“Bilim her şeyden önce, dünya hakkındaki yeni düşünme tarzlarından etkilenen bir arayıştır. Bilimin gücü, içerdiği kesinlikten kaynaklanmaz; aksine, cehaletimizin büyüklüğü hususunda giderek artan bir şuurdan kaynaklanır. Bizi, bildiğimiz şeylerden hiç durmadan şüphelenmeye ve böylece devamlı öğrenmeye iten bir şuurdur. Bilgisel araştırma, kesinliklerden beslenmez; Kesinliklerin radikal biçimde mevcut olmamasından beslenir… “
— Carlo Rovelli
Merhaba,
Bütün uygarlıklar, dünyanın üstteki Gökkubbe’den ve alternatif Arz’dan oluştuğunu düşündü. Arz’ın altında, düşmesin diye sonsuzca yine Arz bulunsa gerekir; ya da bazı Asya efsanelerinde olduğu gibi bir filin üstüne yerleşmiş koskoca bir kaplumbağa; veyahut da İncil’de bahsettiği gibi dev sütunlar. Bu dünya tasavvuru; Mısır, Çin, Maya kadim Hindistan, Afrika yerlileri, İncil’in İbrani geleneği, kadim Babil uygarlıkları ve de izleri günümüze ulaşmış bütün diğer kültürlerce paylaşılmaktadır.
Biri hariç; Yunan uygarlığı. Daha başlangıçta Yunanlar, Arz’ı, uzayda asılı bir çakıl taşı gibi tasavvur ediyordu: Arz’ın altında ne sonsuzca Arz, ne kaplumbağa, ne de sütunlar vardır; üstümüzde gördüğümüz Gökkubbe’nin aynısı vardır. Yunanlar Arz’ın uzayda yüzdüğünü nasıl keşfetti?Arz’ın ayaklarımızın altındaki sürekliliğini nasıl keşfetti? Bunu kim ve nasıl kavradı?
Bu dev adımı atan kişi, kitabın başrol oyuncusudur: Anaksimandros, günümüz Türkiye’sinin batı kıyısında yer alan Yunan Milet kentinde yirmi altı asır önce doğdu. Muhakkak ki sadece bu keşfi bile Anaksimandros’u dev bir düşünür kılmaya yeter. Ama onun mirası daha da engindir. Anaksimandros fiziğin, coğrafyanın, meteorolojik olayların incelenmesinin ve biyolojinin önünü açmıştır. Bu geniş katkılarının ötesinde, dünya tasavvurumuzu yeniden düşünme sürecine başlangıç teşkil etmiştir. Apaçık kabul edilen şeylere başkaldırı üstünde temellenen bilgisel araştırma tarzı. Bu açıdan bakıldığında Anaksimandros hiç tartışmasız, bilimsel düşüncenin babalarından biridir.
“Dünyayı yeniden icat etme” yönündeki bu çaba, bilimsel bilgi arayışının asli bir veçhesi ise, bu durumda serüven Newton’un senteziyle veya Galilei’nin öncü deneyleriyle yahut da İskenderiye astronomisinin ilk matematiksel modelleriyle başlamamıştır. Çok daha erken, insanlık tarihinin ilk büyük “bilimsel devrimi” diye adlandırılmaya uygun düşen olayla başlamıştır: Anaksimandros devrimi.
Bununla birlikte, Anaksimandros’un düşünce tarihindeki önemi, büyük oranda gereğince kıymetlendirilmemiştir. Bunun birçok nedeni vardır. Antikçağ’da, Anaksimandros’un metodolojik iddiası, uzun bir olgunlaşma sürecinden ve çok sayıda rota değişikliğinden sonra bizim bugün itibariyle birikimine eriştiğimiz bu verimli sonuçları henüz ortaya koyamıyordu. Plinius (Tam adıyla, Gaius Plinius Secundus, Romalı entelektüel, düşünür, doğa bilgini, amiral ve devlet adamı) gibi daha “bilimsel” bir hassasiyete sahip kimi yazarların onun kadrini bilmesine rağmen Anaksimandros sıklıkla, meselâ Aristoteles tarafından, kesin olmadığına hükmedilen ve alternatif kültürel akımların göğsünü gere gere mücadele ettiği natüralist bir yaklaşımı öven biri gibi değerlendirilmiştir
Bilimin cevapları, nihaî cevaplar olduklarından dolayı muteber değildir; bilgilerimizin tarihinin belirli bir anında bulabildiğimiz en iyi cevaplar olduklarından mutebeidir. Şurası muhakkaktır ki cevaplar, onları nihaîymiş gibi değerlendirmeme hususundaki farkındalığımızdan dolayı daha iyilerine dönüşmeye devam etmektedir.
Bu bakımdan, Newton’cı bilimin üç asrı, çok sık düşünüldüğü gibi “Bilim”in kendisiyle bir tutulamaz. O üç asır, büyük bir başarının uğrağında, bilimin yolu üstündeki bir konaklama anından daha fazla bir şey değildir. Newton fiziğini sorgulama konusu yaparak Einstein dünyanın işleyişinin nasıl olduğunu anlama imkânını temelinden sarsmadı. Aksine, o yola yeniden koyuldu: Maxwell’in, Newton’ın, Kopernik’in, Batlamyus’un, Hipparkos’un ve Anaksimandros’un yoluna. Onu durmaksızın daha iyi kılmak adına, dünya tasavvurumuzun temellerini durmaksızın yeniden tartışma konusu yapmak.
İrili ufaklı sayısız başka isimle birlikte bu kişiler tarafından atılmış her adım, bizim dünya tasavvurumuzu derinlemesine etkilemiştir ve bazen de “dünya tasavvuru” kavramının anlamını değiştirme noktasına kadar varmıştır. Burada söz konusu olan şey, itibarî bakış açılarının değişimi değildir; birbirlerini art arda aydınlık kılan şeylerin sayılıp tüketilemeyen zenginliğindeki çarkın değişimidir. Her adım, bize dünyayı azıcık daha iyi anlatan yeni bir realite haritasını önümüze serer.
Anaksimandros hakkında konuşmak, aynı zamanda, Rovelli için bir fizikçi olarak, kuantum çekimi uzmanı olarak çalışma alanını meydana getiren Einstein tarafından başlatılan bilimsel devrimin anlamı üzerine derinlemesine düşünmektir.
Kuantum çekimi, çağdaş teorik fiziğin tam kalbinde açık duran bir sorundur. Onu çözmek için, muhtemelen, uzay ve zaman kavramlarımızın derinlemesine değişmesi zorunludur. Anaksimandros dünyayı dönüştürmüştür: Yukarıda Gökkubbe ve aşağıdaki Arz olan bir kapalı kutuyu, Arz’ın içinde yüzdüğü açık bir uzay haline getirmiştir. Kütleçekiminin nicel ifadesinin uzay ve zaman kavramlarında gerektirdiği dönüşümleri kavrama işinin üstesinden gelmeyi sadece dünyanın bunca dönüşümünün- mucizevi de olsalar- nasıl mümkün olduğunu ve onların niçin “doğru” olduğunu aklımızda tutarak ümit edebiliriz.
Plinius’un kelimeleriyle söylendiğinde, Anaksimandros “doğanın kapılarını” açarak gerçekten de devasa bir çatışma başlatmıştır: Derinden farklı olan iki bilgi türü arasındaki çatışma. Biri, merak üstünde, kesinliklere karşı başkaldırı üstünde, yani değişim üstünde temellenen, dünya hakkındaki yeni bir bilgi; diğeriyse baskın, esasen mistik- dini ve büyük oranda yapısı gereği tartışılamaz olan kesinliklere dayalı düşünce. Bu çatışma, asırdan asıra birinin zaferi ile diğerinin yenilgisi şeklinde değişerek uygarlık tarihini kateder.
Bu iki rakip düşünce formunun engin bir bir-arada- mevcudiyet formuna kavuşur gibi göründüğü bir dönemin ardından bugün için söz konusu çatışma yeniden başlıyora benzer. Hayli farklı siyasal ve kültürel kökenden gelen çok sayıda ses, irrasyonalizm ve dini düşüncenin önceliği şarkısını yeniden söylüyor. Fransa şimdilik, A.B.D., Hindistan, İslam ülkeleri ya da İtalya gibi birbirinden hayli farklı ülkeleri istila eden bu büyük dalgaya kısmen mesafeli kalmayı bildi; ama Fransa’da da rasyonel düşünceye güven halk nezdinde aşınıyor ve ülke dünyanın bi bölümünde gözlemlediğimiz “dine geri dönüş”ten yakasını kurtaramayacak gibi.
Pozitif düşünce ile mistik- dini düşünce arasındaki bu yeni cepheleşme, bizi neredeyse Aydınlanma Çağı’nın kavgalarına geri götürmekte. Restleşmeleri çözüme bağlamak için belki de bir kez daha geçmiş on yıl veya dört asır öncesine dönmek yetersiz kalır. Zaman basamaklarının asırlardan ziyade bin yılarla ölçüldüğü ve belki de insan uygarlığının ta kendisinin ağır ilerleyişiyle ve onun kavramsal, toplumsal ve siyasal teşkilatlanışının yapısıyla ilgili daha derin bir karşıtlık söz konusudur.
İyonya kıyılarından, bundan yirmi altı asır önce biri çıkıp bilgiye yeni bir yol ve insanlığa da yeni bir bulvar açtı. Milattan önce altıncı asırla aramızdaki sis perdesi kalındır ve onu bu devasa devrimi kesin bir biçimde atfedilmek için, bir kişi olarak Anaksimandros hakkında çok az şey biliyor.
Carlo Rovelli şöyle diyor:
Türkiye kıyılarında başlamış olan ve bizim hala yaşamakta olduğumuz bu olağanüstü devrimdir; onun açmış olduğu ve hala hararetli olan tartışmadır.
- Dünyada kültürel iklim nasıldı?
- Bilgi ne kadar geniştir?
Bu konuda kesin bir fikir oluşturmak güçtür. Kendine has bir şekilde bol ifadeli olan takip eden asırlardan farklı olarak altıncı asırdan bize nispeten daha az tanıklık intikal etmiştir. Daha Anaksimandros’un zamanında, İncil’in genişçe bir bölümü (Tesniye muhtemelen o yıllarda yazılmıştı), Mısır’ın Ölüler Kitabı, Peter Le Renouf, Gılgamış Destanı, Mahabharata, İlyada, Odysseia– hayalleri ve delilikleriyle birlikte, insanlığın kendini övdüğü ihtişamlı ve büyüklenmeci tarihler- ve benzeri büyük nazım eserler gibi günümüze uzanan bazı büyük kitaplar yazılmıştı.
Yazı üç bin yıldır kullanılıyordu. Kanunlar, uçsuz bucaksız imparatorluğundaki her şehre yerleştirttiği görkemli bazalt bloklar üstüne kanunlarını kazıtan Babil’in altıncı kralı Hammurabi’den beri, yani en azından on iki asırdan beri yazıya geçiriliyordu. O bloklardan biri Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Söz konusu blogu gidip görmenin uyandırdığı heyecana kapılmamak güçtür.
- Ya bilimsel bilgi?
Mısır’da ve yine Babil’de sonuçları ve uygulamalarından kalan tarihsel bilgi sayesinde haberdar olduğumuz temel matematik gelişmişti. Mısır’da yazı öğrenen gençlere, örneğin, belirli orantılara göre, alacaklılar arasında kesirler halinde tahıl çuvalları bölme problemlerinin nasıl çözüleceği öğretiliyordu. Bir sayıyı 2’ye, 3’e, 4’e ve 5’e bölme yöntemleri biliniyordu ama 7’ye bölme yöntemi bilinmiyordu. Şayet eldeki problemin çözümü 7’ye bölmeyi gerektiriyorsa, problemi başka terimlerle yeniden formüle etmek zorunluydu. Bir çemberin yarıçapına göre çevresini hesaplamak için, bugün “pi” diye adlandırılan sabit sayı (3,14…) kullanıyordu. Mısırlılar kenarları 3:4:5 bağıntısına sahip üçgenlerin bir dik açısı olduğunu biliyordu. Matematikte bu bilgi düzeyinin günümüz eğitim sisteminde beşinci veya altıncı sınıf seviyesindeki bir matematik formasyonuna tekabül ettiği. “Babil’de matematiğin olağanüstü gelişimi”nden sık sık söz edilir.
Mısır’daki, Bâbil’deki, Kudüs’teki, Girit’teki, Mykonos’taki yahut da Çin’deki veya Meksika’daki bilgiler, büyük kraliyet veya imparatorluk saraylarında yoğunlaşmıştı. İlk büyük uygarlıkların temel siyasal teşkilatlanma biçimi monarşiydi, yani iktidarın merkezde toplanması. Altıncı asır için şu mübalâğasız söylenebilir: Büyük monarşiler, büyük uygarlıklardır. Yasa, ticaret, yazı, bilgi, din, siyasal yapı… Bunların hepsi kraliyet ve imparatorluk saraylarında serpilip gelişir. Uygarlığın gelişimine olanak veren de işte bu monarşik yapıdır. Toplumsal ilişkilerin karmaşıklaşması için zorunlu olan istikrarı ve güvenliği monarşik yapı sağlar. Ne var ki bu istikrar -günümüzde de olduğu gibi (Yazarın bununla kastı, muhtemelen 11 Eylül faciası)- insanları büyük facialardan vareste tutmaya yetmez.
Bâbil sarayı, tahıl fiyatları, doğal afetler, astronomik veriler, güneş ya da ay tutulmaları, gezegenlerin konumları gibi -bilimin gelecekteki gelişimi bakımından tayin edici bir inisiyatifle- önemli ya da dikkate değer olayların kaydını tutar. Sekiz asır sonra, Roma İmparatorluğu’nda Batlamyus verilerden belirli bir güvenle hâlâ yararlanabilecektir. Hatta, gezegenlerin konumlarına dair Bâbil’in bütün evrakına erişememekten müştekidir. Batlamyus her hâlükârda, Nabonassar’ın hükümdarlığı döneminde, milâttan önce 747 yılı civarında, Anaksimandros’tan bir asır önce derlenmiş bir tutulma tablosuna sahiptir ve bu tarihi de astronomik hesaplamalarına “sıfır yılı” olarak seçecektir.
Astronomik verilerin kaydının tutulması daha da eskidir. Günümüze intikal etmiş bir çiviyazısı tableti, Ammissaduqa’nın milâttan önce 1600 yılı civarındaki (Anaksimandros’tan bin yıl önce) hükümdarlığı boyunca birçok yılı kapsayan bir dönemde Venüs’ün konumunu -doğru bir şekilde- tespit eder.
- Bu antik astronomi üstünde bir an durmak yerinde olacaktır, çünkü geleceğin bilimiyle sıkı bir bağlantısı vardır. Bu veriler Babilliler için ne anlam taşıyordu?
- Veriler neden kaydedildi?
- Bâbil’de niçin gökyüzüyle meşgul olunuyordu?
Bu soruları cevaplamak zor değildir: Sebep, günümüze intikal etmiş olan sayısız tablette açıkça yazılıdır. Bir yandan, insanlar bazı göksel fenomenlerde düzenlilik bulunduğunu dikkate alıyordu ve bundan istifade ediyordu. Diğer yandansa, göksel fenomenlerle insanî fenomenleri çabucak ilişkilendirmeye çalışıyordu. Bu iki veçheyi birbirinden ayıralım.
Güneş’in ve yıldızların gökyüzünde birbirlerine göre hareketi, günümüzdeki vasat bir üniversite profesörünün sahip olacağından çok daha üstün bir açıklıkla asırlardan beridir anlaşılıyordu. Meselâ, Hesiodos yılın hangi anında olduğumuzu bilmek için, yani takvim gününü bilmek için, şafak sökümünde doğuda hangi takımyıldızının bulunduğunu gözlemlemenin kâfi geldiğine açık açık referans yapar. Sadece bunu bile pek az üniversite profesörünün bildiği kanısındayım. Akdeniz iklimi, kırsal hayat tarzına, senelik ritimleri hayli titizlikle takip etmeyi dayatır; ama, ne takvimi ne de günlük gazetesi olan insanlar için bu hiç de kolay bir iş değildir. Gökyüzü ve yıldızlar bu meselelere basit bir çözüm sunar; insanlar asırlardır gökyüzü ile yıldızların farkındadır ve onlara dair bilgi de yaygındır.
Öyle ki Hesiodos İşler ve Günlür’de şu güzel satırları yazmıştır:
Büyükayı takımyıldızı Okyanus’un kutsal dalgalarından sıyrılıp doğduğunda ve gece karanlığı çöker çökmez ilk o parladığında […] sonra, ilkbahar henüz gelmişken figân eden kırlangıç, sabahı insanların gözlerine yeniden gösterir. Kırlangıcın gelişini gören bağını budamaya başlar: Bu en uygun zamandır.
Ve:
Orion [Avcı takımyıldızı] ve Sirius gökyüzünde yükselip tepeye vardığında ve bir gülün yanından çıkan dalcıkları andıran kolları Kutupyıldızı’na baktığında, ey Perses! O zaman bütün üzümleri toplayıp evine götür; on gün on gece güneşe ser. Sonra da beş gün karanlıkta sakla ve altıncı gün bu armağanları neşeli Dionysos’a adak adayarak çömleklere kapat. Pleiades’ler [Süreyya takımyıldızı], Hyades’ler [Boğa yıldız kümesi] ve hiddetli Orion gözden kaybolunca da ekim-dikim vaktinin geldiğini hatırla. Böylece bütün yıl hep bağ bahçe işiyle dolu geçsin.
(Şiirde seslenilen Perses, Hesiodos’un kardeşidir).
ve yine:
Tehlikelerle dolu deniz seferlerine çıkma arzusu ruhunu ele geçirirse, hiddetli Orion’dan kaçan Pleiades’lerin Okyanus’un karanlığına dalıp gözden kaybolduğu dönemden kork; o dönemde bütün rüzgârlar deli gibi eser.
Velhasıl Hesiodos’a göre, insanın hangi ayda olduğunu bilmesi için yıldızları gözlemlemesinin kâfi geleceği âşikârdır: Büyükayı takımyıldızının akşamleyin denizin üstünde belirmesi (bahar), Orion takımyıldızının ve Sirius yıldızının zirvedeki konumu (güz başlangıcı), Süreyya takımyıldızının son tanyeri (güzün sonu, kışın başlangıcı). Tekvîn’de de yazıldığı gibi, yıldızlar dördüncü günde, “işaretler olarak yararlanılsın diye” yaratılmıştır.
İnsanların takatsizliğini Sirius yıldızına bu şekilde affetmek, lâfzî anlamında mı okunmalıdır, yoksa burada Sirius yaz mevsiminin ta kendisinden başka hiçbir şeyi belirtmez mi, bunları bilmek zordur. Böyle bir ayrım bu bağlamda muhtemelen yerinde olmaz. Hesiodos Sirius ne zaman (yani yazın) gökyüzünde en tepedeyse, insanların o zaman takatsiz olduğunu (başka herhangi bir nedensel teoriyle uğraşmaksızın) bildirmektedir, Biz de meselâ, gözümüzden uyku akmasının nedeninin, günün falan saati değil de yenilen öğle yemeği olabileceğini göz önünde bulundurmaksızın şöyle diyebiliriz: “Öğle ertesi insanda uyku yapar.”
Bu nokta bizi, ‘antik astronominin ikinci ve daha önemli olan kuralına götürür: Göksel fenomenler ile beşerî fenomenleri ilişkilendirme çabası. Nedensel etki ile zamansal örtüşme [denk düşme] arasındaki ayrım ister gözetilsin ister gözetilmesin ve de bu ayrım milattan önce altıncı asırda manidar olsun veya olmasın, göksel fenomenler ile beşeri fenomenler arasındaki ilişki Antikçağ’ın ya başından beri öne sürülmektedir. Babil’e yeniden dönersek, mesela Analsimandros’tan on asır daha yaşlı bir Sümer tabletinde şu okunur:
Ayın on beşinci günü, Venüs kayboldu. Üç gün boyunca gökyüzünde görünmedi. Sonra, on birinci ayın on sekizinci günü doğuda yeniden belirdi. Yerden yeni memba suları fışkırdı, Tanrı Adad yağmurlar gönderdi, Tanrıça Ea seller gönderdi.
Göksel bir olay ile yeryüzündeki bir olayın böyle eşleştirilerek takdimi, günümüze intikal etmiş olan ve gökyüzünden bahseden çiviyazısı metinlerde hemen hemen değişmez bir kalıptır. İşte örneğin, gökyüzünde şafak vakti güneşin belirmesini yorumlayan, “Enuma Anu Enlil” diye anılan tabletin çevirisi:
Nisannu ayında [Bâbil takviminin, Mart-Nisan ayları civarındaki ilk ayı] tan ağarmasında Güneş kana belenmiş görünürse ve Ay da soğuksa, o zaman ülkede isyan dinmeyecektir ve Tanrı Adad bir katliamı kışkırtacaktır. Nisannu ayında şafak kana belenmiş görünürse, ülkede çarpışmalar vardır. Nisannu ayının ilk günü şafak kana belenmiş görünürse, pek çok sertlik olacaktır ve insan eti yenecektir. Nisannu ayının ilk günü şafak kana belenmiş görünürse ve Ay da soğuksa, kral ölecektir ve ülkede kavgalar olacaktır. Şayet bu durum Nisannu ayının ikinci günü ortaya çıkarsa kralın bir subayı ölecektir ve ülkede kavgalar devam edecektir. Şayet durum Nisannu ayının üçüncü günü ortaya çıkarsa, bir tutulma olacaktır.
Bütün Babil dokümanlarında, astronomik verilerin gezegenlerin konumunun, tutulmaların,; savaşlar, sel baskınları, hükümdarın ölümü gibi insanlığı doğrudan ilgilendiren olaylarla bağlantılı olduğu inancıyla ilişkilendirildiği açıkça görünmektedir.
Günümüzde hâlâ insanların çoğunda, hatta, en üst seviyede sorumluluk taşıyanlar da dâhil olmak üzere gezegenimizin eğitim seviyesi en yüksek ülkelerinde revaçta olan bir inançtır söz konusu olan; apaçıktır ki bu tam anlamıyla hatalı bir inançtır.
Demek ki Bâbil’de gökyüzü hakkında veriler biriktirilmiş ve göksel olayların kendi arasındaki ilişkiler kadar, o olaylar ile beşerî çıkarları ilgilendiren hadiseler arasında düzenlilikler ve ilişkiler aranmıştır. Bâbil kadar, Anaksimandros’un zamanında da bir tutulmayı belirli bir yanılma payıyla önceden söylemek imkân dâhilindeydi; yahut da en azından, Güneş tutulmaları konusunda, bir tutulmanın muhtemelen olacağı günleri önceden görmek. Doğrusunu söylemek gerekirse bu, tutulmaların tekrarlanmasındaki apaçık düzenliliğe dikkat gösterildiği andan itibaren çok zor bir iş değildir. Zeki ve bu meseleyle ilgili bir kimsenin, elindeki veriler ışığında, söz konusu düzenliliği keşfetmesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Yunanlar, Anaksimandros’un ustası Thales’i bir (Güneş) tutulmasını önceden bildirişiyle ve böyle bir şeyi nasıl başardığını hiç kimsenin anlamayışıyla hayret ve hayranlık içinde anlatır. Thales’in Babil Sarayı’na bir seyahat gerçekleştirmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Çin astronomisinin bize öğrettiği şey, göksel fenomenlere yoğunlaşmış, asırlar boyu da süren ve siyasal iktidar tarafından azami destek verilen bir dikkat, sadece zorunlu olarak modern bilime (Kopernik’in, Kepler’in, Galilei’nin, Newton’ın durumundaki bir bilime) götürememekle kalmaz, aynı zamanda ne etkili ne kesin (Batlamyus’un ki gibi) öngörülerde bulunan bir matematiksel teorinin gelişimine ne de Dünya’nın yapısını anlamada dikkate değer bir öncü adıma (Anaksimandros gibi) götürür. Aynı şekilde kadim Mezopotamya uygarlıklarının göksel fenomenlere yönelik ilgisi de kesinlikle sürekliydi ve destek görüyordu; ama altında yatan ve onları yeryüzündeki olaylara tamamen hatalı global bir yorumlamayla isabetliliği çok az olan verilen bir derlemesi olmaktan öteye gidemez.
Dünya nasıl doğmuştur ve neden mamüldür? Hesiodos’un buna Tanrıların Doğuşu‘ndaki cevabı şöyledir:
Bidayette Khaos vardı, sonra da geniş göğüslü Gaia, karlı Olympos’un zirvesinde oturan Ölümsüzler’in hepsinin kökeni; ardından, Arz’ın altındaki dehlizlerde bulunan karanlık Tartaros; nihayet, Eros, tanrıların en güzeli, ruhları yumuşatan ve bütün tanrılarla bütün insanların kalbini çalarak onların bilgece iradesini yenen Eros.
Gaia önce başı yıldızlarla taçlanmış Uranüs’ü doğurdu ve o her yeri kaplasın diye onu kendi azametine lâyık ve de mutlu tanrıların daima sakince oturacağı bir yer kıldı: Gaia derin oyukları olan tepelerde oturan tanrısal peri kızlarının zarif inziva alanlarını yarattı. Hemen ardından da zevk gözyaşları akıtmadan, kabaran dalgalarıyla iç deniz olan Pontus’u doğurdu; sonra da Uranüs ile çiftleşerek dipsiz girdaplarıyla Okyanus’u ve de Koios’u, Hyperion’u, lapetos’u, Theia’yı, Rheia’yı, Mnemosyne’yi, altın saçlı Phoibe’yi ve sevimli Tethys’i doğurdu, Gaia’nın sonuncu ve en kötü çocuğu düzenbaz Satürn’dü.
Ve böyle harikulâde sürüp gider.
Dünyanın kökeni hakkındaki bu öyküleme, diğer bütün uygarlıklarda mevcut olan çok sayıda başka anlatıya hayli benzer. İşte, Bâbil’de yeni yıl kutlamasının dördüncü günü söylendiği hâliyle (Ninova’da, Ashurbanipal Sarayı’nda bulunmuş, milâttan önce on ikinci asırda -Hesiodos’tan beş yüz sene önce- üretilmiş çiviyazısı tabletlerdeki) Enuma Elish‘e göre dünyanın yaratılışının başlangıcı:
Yükseklerdeki göğün henüz adı yoktu,
Aşağıdaki anakaranın adı yoktu,
Sadece ilk dölleyen köken Apsu (tatlı sular) ve her şeyi doğuracak ilk döllenen köken Tiamat (tuzlu sular),
Bütün sularını bir
Ne sazlıklar gürleşmişti henüz,
Ne kamışlar fark edilebiliyordu.
Tanrıların ne ismi ne cismi vardı ne de kaderleri belliydi.
O sırada Apsu’dan ve Tiamat’tan; taze çamurun içinde, Lahmu ve Lahamu türedi ve onların adı telâffuz edildi. Onlar büyür büyümez soylarını sürdüren Anshar ile Kishar’ı doğurdu.
Ufukların henüz bitişik olduğu gök ile yer, çamur ile bulut birbirinden ayrılsın diye, birbirinden uzaklaştı.
Uzun günler geçirdiler, seneleri birbirine eklediler, tâ ki ilk oğulları Anu, boş gökyüzü doğuncaya ve atalarıyla rekabete girişinceye dek.
Ve takip eden yüzlerce dizesi de böyle devam eder. Enuma Elish’in (Babil yaradılış efsanesi), Hesiodos’un dizeleriyle uyuşumu apaçıktır. Günümüze kadar ulaşmış bütün metinlerle kıyaslandığında, düşünce dünyaya bu efsanelerde benzersiz bir düzen verir. Ve insan, dünyadaki olayların sorumluluğunu, tanrıların veya her hâlükârda doğaüstü olan şeylerin kudretine atfeder.
Tanrıların tarihî efsaneleri, antik metinlerin neredeyse her yerini doldurur. Bütün büyük anlatılarda sahici kimseler gibi eylemde bulunan tanrılar, dünyanın tasvir edilişinin ana iskeletidir; monarşik iktidarı meşru göstermeye zemin teşkil etmişler, onunla özdeşleşmişler ve hem kişisel hem de kolektif kararlarda müracaat edilmişlerdir; sonuç itibariyle, kanunun güvencesi olmuşlardır. Uluhiyetin[tanrısallığın] bu merkeziliği, bütün antik uygarlıklarda ortaktır. Tanrılar ya da “ilahi olan”, en azından günümüze intikal etmiş yazılı kaynaklar göz önünde bulundurulduğunda, bizzat uygarlık bakımından mutlak surette kurucu bir rol oynar.
- Niçin? İnsanlık, tanrıların bu denli tayin edici bir rol oynadığı bu tuhaf düşünce yapısını nasıl yaratmış ve paylaşmıştır?
Bunlar, uygarlığın ne olduğunu anlamak bakımından-merkezi- bizim cevaplayabilmekten uzak olduğumuz- sorulardır. Bununla birlikte, politeizmin tanrılarının antik düşüncenin ve dünyanın açıklanması bakımından temel unsurlar olarak merkeziliği ve evrenselliği tartışılmaz.
Herodot Milet’i “İyonya’nın mücevheri” diye adlandırır…
Milet, Yunan kolonisi oluşundan çok daha eskidir. Şehir Hitit Kralı II. Mursili’nin iktidar yıllarında Millawanda olarak anılıyordu; milâttan önce 1320 yılında şehir Arzava’lı Uhhaziti’nin isyanına destek vermiş ve Mursili misilleme olarak generalleri Mala-Ziti’ye ve Gulla’ya şehri yerle bir etme emrini vermiştir. Bu tahrip etme eyleminden geriye kalanlar modern arkeoloji tarafından gün ışığına çıkarılmıştır. Milet sonra Hititler tarafından, muhtemelen Yunan saldırılarına karşı orayı savunmak amacıyla güçlendirildi, ama değişik istilâcılar tarafından çeşitli kereler yeniden tahrip edildi.
Herodot Yunan Milet’in milâttan önce 1050 civarında, Atina Kralı Kodros’un ikinci oğlu Neleus tarafından kurulduğunu anlatır. Neleus ve adamları Milet’in erkeklerini katleder ve kadınlarıyla evlenir. Ama, daha sekizinci asrın sonlarında, Neleus’un oğulları Amphyteos ile Leodamos arasındaki mücadelenin ardından Milet monarşisinin sonu gelir. Amphyteos, Leodamos’u öldürtür ve iktidarı zorla ele geçirir. Leodamos’un sürgün edilen oğlu kendisine eşlik eden bir grupla Milet’e geri gelir ve Amphyteos’u bulup öldürür, Ama, barış yeniden tesis edilince monarşi otoritesini kaybeder. Şehir ahalisi bir kanun koyucu seçer: “Muvakkaten diktatör” Epimeneis.
Demek ki Milet, Atina’yı veya daha sonraki çağlarda ünlü Roma’yı çağrıştıran karmaşık bir siyasal sürece sahne oldu: Aristokrasi tarafından kovulan bir kral, sonra da kendisiyle zanaatkâr-çiftçi sınıfı arasında arabulucu rolü oynayan zengin tüccar sınıfı tarafından sıkıntıya sokulan bir aristokrasi. O süreç boyunca, “zenginler” kesimiyle “çalışan” kesim arasında mücadelenin ana hattını meydana getirdiği uzun siyasal çekişmeler devam eder.
Bu siyasal karmaşıklık, yeni Yunan kültürünü, doğudaki krallıklardan derinlemesine farklılaştıran ve kesinlikle de o kültürün sahne teşkil ettiği entelektüel devrimin tam kalbinde yer alan ana özelliktir. Anaksimandros’un doğumunun yirmi yıl öncesinde, milâttan önce 630’da iktidar, şehri gücünün doruk noktasına çıkararak onun tarihinde önemli rol oynayan Thrasyboulos’un -muhtemelen halkın da desteğiyle- tekeline girmişti.
Demek ki milâttan önce altıncı asrın başında, Anaksimandros doğduğunda, Milet serpilip gelişen bir şehirdi. Yunan dünyasının önemli limanlarından biriydi, belki de en önemlisiydi ve yüz bin kadar nüfusuyla Anadolu’daki en kalabalık Yunan şehriydi. Esasen Karadeniz kıyılarına dağılmış düzinelerce koloniden oluşan küçük, ama stratejik bir denizci imparatorluk üstünde egemenliğe sahipti. Kadim Plinius, Milet tarafından kurulmuş doksan koloninin adını anar. Günümüz İtalya’sı ve Fransa’sı sınırları içinde kalan bölgelerde de başka iyonya kolonileri mevcuttu. Milet, İskit kolonilerinden (Ukrayna) gelen buğday, yapı tomruğu, tuzlu balık, demir, kurşun, gümüş, altın, ipek, keten, kökboyası, tuz, baharat ve deri ticareti yapıyordu. Naukratis’ten gelen Mısır ve Ortadoğu kervanları tuz, papirüs, fil dişi ve parfüm getiriyordu. Milet pişmiş kilden çanak çömlek, savaş gereçleri, yağ, mobilya, dokuma, balık, incir, şarap üretiyor ve dışarıya satıyordu. Milet kumaşları bilhassa nam salmıştı.
Milet’in Mısır’daki ticarî uğrağı Naukratis, Anaksimandros’un doğumundan on yıl önce, yaklaşık milâttan önce 620’de kurulmuştu. Doğrusu, antik Mısır uygarlıklarıyla temas noktaları eksik değildi. Mısır’ın etkisi, özellikle mimarîde hissedilir: İlk büyük Yunan tapınakları bu tarihlerde inşa edilmiştir ve gerek teknik gerekse stilistik plânda doğrudan Mısır etkisi altındadır [Naddaf, 2003].
Koloniler ve ticaret yolları sadece zenginlik kaynağı değildir, aynı zamanda çeşitli halkların rastlaşma, farklı fikirleri ve kanaatleri keşfetme noktasıdır da. Milet, Akdeniz ve Ortadoğu dünyasının bütünüyle, ekonomik ve kültürel temas hâlindedir. Ekonominin gelişimiyle birlikte genişleyen şey, dünyaya dair kavrayıştır [Lloyd 1979, Naddaf 2003]
Demek ki Milet zengindi, özgürdü, Lidya tehdidine karşı kendini yalnız başına savunabilecek güçteydi. Muhtemelen, güneyden gelen kültürel etkilere en açık Yunan şehriydi. Ama büyük Mezopotamya ve Mısır şehirlerinden farklı olarak Milet’te ne saray ne de güçlü bir ruhban sınıfı vardı. Milet’te yaşayanlar, kozmopolit bir kültür, hararetli bir ekonomik faaliyet merkezinde özgürdü ve bilhassa da olağanüstü bir sanatsal, siyasal, kültürel verimliliğe tanıklık ediyorlardı. Özetle, Milet “ilk hakikî hümanizm”in caneviydi [Farrington, 1978].
Ölümünden birkaç ay önce Anaksimandros Milet’in, Asur İmparatorluğu’nun çöküşüyle yayılması kolaylaşmış olan büyük Pers İmparatorluğu’nun egemenliğine girdiğini görür. Kısa zaman sonra, milâttan önce 494’te, İmparatorluğa karşı girişilen başarısız bir isyanı takiben şehir Persler tarafından yağmalandı ve tamamen tahrip edildi; şehirde yaşayanların çoğu köleleştirilmek üzere İran Körfezi’ne götürüldü. Bu da, antik Yunanistan’da Milet’in kültürel önceliğinin sonu oldu.
Ama, beşinci asrın ortalarında, şehirciliğin dâhi babası olan büyük mimar Hippodamos tarafından yeniden inşa edilen Milet şehri küllerinden yeniden doğar. Muhteşem Milet Açıkhava Tiyatrosu (sonradan Roma döneminde büyütülmüştür) gibi bugün hayranlıkla bakılan en eski arkeolojik kalıntılar, Anaksimandros’un yaşadığı asrı takip eden Hippodamos dönemine aittir.
1907’de Berlin’deki Bergama Müzesi’ne parçaları taşınmış ve 1928’de o müzede yeniden kurulmuş ünlü Milet Pazar Kapısı çok daha geç döneme aittir: Roma dönemine ait bu yapı, İmparatorluk yönetiminde şehrin yeniden kavuştuğu ihtişama tanıklık eder.
Anaksimandros muhakkak ki Milet’te önemli bir yurttaştı. Bir kaynak kişi (Aelius) Anaksimandros ta, Milet’in bir kolonisi olan Amphipolis’li kafası olduğunu nakleder. Yunan geleneğinde “Yedi Bilge’den biri olarak tanınan Thales, Anaksimandros’tan kısa zaman önce yaşamıştır. Bu iki filozofun birbirini tanımadığını varsaymak saçma olur. Ama bir okulum/ekolün varlığından emin değiliz: Milet’te bilgi aktarımının ve yayılmasının nasıl gerçekleştirildiği konusunda elimizde yeterli veri yoktur.
Antik kaynaklar Anaksimandros’un, orada gün dönümlerini ve ekinoksları saptamak için bir güneş saati çemberi yapacağı Isparta’ya seyahatinden söz eder. Cicero dahası, Anaksimandros’un Sparta’da bir depremi önceden haber vererek çok sayıda insanın hayatını kurtardığını nakleder. Bu son öykü olası görünmemektedir, ama elimizdeki veriler, tanınmış ve değer verilen bir seyyah portresi çizmektedir. Muhtelif yazarlar, Anaksimandros’un Naukratis üstünden Mısır’a seyahat ettiği görüşünü savunur.
Anaksimandros “Doğa Üzerine” başlıklı mensur [düzyazı] bir kitap kaleme aldı. Kayıp olan bu metinden geriye maalesef Aristoteles’in Fiziğine Şehr‘inde alıntı yaptığı tek bir paragraf kalmıştır:
Her şey kökenini birbirinde bulur ve birbirinde yok olur, zorunlulukla. Her şey birbiriyle adil kılınır, ve gayriadilliği birbiriyle dengeler, zamanın düzenine uygun olarak.
Görünen odu ki, Aristoteles’in meşhur kitaplığında Anaksimandros’un kitabı vardı. Öyle ki Anaksimandros’un düşüncesi, Aristoteles’in öğrencisi olan ve onun ardından Peripatetik Ekol’ün başına geçen Theophrastos’un felsefe tarihinde bütün ayrıntılarıyla sunulur.
Miletli Anaksimandros ya da Bilimsel Düşüncenin Doğuşu, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bu fikirleri içeren düşünce çerçevesinin somutlaştırılması zordur. Gerard Nattaf, Anaksimandros’un genel hedefinin, doğal şeyler kadar toplumsal şeylerin de tarihini tâ başlangıcından kendi zamanına kadar, rasyonel ye natüralist bir bakış açısıyla açıklamak ve kurgulamak olduğu görüşünü savunur. Naddaf bunun, kozmogonik efsanelerin de amacı olduğunu ekler.
Anaksimandros kendini, yeni natüralist bakış açıları geliştirip yöntemini derinlemesine bir şekilde yenileyerek bu gelenek içinde konumlandırır.
Anaksimandros’un araştırmalarına yön veren saik hangisi olursa olsun, onun fikirlerinin ve ulaştığı sonuçların bütününü, modern bilim anlamında tastamam bir bilimsel corpus’a benzeş kılamayacağımız açıktır. Bugün “bilim” diye adlandırdığımız bazı aslî veçheler Anaksimandros’un araştırmalarında noksandır. Bu aslî veçhelerin en önemli ikisini anmak yetecektir:
Doğal fenomenlerin altında yatan matematiksel yasaların araştırılmasına Anaksimandros’ta hiç rastlanmaz. Bu araştırma, Anaksimandros’tan sonraki nesillerde, Pisagor’un okulunda ortaya çıkacaktır ve sonraki asırlarda İskenderiye biliminin devasa sonuçlarına ve özellikle de Hipparkos ile Batlamyus astronomisi olan matematiksel fiziğin “katedrali”ne kadar gelişerek gelecektir.
Aynı şekilde, deney yapma fikrine de rastlanmaz; yani, doğayı kavramak için uygun gözlemlere ve ölçümlere dönük yapay fiziksel durumlar oluşturmak. Avrupa biliminin gür çiçeklenişinin temel taşlarından biri olan bu fikrin olgunlukla etekemiğe bürünüşünü görmek için, iki bin yıl sonraki Galilei’nin çalışmalarını beklemek gerekecektir.
Anaksimandros’un düşüncesiyle modern bilimsel düşünce arasındaki farklılıkların bu dökümü uzar gider: Anaksimandros, tek bir bakımdan değil, birçok bakımdan arkaiktir.
Bununla birlikte, onun arkaikliği, onun yaklaşımının -ve de bilimin sonraki gelişimi üzerindeki önemli etkisinin- derinlemesine yenilikçi şümulünü göz ardı etmemizi gerektirmez. Anaksimandros’un katkılarını ve onların ne anlama geldiğini -arkaik Yunan kültür tarihini inceleyen bir tarihçiye göründüğü hâliyle değil, günümüz bilim insanına göründüğü hâliyle- daha ayrıntılı olarak incelemek gerekiyor.
Hippolyte’in bildirdiğine göre:
Anaksimandros yağmurun, yerden güneşin etkisiyle yükselen su buharından kaynaklandığını savunur. Aetius ve Seneca ise şunu belirtir:
Gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, kasırga ve tayfun, Anaksimandros’a göre bu fenomenlerin hepsi rüzgârdan doğar.
Ya rüzgâr nedir? Aetius devam eder:
Anaksimandros’a göre rüzgâr, en ince ve en nemli parçacıkları, Güneş’in etkisiyle harekete geçen ve karışım hâline gelen bir hava akımıdır.
Ammien Marcellin, Anaksimandros’un deprem açıklamasını şöyle nakleder:
Kendi bakış açısından Anaksimandros [depremlerin nedeninin] çok sıcak geçen bir yazın veya durmadan yağan yağmurların ardından toprakta çepeçevre oluşan ve ardından da toprağı temellerine kadar sarsan bu büyük çatlakların ve derin yarıkların içine çekilen rüzgârlar olduğu iddiasındadır; bu da, korkunç deprem fenomeninin aşırı bir kuruma ya da nemlenme dönemine denk gelişini açıklar.
Başka çok sayıda kaynakta da böyle devam edip gider.
Bu fikirleri Yunan kültürünün genel bağlamına yerleştirirsek, söz konusu düşüncelerde Yunan dünyasının evvelce dinsel anlatılarda açıklanan atmosferik fenomenlere özel bir dikkatinin teyidini bulabiliriz. Fiziksel doğaya dair tam bir bilinçle karakterize olan, meteorolojik fenomenlere ilişkin çağdaş bilgiler ışığında Anaksimandros’un bu düşüncelerini okursak, bu fikirler bize, belirli fenomenleri açıklamayı deneyen ve yer yer hatalı (deprem, çok yağmur yağdı ya da hava çok sıcak oldu diye meydana gelmez), yer yerse şaşırtıcı derecede doğru (yağmurun kaynağı, gerçekten de buharlaşan deniz suyudur) olan naif girişimler biçiminde görünür.
Bu okumaların ikisi de birbirinden miyoptur, çünkü şu aslî olguyu göz önünde bulundurmazlar: Anaksimandros’tan önceki dönemlerden günümüze ulaşmış gerek Yunanca gerekse başka dillerdeki bütün metinlerde, yağmur, gök gürültüsü, deprem ve rüzgâr gibi doğa fenomenleri, ilâhî varlıklara atfedilen nice kavranamayan gücün tezahürü gibi, her zaman ve sırfmistik-dinî terimlerle açıklanıyordu.
Yağmur Zeus’tan, rüzgâr Eol’den, dalgalar Poseidon’dan gelir. Milâttan önce altıncı asırdan önce, bu fenomenlerin tanrıların iradesinden bağımsız biçimde, nasıl doğal nedenlerin sonucu olduğunu açıklamaya dair bir teşebbüsün emaresine rastlanmaz.
İnsanlık tarihinin belirli bir noktasında, bu fenomenleri, onların birbiriyle ilişkilerini, ortaya çıkışlarını, tanrıların kaprislerine havale etmeden kavrama fikri doğdu. Bu dönemeç, (m.ö.) altıncı asır Yunan düşüncesinde gerçekleşir ve onun önderliği, Kadimler tarafından neredeyse oybirliğiyle Miletli Anaksimandros’a bağlanır.
Bu entelektüel alt-üst oluşa lâyık olduğundan az değer biçilmesinin iki nedeni var.
Bir yandan, her ne kadar antik yazarlar Anaksimandros’un fikirlerinden ayrıntılı ve onun düşüncesine belirli bir ölçüde sadık kalarak bahsetse de, fenomenlerin natüralist açıklanışı antik kültürde kesinlikten çok yoksun kalır. Yunan bilimi, Güneş’in, Ay’ın ve gezegenlerin hareketi gibi astronomik fenomenlere ilişkin Anaksimandros’un analizi sayesinde parlak bir başarı yakalar; statiği ve optiği derinlemesine aydınlatır, bilimsel tıbbın temellerini atar, vs. Ama, meteorolojik fenomenler gibi karmaşık fiziksel fenomenler için sağlam açıklamalarda bulunmak söz konusu olduğunda, onun analizi hayli güçsüz kalır. Bu nedenledir ki antik yazarlar Anaksimandros’un natüralist iddiasını, söz konusu fenomenleri kavramada muteber ve üzerine mutabık kalınacak bir çözüm gibi değil, akla yakın bir hipotez gibi değerlendirmiştir. Bu husus, önceki sayfalarda alıntıladığımız pasajların Işığında zaten apaçıktır: Hiçbiri Anaksimandros için, meselâ yağmur suyunun yerdeki suyun buharlaşmasından geldiğini “kavramıştır” demez; “savunur” der. Diğer bir deyişle, antik dönemde Anaksimandros’un natüralist iddiasının geçerli olup olmadığı kesin bir dille söylenmemiştir.
Buna karşılık, Anaksimandros’un çağımızdaki yorumcuları atmosferik fenomenler ile onların doğal nedenleri arasındaki ilişkiyi kusursuz bir biçimde apaçık bir genel kaide olarak değerlendirir; öyle ki hipotezi dayanak alan dev kavramsal sıçramayı bile kayda değer görmezler yahut da çok nadiren kaydederler.
Anaksimandros’un göre dünya tarihinde pratikte, doğaüstü olanın izi yoktur. Dünyadaki şeyler, yine dünyadaki şeylerle açıklanır: Ateş, sıcaklık, soğukluk, hava, toprak. Açıklayan şeyler de dünyaya ait şeylerdir: Güneş, Ay, yıldızlar, deniz ve kara- yoksa, Zeus’un otoritesi değil!
Anaksimandros’un dünya tarihi rahatlıkla, modern kozmolojinin bize öğrettiği “big bang”in tarihinin belirsiz biraz bulanık bir versiyonu gibi görünebilecektir.
Ama bu benzerliği, Anaksimandros’un gizemli öngörü yeteneğiyle karıştırmamak gerektiği de hayli önemlidir. Söz konusu olan, bu yeteneği değildir; belirli bir metodolojik iddiadır: Dünyadaki şeyleri, dünyadaki şeylerin terimleriyle bir açıklama sistemi. Gerçekten de devrimci bu metodolojik iddia, daha sonraları modern bilimin omurgası olacaktır. Benzerlik ne rastlantısal ne de esrarengizdir. Biz, sadece, Anaksimandros’un -kendine has bir etkililik sergileyen- metodolojik iddiasını [Graham 2006] açıp sermekteyiz.
Anaksimandros hayatın kaynağını deniz olarak görür. İlkokul sıralarından hatırlayın, su çevrimini de ilk kavrayan kişi Miletli Anaksimandros’dur.
Ortaçağ Avrupa’sında Arz’ın düz olduğuna inanıldığı, yaygın bir kanıdır. Bu söylentiye göre; Kristof Kolomb batıya doğru dümen tutan bir gemiyle yolculuk ederek Çin’e ulaşmayı hedeflediği sırada, bu projenin saçma olduğunu beyan eden İspanyol okumuşların direnciyle karşı karşıya kalacaktır, çünkü onlara göre Arz düzdür.
Bu söylenti tamamen temelsizdir. Kolomb’dan iki asır önce yazılmış Ortaçağ bilgilerinin bir özeti olan İlahi Komedya‘da Dante büyük bir grafik becerisiyle çok açıkça yuvarlak bir Arz tasviri çizer. Ortaçağ’da kimse Arz’ın düz olduğunu düşünmüyordu. Örneğin, Aziz Augustine Arz’ın yuvarlaklığından bir an bile kuşku duymaksızın, antipodlarda insan olma ihtimalinin bulunmadığına inanılır. Aziz Thomas Summa Theologice‘nin ilk satırlarında, Arz’ın yuvarlaklığından açıkça söz eder. Arz’ın düz olduğundan bahseden neredeyse hiçbir Ortaçağ metni yoktur…
Yunan dünyası Aristoteles zamanından beri Arz’ın yuvarlaklığı zaten büyük oranda kaniydi: Yunan dünyasının bu fikrin lehine öne sürdüğü kanıtlar, onları okuma üzerine düşünme zahmetine giren sağduyu sahibi herkes için doğrudur ve ikna edicidir. Eğer hala edicidir. Eğer hala kuşkular kalırsa, bunun kanıtının berrak, nihai ve tam bir versiyonunu bulmak için Barlamyus’un Almageste‘inin ilk bölümünü okumak kafidir.
Anaksimandros’un silindirik formundan küreye ve sonra elipsoid’e, sonra da armut formuna, günümüzdeyse düzensizlik gösteren formlara geçiş, gezegenimizin formuna dair niceliksel bilginin rafine bir hale gelmesiyle ilişkilidir, kavramsal devrimle değil.
Buna karşılık, Arz’ın uzayda yüzen bir çakıl taşı olduğunun, hiçbir şeyin üzerinde durmadığının, altında da üstümüzdekiyle aynı göğün bulunduğunun kavranması, işte bu devasa bir kavramsal sıçramadır. Ve bu, Anaksimandros’un katkısıdır.
Carlo Rovelli, uzmanlığı kuantum çekimi olan bir fizikçi ve öğretim üyesidir. Bir yandan da bilim tarihi ve felsefesi alanında çalışmakta ve dersler vermektedir. Rovelli’nin geliştirdiği “termik zaman” hipotezine göre zaman, temel teori düzeyinde var olan bir şey değildir; zaman yalnızca termodinamik bir bağlamda ortaya çıkar ve akış hâlinde olduğu da bir yanılsamadır.
Rovelli bu kitabında, ülkemiz toprakları üstündeki Milet’te 2.600 yıl önce yaşayan Anaksimandros’un düşüncelerini inceliyor. Bunu yaparken kadim bilgenin yaşadığı dönemi tasvir etmekle yetinmiyor, Anaksimandros’u düşünce tarihinin önceki ve sonraki dönemleriyle de ilişkilendiriyor. Böylece okuru, Bâbil, İskenderiye, Çin gibi uygarlıkların kültürleri ve düşünce geleneklerinden Batlamyus’a, Galilei’ye, Newton’a, Heisenberg’e ve Einstein’a uzanan tadına doyulmaz bir bilim tarihi gezintisine çıkarıyor.
Açık ve anlaşılır üslubuyla, sadece bilim tarihi ile felsefesini değil, astronomiyi, kozmolojiyi, antropolojiyi, arkeolojiyi, dilbilimi, din felsefesini, kısacası doğa ve kültür üzerine sistematik ve eleştirel düşünmeyi çok sevdiren bir kitap…
Yazarlar sizi okumaya çalışıyorum davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın