arayışçıya ilham vermiştir. Ve kitapları ve kayıtları aracılığıyla bugün de yeni okuyuculara ve dinleyicilere ulaşmakta, onları büyülemeye devam etmektedir. Daha fazla bilgi için alanwatts.org ziyaret edin.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin