“Hastalıkla karşı karşıya kalan birçok insan, çoğu kez şaşırtıcı biçimlerde, neredeyse içgüdüsel bir şekilde ruhsal benliklerini aramaya çıkar…”
— Gabor Mate
Merhaba,
24 Ocak İzmir, hastane ziyareti… Öğleden sonra yapılan radyoloji görüntüleme tetkikleri. Uzun bekleme sürecinde insana dair edindiğim zihin notları. Ardından kalabalığın ve yorgunluğun verdiği hisle açık havada nefes alabilme ihtiyacı. Her adımda tüm heybetiyle karşımda duran ağaçlar ve göğe uzanan dalları. Ne büyük ihtiyaç…
Yürüyüş meditasyonun ardından vardığım nokta… İstinye Park, Penguen kitapevi ve mis kokusuyla raflardan göz kırpan kitaplar. Kadim dostları selamlayarak, uzun zamandır okuma listemde olan kitaplardan biri olan Gabor Mate’nin “Vücudunuz Hayır Diyorsa” adlı eseriyle diğer terapistlerin kitapları. “Vücudunuz Hayır Diyorsa“, stresin, özellikle de çocukluk yıllarımızdan gelen ve özbenliğimizin bir parçası zannedilebilecek kadar derin ve ustaca yerleştirilmiş şartlanmalar sonucunda bilinçsizce yarattığımız gizli streslerin sağlığımız üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.
- Peki stres hastalığa nasıl dönüşür?
- Duygusal stresin bedelleri nelerdir?
- Duygularımızı bastırmak bize neler kaybettirir?
- İçimizdeki bastırma dinamikleri nasıl çalışır?
- İnsanların yaşamlarını şartlandırma biçimleri hastalıklarına nasıl katkı sağlar?
Dr. Gabor zihin ile bedenin aslında nasıl bir bütün oluşturduğunu, hastalarının yaşamöyküleri aracılığıyla ve herkesin anlayabileceği bilimsel veriler ışığında açıklıyor. Zihin ile bedenin etkileşimine, yaşam boyu hastalıkta ve sağlıkta duygularla fizyolojinin ayrılmaz bütünlüğüne dikkat çekerken, multiplskleroz, romatizma, kanser, Alzheimer vaka analizlerinden çarpıcı örnekler sunuyor. Sağlığını geri kazanmak ve korumak isteyen herkes için vazgeçilmez bir okuma. Gabor Mate “Vücudunuz Hayır Diyorsa” adlı eserinden şöyle sesleniyor okuruna:
“Onların yaşadığı acı yüklü deneyimlerden, başkaları da öğrenmeleri gerekeni öğrenebilsin diye, hayat hikayelerini, çektiklerini ve ruhlarını benimle açık yüreklilikle paylaştıkları için bazıları eski hastam olan bazıları yeni tanıştığım birçok kişiye derin bir şükran borçluyum.” –Gabor Mate
Gabor Mate, bu kitapta reçete içermiyor; fakat okurlarına kişisel dönüşümleri için kolaylaştırıcı olmasını umuyor. Reçeteler dışarıdan gelir, dönüşüm ise içeride yaşanır. Her yıl şu ya da bu yönde-fiziksel, duygusal, spiritüel- basit reçeteler öneren bir sürü kitap çıkıyor. Gabor, bunlara bir yenisini eklemek değildi niyetim, diyor. Reçeteler bir şeylerin tamir edilmesi gerektiğini varsayar; dönüşümler ise zaten var olan şifayı- bütünlüğe, tamlığa erme- ortaya çıkarır. Tavsiye ve reçeteler faydalı olabilirse de, bizler açısından daha değerli olan şey kendimize ve zihnimizin ve bedenimizin işleyişine dair bir iç görü geliştirmemizdir. Gerçeğe yönelik arayışın uyandırdığı bir iç görü dönüşümü de beraberinde getirebilir. Bu kitapta bir şifa mesajı arayanlar için, Ünlü fizyolog Walter Cannon’ın telkin ettiği üzere, bedenlerimizde bir bilgelik yatıyor. Umuyorum ki, insanların hepimizde var olan iç bilgelikle aynı eksende buluşmasına yardımcı olur.
“Tarih öncesi okyanuslarda ilk yaşam belirtileri ortaya çıktığından beri, bir canlı ile çevresindeki cansız maddeler arasında, bir canlı ile diğer bir canlı varlık arasında mütemadi bir alış-veriş hüküm sürmektedir,” –Hans Selye “Yaşam Stresi”
Psikolojik dinamiklerimiz, duygusal çevremiz ve fizyolojimiz arasındaki çapraşık ilişkiler dengesini anlamak, esenliğimiz açısından hayati öneme sahiptir. “Tuhaf geliyor olabilir” demiş Selye kitabında “Hücrelerimiz davranışı, örneğin iltihaplanma ile gündelik yaşamdaki davranışımız arasında olası bir ilişki olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. Ben buna katılmıyorum.”
Selye’nin çığır açıcı eserinden bu yana geçen altmış yılda yürütülen bilimsel çalışmalara rağmen, duyguların fizyolojik etkisi hala tam olarak kavranabilmekten çok uzaktır. Sağlık ve hastalığa yönelik tıbbi yaklaşım, beden ile zihin birbirinden ve var oldukları çevreden ayırt edilebildiğini varsaymayı sürdürmektedir. Bu hatanın örtbas edilmesi, dar ve indirgemeci bir stres tanımı getirmektedir.
Yüksek seviyelerde iç stresi çocukluğundan beri alışkanlık haline getirenler için, stresin yokluğu rahatsızlık yaratır, can sıkıntısı ve bir anlamsızlık hissiyatı uyandırır. İnsanlar kendi stres hormonlarına, adrenaline ve kortizole bağımlı hale gelebiliyor, diye bir gözlemde bulunuyor Hans Selye. Bu tür insanlar için stres arzulanır bir duygudur; yokluğu ise kaçınılması gereken bir şey gibi gelir.
İnsanlar kendilerini stresli olarak tanımlarken genellikle- en çok iş, aile, ilişkiler, para veya sağlık alanlarında olmak üzere aşırı talep altında yaşadıkları gergin çalkantıyı kasteder. Fakat asabi bir gerginlik hissi tanımlamaz stresi- ya da, kesin bir dille söylemek gerekirse, insanlar stresli olduğunda bu duygu hep hissedilir zaten. Bizim tanımladığımız anlamda stres, sübjektif bir duygu meselesi değildir. Stres; beyin, hormonlar, bağışıklık sistemi ve diğer pek çok organı da içine alacak şekilde, bedende meydana gelen ölçülebilir ve objektif bir dizi fizyolojik olaydır. Hem hayvanlar hem de insanlar stresi farkına bile varmadan yaşayabilmektedir.
“Stres asabi bir gerginlik değildir” diye açıklıyor Selye, “Stres tepkimeleri, sinir sitemi olmayan tek hücreli hayvanlarda hatta bitkilerde bile olmaktadır… Hatta, derin anestezi altındaki baygın hastalarda ve vücut dışında üreyen hücre kültürlerinde dahi stres oluşabilmektedir.” Keza tamamen ayık durumda olup, bilinçaltındaki kıskacında olan veya bedenlerinin tepkilerini hiç dinlemeyen insanlarda da stersin etkileri hayli yüksek olabilir. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde ve insanlara yönelik çalışmalarda gözler önüne serildiği üzere, stersin fizyolojisi davranışlarda gözle görülebilir etkiler yaratmadan ve sübjektif farkındalık olmaksızın da tetiklenebilmektedir.
Peki öyleyse nedir bu stres?
Selye-kelimeyi günümüzdeki kullanım biçimiyle türeten ve Almanca, Fransızca ve İtalyanca dillerine sırasıyla der stress, le stress ve lo stress kelimelerinin nasıl girdiğini yapay bir gösterişle açıklayan- stersi biyolojik bir süreç, sebebi ne olursa olsun ve sübjektif bir farkındalık bulunsun veya bulunmasın, vücutta meydana gelen çok çeşitli bir dizi olay olarak algılamaktayız. Stres, organizma kendi varlığına veya esenliğine yönelik bir tehdit algıladığında meydana gelen görünür veya görünmez iç değişimlerden oluşmaktadır. Asabi gerginlik bir stres öğesi olmakla birlikte, gerginlik hissetmeden de stresli olunabilir. Öte yandan, fizyolojik stres mekanizmalarını harekete geçirmeden gerginlik hissetmek de mümkündür.
Aşırı stres: bir organizmaya yönelik talepler, o organizmanın makul kapasitesini aştığında meydana gelir. Lastik bant kopar, yay deforme olur. Stres, yanıt olarak verilen iltihap veya yaralanma şeklindeki fiziksel zararla da ortaya çıkabilir. Duygusal travma veya sadece tahayyül seviyesinde kalsa bile, yalnızca travma tehdidiyle de tetiklenebilir. Fizyolojik stres yanıtları, tehdit bilinçdışında olduğunda veya kişi “iyi” strese kapıldığını düşündüğünde bile harekete geçebilir.
Stres deneyiminin üç öğesi bulunur. Birincisi, organizmanın tehdit olarak algıladığı fiziksel veya duygusal olaydır. Buna; stres uyaranı, yani stres kaynağı adı verilir, ikinci öğe, stres kaynağıyla karşılaşan ve bunu kendince yorumlayan işletim sistemidir. İnsanlar açısından bu işletim sistemi başta beyin olmak üzere sinir sistemidir. Son unsur ise, bir tehdit algısına tepki olarak gerçekleşen çeşitli fizyolojik ye davranışsal düzenlemelerden oluşan stres yanıtıdır.
İlk gözümüze çarpan şey, stres kaynağının ona anlam yükleyen işletim sistemine bağlı olmasıdır, Bir depremin yarattığı şok, pek çok organizma açısından doğrudan bir tehdit yaratsa da, bakteriler açısından bu geçerli değildir. İşinden olmak, ailesinin tek geçim kaynağı aylık alınan maaşa bağlı olan bir ücretli çalışan açısından, yüklü bir kıdem tazminatı alan bir yöneticiye kıyasla çok daha stresli bir durumdur.
Aynı derecede önem taşıyan bir başka husus da, stres kaynağıyla karşı karşıya kalan kişinin karakter yapısı ve o anki ruhsal durumudur.
Bir stres kaynağı ile stres yanıtı arasında tekdüze ve evrensel bir ilişki bulunmamaktadır. Her bir stres olayı münferittir ve bugün yaşanmakla birlikte, geçmişten gelen bir tını da barındırır. Stres deneyiminin yoğunluğu ve uzun süreli neticeleri her bir kişiye has birçok faktöre bağlıdır. Her birimiz için stresin tanımı bir kişilik yapısı ve hatta bir kişisel tarih meselesidir.
Selye stresin biyolojisinin bedende üç tür doku veya organı ağırlıklı olarak etkilediğini keşfetmektedir; Hormonal sistemde böbreküstü bezlerinde gözle görülür değişiklikler meydana gelir; bağışıklık sisteminde dalağı, boyunaltı bezi olan timusu ve lenf bezlerini; sindirim sisteminde ise bağırsak duvarını etkiler. Stres sonrası otopsi yapılan farelerde büyümüş böbrek üstü bezleri, küçükmüş lenf organları ve ülserli bağırsaklar gözlenmiştir.
Tüm bu etkiler merkezî sinir sistemi yollarıyla ve hormonlarla üretilmektedir. Vücutta organların, dokuların ve hücreIerin işleyişini etkileyen çözünür kimyasallar olan birçok hormon bulunmaktadır. Herhangi bir kimyasal, organlardan biri tarafından başka bir organın işleyişini etkilemek üzere gizlice dolaşıma sokulduğunda, buna endokrin hormonu adı verilir. Bir tehdit algısı yaşandığında, beyin sapındaki hipotalamus, kafatasının temel kemiklerinde saklı ufak bir endokrin bezi olan hipofiz bezine bir arpa boyu uzaklıkta kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH) salgılar. CRH ile uyarılan hipofiz bezi de adrenokortikotropin hormonu (ACTH) salgılar.
ACTH kanla, böbreklerin üst kısmındaki yağlı dokuda gizli, ufak organlar olan böbreküstü bezlerine taşınır. Burada ACTH, bizzat bir endokrin bezi olarak işlev gören ince bir doku kabuğu olan böbreküstü bezi korteksini etkiler. Bunun üzerine, ACTH ile uyarılan bu bez de, başta kortizol olmak üzere kortikoid hormonları (kortikoid kelimesi “korteks”ten gelir) salgılar. Kortizol vücuttaki hemen her dokuyu —beyinden bağışıklık sistemine, kemiklerden bağırsaklara— şu ya da bu şekilde etkiler. Vücudun tehdit yanıtı geliştirdiği son derece girift fizyolojik dengenin önemli bir parçasını oluşturur. Kortizolün hemen ortaya çıkan etkileri, bağışıklık sistemini güvenli sınırlar içerisinde tutmak için düşürerek, stres tepkisini kırmaktır.
Hipotalamus, hipofiz bezi ve böbreküstü bezleri tarafından oluşturulan fonksiyonel rabıta HPA aksı olarak anılmaktadır. HPA aksı, vücudun stres mekanizmasının merkezini oluşturur. İlerleyen bölümlerde inceleyeceğimiz ‘birçok kronik rahatsızlığa HPA aksının dahil olduğunu göreceğiz. Hipotalamus, duyguların işlendiği beyin merkezleriyle iki yönlü bir iletişim içerisinde olduğundan, duyguların bağışıklık sistemi ve diğer organlar üzerinde en doğrudan etkilerini göstermesi HPA aksı yoluyla olmaktadır.
Stres vücuttaki hemen her dokuyu etkilediğinden ve kapsadığından, bu yüzeysel stres tepkisi tanımı hiç kuşkusuz ki eksik kalmaktadır. Selye’nin dile getirdiği üzere, “Stres yanıtının genel çerçevesi yalnızca beyin ve sinirler, hipofiz, böbreküstü bezleri, böbrek, kan damarları, bağ dokusu, tiroid, karaciğer ve akyuvarları değil; aynı zamanda bunlar arasındaki çok katmanlı ilişki ve etkileşimleri de içine almak durumundadır. Stres, Selye’nin çığır açıcı araştırmasını yaptığı esnada pek bilinmeyen birçok bağışıklık sistemi hücresi ve dokusunu etkilemektedir. Tehdit karşısında derhal verilen tepkisel yanıta; kalp, akciğerler, iskelet kasları ve beyindeki duygu merkezleri de dahil olmaktadır.
İç dengemizi muhafaza edebilmek için bir stres yanıtı geliştirmemiz gerekir. Stres yapıtı herhangi bir şey olabilir. Herhangi bir saldırıya—fiziksel, biyolojik, kimyasal veya psikolojik— tepki olarak veya bilinçli yahut bilinçsiz, her türlü saldırı veya tehdit algısına yanıt olarak harekete geçebilir. Tehdidin özü, bedenin öz dengesinin, yani organizmanın yaşamını ve işlevini sürdürebileceği nispeten dar bir yelpazedeki fizyolojik koşulların dengesinin bozulmasıdır. Savaşmayı veya kaçmayı kolaylaştırmak için kanın iç organlardan kaslara döndürülmesi ve kalbin daha hızlı atması gerekir. Beynin açlık veya cinsel arzuyu unutarak tehdide odaklanması gerekir. Depolanmış enerji ikmalinin şeker molekülleri biçiminde harekete geçirilmesi gerekir. Bağışıklık hücrelerinin faaliyete geçirilmesi gerekir. Adrenalin, kortizol ve diğer stres maddeleri yerine getirmektedir.
Tüm bu fonksiyonların güvenli sınırlar içerisinde tutulması şarttır: Kanda çok fazla şeker bulunması komaya sebep olur; aşırı faal bir bağışıklık sistemi, çok geçmeden zehirli kimyasallar üretir. Dolayısıyla, stres yanıtı yalnızca bedenin tehdide verdiği tepki olarak değil, aynı zamanda tehdit karşısında kendi özdengesini koruma çabası olarak da anlaşılabilir. Uluslararası Sağlık Enstitüleri’nde (ABD) stres üzerine yapılan bir konferansta, araştırmacılar bizzat stresi “bir uyumsuzluk veya özdengenin tehdit altında olması durumu” olarak tanımlamak için tutarlı içsel ortam kavramını kullanmıştır. Bu tanıma göre, stres kaynağı “özdengeyi bozmaya meyleden gerçek veya algısal bir tehdit”tir.
Bütün stres kaynaklarının ortak noktası nedir?
Neticede hepsi organizmanın yaşamını sürdürebilmek için gerekli gördüğü bir şeyin yokluğunu —veya yok olma tehdidini— temsil etmektedir. Gıda temininin yok olması tehdidi büyük bir stres kaynağıdır. Tıpkı —insanlar için— sevginin yok olması tehdidinde olduğu gibi. “Hiç tereddütsüz denebilir ki,” diye yazmış Hans Selye, “insanoğlu için en önemli stres kaynakları duygusal olanlardır.“
Araştırma literatürü evrensel olarak strese yol açan üç faktör tespit etmiştir: belirsizlik, bilgi eksikliği ve kontrol kaybı. Kronik hastalığı bulunan insanların yaşamında bu üç unsurda mevcuttur. Birçok insan kontrolün kendi elinde olduğu yanılmasına kapılabilirse de, yıllar geçtikten sonra kararlarını ve davranışlarını aslında hiç haberdar olmadığı güçlerin yönlendirdiğini fark edecektir. Ben bunu kendi hayatımda gördüm. Bazı insanlar için kontrol yanılsamasını nihayetinde tuzla buz eden şey hastalık olmaktadır.
Yaşamsal olarak hayati öneme sahip fizyolojik bir mekanizma olan stresin bir hastalık sebebi olduğunu öne sürmek paradoksal gelebilir. Görünürdeki bu çelişkiyi çözmek için akut stres ile kronik stres arasında bir ayırım yapmamız gerekebilir. Akut stres, vücudun tehdide karşı verdiği ani, kısa süreli yanıttır. Kronik stres ise, kişi ya tanımadığından ya da kontrol edemediğinden kaçmasının mümkün olmadığı stres kaynaklarına maruz kaldığında, stres mekanizmalarının daha uzun süreler boyunca harekete geçirilmesidir.
Sinir sistemi boşalması, hormon üretimi ve bağışıklık sistemindeki değişiklikler, ani tehlikelerle başa çıkmakta bize yardımcı olan kaç veya savaş tepkilerini oluşturur. Bu biyolojik yanıtlar, doğal olarak tasarlandıkları acil durumlara adapte edilebilir. Fakat aynı stres yanıtları kronik olarak ve çözümsüz biçimde harekete geçirildiğinde, zarar ve hatta kalıcı hasar yaratır. Kronik olarak yüksek olan kortizol seviyeleri dokuya zarar verir. Kronik olarak yüksek olan adrenalin seviyeleri yüksek tansiyona yol açıp kalbe hasar verir.
Kaç veya savaş alarm tepkisi bugün de ilk başta kendisine yüklenen aynı amaç açılımına hizmet etmektedir. Hayatta kalmamızı sağlamak. Fakat gelin görün ki bizler, uyarı sistemimizi oluşturmak üzere tasarlanmış içgüdülerle temasımızı kaybettik. Vücut bir stres yanıtı geliştiriyor fakat zihin, tehdidin farkında bile değil. Sıkıntıyı pek az fark etmemize rağmen fizyolojik olarak stresli durumlara sokuyoruz kendimizi. Selye’nin işaret ettiği üzere, bugün insanların çoğunun yaşamındaki belirgin stres kaynakları- en azından sanayileşmiş dünyada- duygusal nitelik taşıyor. Tıpkı hiçbir yere kaçamayan denek hayvanları gibi, insanlar da sağlığa zararlı yaşam tarzları ve duygusal kalıplar içerisine hapsediyor kendisini. Öyle görünüyor ki, ekonomik kalkınma seviyesi ne kadar yüksek olursa, duygusal gerçekliklerimize karşı daha çok uyutuluyoruz. Bedenimizde ne olup bittiğini artık hissedemiyoruz ve dolayısıyla kendimizi koruyacak şekilde hareket edemiyoruz. Stresin fizyolojisi bedenlerimizi yavaş yavaş tüketiyor; bunun sebebi bedenimizin işe yaramaması değil, bizim onun gönderdiği işaretleri anlamaya artık muktedir olmamamızdır.
Tıpkı stres gibi, duygu da sıklıkla tam anlamını bilmeden başvurduğumuz bir kavram. Ve yine tıpkı stres gibi, duyguların da birçok öğesi var. Psikolog Ross Buck, bizim farkında olma derecemize göre Duygu I, Duygu II ve Duygu III olarak adlandırarak sınıflandırdığı üç duygusal yanıt seviyesi arasında ayrım yapıyor.
Üç Duygusal Yanıt
Duygu III; kendi içinde, sübjektif deneyimdir. Nasıl hissettiğimizdir. Duygu III deneyiminde öfke, neşe veya korku gibi bir duygu haline ve beraberindeki bedensel hislere karşı bilinçli bir farkındalık söz konusudur.
Duygu II; farkında olalım olmayalım, başkaları tarafından göründüğü haliyle duygusal teşhirlerden oluşur. Beden diliyle —“sözlü olmayan işaretler, kişiye özgü tavırlar, ses tonları, jestler, mimikler, kısa dokunuşlar ve hatta olayların zamanlaması ve kelimeler arasındaki duraklamalar” la dışa vurulur. “Genelde katılımcının farkındalığı dışında olacak şekilde, fizyolojik neticeleri de olabilir.” Çevresindekiler tarafından açıkça okunabilse dahi, insanın yansıttığı duygulardan bihaber olması hayli yaygın bir durumdur. Duygu II’deki ifadelerimiz ne okursa olsun, diğer insanları en çok etkileyen unsurdur.
Duygu I, tehdide yanıt olarak kaç veya savaş tepkisi yaratan sinir sistemi boşalması; hormon üretimi ve bağışıklık sistemindeki değişiklikler gibi duygusal uyaranların tetiklediği fizyolojik değişiklikleri içerir. Bu yanıtlar, bilinçli kontrol altında değildir ve dışarıdan doğrudan gözlemlenmesi mümkün değildir. Öylece oluverir. Sübjektif farkındalık veya duygusal ifade olmadan da meydana gelebilir. Akut tehdit durumuna uyan bu stres yanıtları, kişi tehdit algısını yenmek veya bundan kaçınmak amacıyla hiçbir davranış sergilemezken, kronik biçimde tetiklendiğinde, zarar verici olur.
“Özdüzenleme,” diyor Ross Buck, “kısmen, kişinin kendi hisleri ve arzularıyla uygun ve tatmin edici bir şekilde başa çıkabilme becerisi olarak tanımlanan duygusal yeterliğe ulaşmasını içermektedir.” “Cool”un —duygulardan yoksunluk— hâkim etik olduğu, çocuklara sık sık “o kadar duygusal olma” ve “o kadar hassas olma” tavsiyelerinin verildiği ve akılcılığın genellikle duygusallığın yeğlenen antitezi olarak görüldüğü toplumumuzda duygusal yeterlik için gereken dirayetler genelde namevcuttur. Akılcılığın yüceltilen kültürel sembolü, Uzay Yolu’ndaki duygu yoksunu Vulcan karakteri Spock’tur.
Duygusal yeterlik şunları gerektirir:
- Duygularımızı hissetme kapasitesi; ki böylece stres yaşadığımızda bunun farkına varırız.
- Duygularımızı etkili bir şekilde ifade edebilme ve böylece ihtiyaçlarımızı ortaya koyma ve duygusal sınırlarımızın bütünlüğünü koruma becerisi.
- Mevcut duruma ait psikolojik tepkiler ile geçmişin kalıntılarını temsil eden psikolojik tepkiler arasında ayrım yapabilme becerisi. Dünyadan istediğimiz ve talep ettiğimiz şeyin çocukluktan gelen, bilinçaltında yer alan tatmin edilmemiş ihtiyaçları değil, mevcut somut ihtiyaçlarımızı karşılaması gerekir. Geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki ayrımlar bulanıklaşırsa, aslında olmadığı halde kayıp veya kayıp tehdidi algılarız.
- Ve başkalarından kabul veya onay elde etmek adına bastırmak yerine, karşılanması gereken gerçek ihtiyaçların fark edilmesi.
Bu kriterler karşılaşmadığında stres meydana gelir ve o da özdengenin bozulmasına yol açar. Kronik bozulma, sağlığın bozulmasına yol açar.
Bence, iyileşmek için yeniden kazanmamız gereken şey duygusal yeterliliktir…
Meme Kanseri Hastaları
Meme kanseri hastaları sık sık, doktorlarının kendilerine birey olarak veya içerisinde yaşadıkları sosyal ve duygusal bağlama etkin bir ilgi göstermediğini belirtmektedir. Bunun altında yatan sanı, bu faktörlerin hastalığın kökenlerinde veya tedavisinde önemli bir rol oynamadığı şeklindedir. Bu tavır dar bir şekilde tasarlanmış psikolojik araştırmalarla da desteklenmektedir.
British Medical Journal dergisinde çıkan bir makalede meme kanserine yakalanmış iki yüzden fazla kadına yönelik olarak sürdürülen beş yıllık bir çalışma anlatılıyordu; bu çalışmanın amacı, boşanma veya bir yakının ölümü gibi ağır yaşamsal olayların kanserin tekrarlamasını tetikleyip tetiklemediğinin tespit edilmesiydi. Makalenin yazarları “meme kanserine yakalanmış kadınların, stresli deneyimlerin hastalığın geri dönmesine neden olacağından korkmasına yer bulunmadığı” sonucuna varmıştır. Toronto Üniversitesi’nde profesör ve Üniversite Sağlık Ağı bünyesinde kadın meseleleri başkanı olan Doktor Donna Stewart, bu çalışmanın sonuçlarının “anlamlı olduğu” şeklinde bir görüş bildirmiştir.
Doktor Stewart, 2001 yılında Psycho-Oncology dergisinde yayımlanan bir çalışmanın baş yazarıydı. Meme kanseri geçirmiş yaklaşık dört yüz kadına habis tümörlere yol açan şeyin ne olduğuna dair fikirleri sorulmuştur; Yüzde kırk ikisi strese işaret etmiştir — beslenmenin, çevre, genetik ve yaşam tarzı gibi diğer faktörlerden çok daha fazla. “Bence bu sonuç genel olarak toplumda olan biteni yansıtıyor,” diyor Doktor Stewart. “İnsanlar her şeye stresin yol açtığını zannediyor. Stresin sebep olduğuna ilişkin deliller öyle az ki… Öte yandan hormonlar ve genetik yönündeki deliller hayli fazla.”
Ancak Michelle ve stres ile, meme kanserleri arasında yakın bir ilişki bulunduğundan şüphe eden başka birçok kadın bu görüşlerine destek çıkan bilimsel ve klinik anlayışlara da sahiptir. Başka hiçbir kanser türü psikolojik etkiler ile hastalığın başlangıcı arasındaki potansiyel biyolojik bağlantılar açısından bu denli titizlikle araştırılmamıştır. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar ve insanların deneyimlerinden hareketle varılan geniş bir deliller bütünü, kanser hastalarında duygusal stresin memede oluşan habis tümörün başlıca etmenlerinden biri olduğu şeklindeki izlenimini desteklemektedir.
Torontolu araştırmacıların iddia ettiğinin aksine “genetik deliller” çok değildir. Kadınların sadece küçük bir azınlığı meme kanserine karşı yüksek genetik risk altındadır ve meme kanserine yakalanmış kadınların sadece küçük bir azınlığı- yüzde yedi kadarı- bu hastalığı genetik sebeplerle edinmektedir. Genetik yük taşıyanlar bakımından dahi çevresel faktörler etkili olmalıdır, zira meme kanseriyle ilişkilendirilen üç genden birine sahip herkes fiiliyatta habis bir tümör üretiyor diye bir durum asla söz konusu değildir. Meme kanseri teşhisi konmuş kadın ve erkeklerin büyük bir çoğunluğunda kalıtım hiçbir katkı sunmamakta veya pek az bir katkı sunmaktadır.
Hormonlar ve duygular arasında bir ayrım dayatılması yapay bir yaklaşımdır. Hormonların habis tümörlerin aktif tetikleyicisi ve engelleyicisi olduğu tamamen doğru olmakla birlikte, hormonların faaliyetlerinin stresle hiçbir alakası olmadığını söylemek doğru olmaz. Nitekim, duyguların kansere sebebiyet verme yönünde biyolojik hareket yollarının başında hormonların etkisi gelmektedir. Bazı hormonlar- örneğin östrojen- tümörün büyümesini teşvik etmektedir. Diğer bazı hormonlar ise bağışıklık sisteminin habis hücreleri yok etme kapasitesini azaltarak kanser gelişimini artırmaktadır.
Hormon üretimi, psikolojik stresle derin bir etkileşim içerisindedir.
Vücudun hormonal sistemi, duyguların yaşandığı ve yorumlandığı beyin merkeziyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Öte yandan, hormonal düzen ve duygu merkezleri, bağışıklık sistemi ve sinir sistemi ile de karşılıklı ilişki içerisindedir. Bunlar, birbirinden ayrı dört sistem değil, bedeni dış işgallerden ve içsel fizyolojik koşullara ilişkin bozukluklardan koruyan bir birim olarak işlev gösteren yekpare bir süper sistemdir. İster kronik ister akut olsun, stres yüklü bir uyaranın süper sistemin yalnızca bir parçası olarak hareket etmesi imkansızdır. Birinin başına gelen şey hepsini etkileyecektir.
Birçok meme kanseri vakasında, stres saklı ve kroniktir. Hastalık, çocukluk deneyimlerinden, erken dönem duygusal programlanmalardan ve bilinçdışı psikolojik başa çıkma yöntemlerinden kaynaklanır. Kişiyi hastalığa açık hale getirecek şekilde bir ömür boyu birikip durur.
Başta öfke olmak üzere, duygularını bastırma eğilimi gösteren kadınların; yetişkinliklerinde kendilerini besleyen sosyal ilişkiler den yoksun olan kadınların; ve fedakar ve aşırı verici kadınların meme kanserine yakalanmaya daha yatkın olduğunu öne sürmektedir.
Meme kanseri hastalarının yüzde bir kadarı erkektir. Bu erkeklerin duygusal geçmişleri aynı hastalığa yakalanmış kadınlarınkine benzemektedir.
“Kanser Kişiliği” diye bir şey var mı?
Kansere yakalanan kişilerde kanser olmayan kişilere oranla gözlenmesi daha muhtemel bir karakter özellikleri bütünü olan “C Tipi” kişilik kavramı ilk kez bağlantılı olarak ortaya atılmıştır. A Tipi bireyler “öfkeli, gergin, agresif, kontrolü elden bırakmayan” insanlar olarak görülmektedir ve kalp hastalığına daha meyillidirler. B Tipi duygularını kontrolsüz duygusal patlamalara kapılmadan ve kendisini kaybetmeden yaşayabilen ve ifade edebilen dengeli insanları betimler. C Tipi kişilikler ise “aşırı yardımsever, sabırlı, pasif, iddiacı olmayan ve kabulcü” olarak tanımlanmaktadır. “C Tipi bireyler, kalender ve cana yakın görünebilme açısından B Tipine benzeyebilir, fakat … B Tipi öfke, korku, üzüntü ve diğer duyguları kolaylıkla ifade edebilirken, C Tipi bireyler, kanaatimizce, başta öfke olmak üzere ‘negatif duyguları gizler veya bastırırken, güçlü ve mutlu bir görüntü çizmeye gayret ederler.”
- Kişinin başa çıkma tarzını hastalığın başlamasından önceki hayatında tepki gösterme biçimini yansıtmayabilecek bir şekilde etkileyerek, kişiliğinde değişiklik yaratan şey bizzat hastalığın kendisi olabilir miydi?
Melanom hastalarında fizyolojik stres yanıtlarını inceleyen araştırmacılar şu kaydı düşmüştür:
“İnsanlara bir hastalık teşhisi konduğunda -ister kanser olsun, ister kalp rahatsızlığı— normalde stresle başa çıkmakta kullandıkları yolları hemencecik değiştirmez veya derhal yeni davranış biçimleri geliştirmezler… Stres altında, insanlar genellikle mevcut yardım kaynaklarını ve savunma biçimlerini harekete geçirirler.”
Psikolojik sıkıntılar habis cilt lezyonlarına nasıl dönüşüyor?
Melanom tümörlerinin sayısının vücudun güneş ışığına maruz kalmayan yerlerinde artmasında muhtemelen hormonal faktörler rol oynamaktadır. Araştırmacılar hormonların pigment üreten hücreleri aşırı uyarıyor olabileceğini öne sürmektedir.
Duygusal bastırma mekanizması da tek başına tüm habis melanom vakalarının sebebi sayılamaz, zira duygularını bastıran herkes melanoma veya başka kanser türüne yakalanmaz. Bu üç birleşimi ölümcül bir sonuç yaratma potansiyeli taşımaktadır.
Herhangi bir kişilik türünün kansere yol açtığını söylemek mümkün olmamakla birlikte, birtakım karakter özellikleri fizyolojik stres yaratma ihtimali daha fazla olduğundan kesinlikle riski artırmaktadır. Bastırma, hayır diyememe ve kişinin kendi öfkesinin farkında olmaması, kişinin duygularının ifade edilmediği, ihtiyaçlarının görmezden gelindiği ve nezaketinin suistimal edildiği durumlarla karşı karşıya kalmasını daha muhtemel kılmaktadır. Bunlar, kişi stres yaşadığının farkında olsun olmasın, stresi tetikleyen durumlardır. Yıllar içerisinde tekrarlanarak ve çoğalarak, vücut dengesine [homeostazi] ve bağışıklık sistemine zarar verme potansiyeli yaratırlar. Bir vücudun fizyolojik denge ve bağışıklık savunmalarını zayıflatarak, hastalığa kapı aralayan veya direnç gücünü azaltan şey, başlı başına kişilik değil strestir.
Yani, karakter özellikleri ile hastalık arasındaki bağlantı fizyolojik strestir. Birtakım özellikler- başa çıkma tarzları olarak da bilinen- kronik stres ihtimalini artırarak hastalık riskini çoğaltmaktadır. Bu özelliklerin hepsinde var olan şey, duygusal iletişim konusunda zayıf bir kapasitedir. İnsanların duygularını etkili bir şekilde ifade etmeyi öğrenmesi engellendiğinde, duygusal deneyimler zarar verme potansiyeli taşıyan biyolojik olaylara dönüşür. Söz konusu öğrenme çocuklukta gerçekleşir- veya gerçekleşmesi engellenir.
İnsanların nasıl büyüdüğü kendi bedenleri ve zihinleriyle ilişkilerini şekillendirir. Çocukluğun duygusal ortamı doğuştan gelen mizaçla etkileşim içerisine girerek karakter özelliklerini oluşturur. Karakter dediğimiz şeyin büyük bir kısmı sabit bir özellikler bütünü değil, kişinin çocukluğunda edindiği başa çıkma mekanizmalarıdır sadece. Kişinin çevresiyle hiçbir ilgisi olmaksızın kök salmış, doğasında var olan bir karakteristiği ile varlığını sürdürmek için geliştirdiği davranış biçimleri olan çevreye verdiği yanıt arasında önemli bir ayrım bulunmaktadır.
Hastalık, rahatsız edici bir durumdur. İnsanın sağlıklıyken çok da farkında olmadığı yaşamsal önemdeki fizyolojik ve psikolojik süreçlerine ciddi bir darbe vurur. Özellikle de kronik hastalığı olan biri, vücudunun sınırlarını bu hastalık yoluyla fark etmeye başlar. Eskilerin bilgeliğine dayanan sezgiler ve öğretiler, fiziksel rahatsızlıkları kişinin kişilik yapısıyla, psikolojik durumuyla, özellikle de stresle ilişkilendirir. Oysa modern tıp, söz konusu zihin ve beden olduğunda, kişinin hastalık başlamadan önceki duygusal şartlarını veya bunların hastalığın seyrini ve nihai durumunu nasıl etkilediğini gözden kaçırabilmektedir.
Vücudunuz Hayır Diyorsa, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Vücudunuz Hayır Diyorsa” (When the Body Says No) Gabor Maté’nin sadece bir tıp kitabı değil—günümüzde bedenin ruhsal ve duygusal yükleri nasıl taşıdığını anlatan bir yaşayan manifesto.
Eserinin Günümüz İçin Önemi Nedir?
- Stresin ve bastırılmış duyguların bedensel etkisi
- Maté, kronik hastalıkların sadece genetik ya da fiziksel değil, duygusal bastırma ve hayır diyememe gibi davranış kalıplarıyla da ilişkili olduğunu savunur.
- Günümüzde artan otoimmün hastalıklar, kanser vakaları ve stres kaynaklı rahatsızlıklar, bu yaklaşımı daha da güncel kılar.
- Çocukluk travmalarının izleri
- Kitap, erken yaşta yaşanan duygusal ihmalin, ilerleyen yıllarda bedenin “hayır” demesiyle sonuçlanabileceğini gösterir.
- Bu, psikolojiyle ilgilenen bireyler kadar, sağlık çalışanları ve ruhsal rehberler için de önemli bir farkındalık alanı oluşturur.
- Geleneksel tıbbın ötesine geçiş
- Maté, sadece semptomları değil, kişinin yaşam hikâyesini dinlemeyi önerir. Bu yaklaşım, bütüncül tıp ve enerji çalışmalarıyla örtüşür.
- Günümüzde hastalıkla karşılaşan birçok insan, içgüdüsel olarak ruhsal benliğini aramaya başlıyor.
- Hayır diyememe ve sınır koyamama
- Özellikle kadınlar, bakım verenler ve duygusal yük taşıyan bireyler için bu tema çok güncel.
- Kitap, “uslu olmak” ile “kendini bastırmak” arasındaki farkı göstererek, bireyin kendi sınırlarını tanımasını teşvik eder
Gabor Maté Hayatı ve Kariyeri
(d. 6 Ocak 1944), Kanadalı doktor. Aile hekimliği geçmişine sahiptir ve çocukluk gelişimi, travma ve otoimmün hastalık, kanser, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB)[ve bağımlılıklar dahil olmak üzere fiziksel ve zihinsel sağlık üzerindeki potansiyel yaşam boyu etkilere özel bir ilgisi vardır.
Maté’nin bağımlılığa yaklaşımı, hastalarının yaşadığı travmaya odaklanıyor ve iyileşmelerinde bunu ele almaya çalışıyor. Maté, In the Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters with Addiction (Aç Hayaletler Diyarında: Bağımlılıkla Yakın Karşılaşmalar) adlı kitabında, madde kullanım bozukluğu olan kişilerin yaşadığı travma türlerini ve bu bozuklukların daha sonraki yaşamlarında karar vermelerini nasıl etkilediğini tartışıyor.
DEHB, stres, gelişim psikolojisi ve bağımlılık gibi konuları araştıran beş kitap yazmıştır. Vancouver Sun ve The Globe and Mail için düzenli bir köşe yazarıdır.
Yazarlar sizi okumaya çalışıyorum davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın