İnsan hayatı evrenin akışı içindeki bir girdap gibi, yanıltıcı bir şekilde sakindir; bilimse insanın karanlığa yaktığı bir kibrittir ve kibritin ateşi, karanlığın sandığımızdan daha da karanlık olduğunu gösterir…
— Herbert George Wells
Merhaba,
Eve dönüş yolunda, İstinye Park’ta besin kaynağım için bir süreliğine mola verdim…. Penguen Kitapevinin girişinden adeta göz kırpıyorlardı. İthaki Yayınları’na ait bilim kurgu ustalarının eserleri standa özenle yerleştirilmişti. Wells, Zaman Makinesi adlı eserinden şöyle sesleniyordu: “Ne var ki bilimin görevi insanlara cesaret vermek değil, hakikati anlatmaktır.” Hikaye bir yanıyla çağdaş “hakikatleri” kasten görmezden gelerek insanlığı cesaretlendirmeye çalışan yaratıcı düşünce ve yazıların maskesini düşüren bir parodidir. Ütopyaya yönelik bir saldırıdır Zaman Makinesi. Hatta pek çok yönüyle belli bir ütopyaya.
H.G. Wells’in eserleri, bilim kurgu türünü şekillendiren önemli kilometre taşlarıdır ve her biri farklı bir temayı, toplumsal eleştiriyi ve insanlık durumunu derinlemesine inceler. Aldığım gıdanın verdiği mutlulukla yolculuk terapisine başladım. Yolculuğa eşlik eden Zaman Yolcusu kendi hikayesinin sahiciliğini vurgulamak için ütopyacı anlatıların yapmacıklığıyla dalga geçiyordu. Ütopya yazarlarının icat ettiği incik cıncık onca toplumsal detaya erişimi ve “ütopya kitaplarındaki gibi ona yol gösterecek bir rehberi” yoktur. Her şeyi kendi kendine çözmek zorundadır.
Wells’in yaratıcılığına bir süre ara verdim. Hani ara verdim de ne oldu!!! Kafa sporu yapan biri olarak şunları düşündüm hem de üç kere:
Cesur Yeni Dünya (Brave New World – Aldous Huxley), 1984 (George Orwell) ve Doktor Moreau’nun Adası (H.G. Wells) üçü de insanlık, teknoloji ve toplum üzerine eleştirel bir perspektif sunan distopik eserlerdir. Bu eserlerin ortak noktaları ve günümüze yansımaları oldukça etkileyici bir tablo çiziyordu. Her üç kitapta da bilim ve teknoloji, insan özgürlüğünü bastırmak ya da etik sınırları zorlayarak korkutucu bir toplum yaratmak için kullanılır. Wells, bilimdeki sınırları zorlayan bir figür aracılığıyla bu temayı işlerken Huxley ve Orwell toplumsal ölçeklerde bunu gösterir. Her üç eser, kontrol altındaki toplumların yozlaşmış veya parçalanmış bir portresini çizer, okuyucuyu hem düşündürür hem de rahatsız eder. Huxley ve Orwell’in eserleri, günümüzde bilgi manipülasyonu, propaganda ve sosyal medyanın birey üzerindeki etkileri konusunda hala canlı bir tartışma sunuyor. Bu üç eser, geçmişin distopik hayal gücünden doğmuş olmasına rağmen günümüz dünyasında rahatsız edici bir şekilde yankı buluyor. Sizce bu kitapların en çok hangi mesajı bugün hâlâ geçerli?
Sizler sorunun cevabını düşünürken, Zaman Makinesi’ne kaldığım yerden devam ediyorum. Wells şöyle sesleniyordu: “Ben nasıl öldüm?” Epey alakasız bir şekilde, mizahi gazete yazılarının derlendiği Certain Personel Matters’ta (1897) yer alan “Ben nasıl öldüm?” şöyle başlıyordu:
“Ölüm fermanımı alalı on yıl oldu. Bütün bu yıllar boyunca ölüme mahkum bir adamdım, şimdi de öyleyim ve umudum o ki, uzun yıllar daha öyle olacağım. Böylesi bir zaman uzayından ortak düşmanımızı atlattığımın- ya da atlatmak-tan ziyade, ıskaladığımın- farkına henüz dün vardım.”
Wells bu yazısından yalnızca iki yıl sonra hikayelerini [Uzay ve Zaman Öyküleri] adını verdiği derlemesinde toplayacak; Zaman Makinesi‘nin çekirdeğini oluşturan ve yeni bir kavram olan dördüncü bir boyut olarak zaman kavramıyla engin uzayın kapısını aralayacaktı.
Zaman Makinesi, Wells’in anlatıcının ustalıkla açıkladığı gibi, zaman yolculuğunun teorik açıdan mümkün olduğu önermesi üzerine kurulu. Bu olasılık pek çok eleştirmence tartışıldı; ancak, önermeye karşı getirilen en sağlam itiraz, Israel Zangwill’in Pall Mall Magazine’in Eylül 1895 sayısına yazdığı yazıda dile geliyor: Zamanda birkaç yıldan fazla ileri gitmek, kişinin kendi ölümüne gitmesidir. Wells bu kitabı yazarken, yaratıcılık düzeyinde de olsa, kendi ölümünün ötesine geçmeyi öğreniyordu. Şimdiki zamanda geçen hikayesi “Kronik Argonotlar”ı yazarken bu “öte” yi taşıyacak gücü henüz yoktu. Zaman Makinesi‘nin bu ilk versiyonunda Papaz Elijah Cook istemeyerek gittiği gelecekten dönerken resmedilir, ama o gelecekte neler yaşadığını bir türlü öğrenemeyiz. Wells’in arkadaşları hikayenin ani sonundan şikayet ettiklerinden, Wells içlerinden birine gayet ciddi olduğunu, hikayenin geleceğini söyler; son Delfi kahinin sesi olacaktır bu, üstelik tripotu da hala sağlamdır.
Ancak hikayenin devamı Zaman Makinesi 1894 ve 1895’te üç farklı şekilde yayımlanıncaya dek gelmeyecekti. Nihayet kitap formatında basıldığında, hikaye en az altı kez baştan yazıldı. Wells’in zaman makinesi fikrinin bariz bir şekilde gerektirdiği gelecek hikayesini kurmakta bu kadar tereddüt etmesi enteresan Zaman Makinesi’ni şekle sokmak için bunca taslak neden gerekliydi? Bu soruya verilebilecek en basit cevap, Wells’in bir romancı ve gazeteci olarak hala ustalaşma sürecinde olmasıydı; dolayısıyla müthiş parlak bir fikrin alabildiğine hantal bir şekilde işlendiği “Kronik Argonotlar”la Zaman Makinesi‘nin son hali arasındaki uçurum, olağan bir edebi çıraklık sürecini yansıtıyor olabilir. Zaman Makinesi iyi bir işçilik örneği olmanın ötesinde, geleceğe bakan bir roman, bir deha eseridir. Wells kendisinden Delfi kahini diye bahsederken, genç bir adamken sık sık yaptığı, mütevazi bir edayla kendisiyle dalga geçiyordu. Wells gerçekten de bir kahin oldu; ömrü boyunca gelecekten haber verip dünya çapında bir şöhret yakaladı. Kahinlik hafife alınacak, güle oyna yapılabilecek bir iş değildir. Yirminci yüzyılın önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden I.A. Richards’ın sözleriyle:
“Geleneksel ve kaçınılmaz bir şekilde, kahinler titrer. Üstlerinde iki büyük yük vardır: Hem kelimeleriyle geleceği yönlendirmek, hem de gerçek birer kahin olmak zorundadırlar. Sahte bir kahin olmanın cezası, hepimizin malumu olduğu gibi, taşlanarak öldürülmektir.”
Wells çıraklık döneminden bir kahin olarak dünyanın ölümünü, insanlığın sonunu önceden görmüştü.
Zaman Yolcusu hem bir anlatı aracı, hem de Wells’in kendi içinde giderek büyüyen bir özgüvenle keşfettiği uzgörülü kişiliktir.
Wells’in kendi yaklaşan ölümüne bakıp hayal gücünü bu ölümün ötesine yansıtarak kendini yaratıcı bir yazara dönüştürdüğü varsayımında özetlenebilir.
T.H. Huxley doğa üzerine yaptığı incelemelerden felsefi sonuçlar çıkarırken daha cesurdu. T.H. Huxley’nin bakış açısının genişliği, Normal Schooll of Science’taki birinci sınıflara verdiği karşılaştırılmalı anatomi derslerinde de kendini belli eder; Wells bu dersi almış ve öğrendiklerinin sonucunda “insanı uzay ve zamanın büyük düzenine yerleştirmiştir”. Huxley’in “Evrim ve Etik” makalesi (1893) ve Hume üzerine yazdığı kitabı da, evrim biyolojisinin incelenmesinden doğduğuna şüphe duymadığı doktrinlerin kökenlerine ulaşmak için Doğu ve Batı’nın felsefesi geleneklerini irdeleme hevesindedir. Huxley “Evrim ve Etik”te modern insanla, antik Stoacılar ve Hindu filozofların dingin, dünyadan elini eteğini çekmiş tavırları arasındaki tek farkın teknolojinin doğaya boyun eğdireceği umudu olduğunu iddia eder. “Etik insan” önceleri kozmosun ondan çok daha güçlü olduğunu kabul etmek zorundaydı; şimdiyse kendi içindeki bilimsel güç kaynaklarını keşfediyordu yavaş yavaş.
Huxley, Wells’in hocasıydı. Hocanın geç dönem makaleleriyle Wells’in erken dönem yazılarının gösterdiği kadarıyla Huxley, klasik bir evrim filozofuyken öğrencisi evrimin romantik şairiydi.
Wells, Zaman Yolcusu’nun kendi ölümünden geçecek bu yolculuğa bütün güneş sisteminin kolektif ölümüne tanıklık etmesi için yollar. Kimileri buna Ümitsizliğin son raddesi gözüyle baksa da, ben aynı fikirde değilim. Zaman Makinesi, ütopya rüyasını madara etmekle birlikte ütopyayı öldürmez; zira Wells on yıl sonra Morris’in adımlarını izleyip kendi Modern Bir Ütopya tasavvurunu sunacaktır. Bunu bir döneklik, saf değişikliği olarak görmek Zaman Makinesi‘ndeki, özellikle de kitabın başkarakterindeki örtük direnci hafife almak demektir. Zaman Yolcusu yalnızca edebiyat karakteri anlamında kahraman değil, bilimsel romansın merkezindeki arayışa çıkan sembolik bir kahramandır da; evrimsel düşünce bağlamında geleceğin keşfi, insanlığın bildiği en büyük bilişsel meydan okuma haline gelir. Edebi açıdan ise Zaman Yolcusu, romantik kahramanın, özellikle de Mary Shelley’nin acılar içindeki bilim insanı Frankenstein’inin soyundandır. Üstelik Frankenstein’in efsanevi atası Prometheus’la benzerlik gösteren yanları da vardır. Titanlardan biri olan Prometheus tanrıların yaşadığı göklerden ateşi çalıp bir rezene sapına saklayarak dünyaya getirir ve bu şekilde despot Zeus yüzünden acı çeken insanlığa sadakatini göstermiş olur. Zaman Yolcusu ise Yeşil Porselen Saray’a gidip bir kutu kibrit çalar; Yeşil Porselen Saray da önceki çağlardan kalan, dünyanın bir zamanlar tanrılar yahut devler tarafından mesken tutulduğu izlenimini veren devasa bir binadır. Ancak Zaman Yolcusu ateşi vermek için uygun bir alıcı bulamaz; geleceğin insanları öyle yozlaşmıştır ki Zaman Yolcusu’nun kibritleri ya savunma smacıyla kullanılmakta ya da pervasız bir yıkıma sebep olmaktadır. Hikayenin sonunda Zaman Yolcusu kendi zamanına dönmeyi başaramaz ve
Prometheus‘un ebedi işkenceye mahkum olması gibi, ebedi bir zaman yolculuğuna mahkum olur.
Zaman Yolcusu, aynı zamanda on dokuzuncu yüzyıl bilim insanlarının, mucitlerinin ve kâşiflerinin de temsilcisidir. Gururla söylediği gibi, o “bizim çağımızdan, Korku’nun insanı felce uğratmadığı, gizemin dehşetini kaybettiği, insan ırkının bu olgunluk çağından” gelir. (Dickens, George Eliot, Thackeray gibi Viktorya döneminin önde gelen yazarlarının kahramanlarından çok azının, Batı dünyasının yirminci yüzyılda keyfini sürdüğü refahın temellerinin atıldığı Viktoryen hayat tarzının kendine güvenen, dışa dönük ve yaratıcı yanı lehine konuşabilmiş olması da kayda değer.) Bir “gelecek keşfi” hikâyesi olarak Zaman Makinesinin epik bir teması ve epik bir kahramanı vardır. O halde neden geleneksel epikler gibi hırslı ve heybetli bir anlatı değil de, nispeten küçük çaplı bir iş, kısa bir macera hikâyesidir bu? Cevap hikâyenin ironik duruşunda ve Wells’in kâhin rolündeyken titremeye devam etmesinde yatıyor. Bu titreklik hikâyedeki en çarpıcı imgelerden biri, Zaman Yolcusu’nun geleceğe gider gitmez karşılaştığı Beyaz Sfenks imgesi incelendiğinde açık bir şekilde görülebilir. Sfenks görmeyen gözleri ve ölüm gibi yüzüyle (“Yoğun bir aşınmaya uğramıştı ve bu yüzden nahoş bir hastalığın pençesindeymiş gibi görünüyordu”) hayat bilmecesini bilmeyi temsil eder ve Zaman Yolcusu bunu düşündükçe dehşete düşer.
Wells’in Sfenks’in yüzünde gördüğü şey, ona yaklaşan evrensel ölümdür…
Zaman Yolcusu bir daha dönmemek üzere ikinci yolculuğuna çıkar. Çığ gibi büyüyen uygarlık “kaçınılmaz olarak yıkılacak ve kendisini yaratanları da sonunda yok edecek aptalca bir yığılma” mıdır gerçekten? Zaman Yolcusu’nun aksine , gelecek hakkında kehanette bulunamayacağını düşünen anlatıcının yorumuyla baş başayızdır bu noktada: “Eğer böyleyse, bize böyle değilmiş gibi yaşamak kalır.” Başka bir deyişle, insanlığın ölümünün giderek yaklaşması şimdiki eylemlerimizi etkileyemez. Wells’in anlatıcısı bu sözleriyle Huxley’le birlikte, insanın kendini daha büyük bir kozmik sürece karşı konumlandıran “etik sürece” göre yaşaması gerektiğini kabullendiği anda, içinde bulunduğu entelektüel ölüm vadisinin karamsarlığından ya da, “Bio-İyimserlik” makalesindeki tabiriyle, “bilimin, kalvinizimden” çıkmayı başarır. Tedavi edilemeyeceği söylenen veremden ölmeyeceğini anlamasının da aynı ana tekabül ettiğini öne sürebiliriz.
Darwin Türlerin Kökeni‘nde doğal seçilim ilkesiyle Malthus ötesine geçer. Bu ilkeyi şu cümlelerle sunar:
“Her türün içinde tamamının hayatta kalamayacağı kadar çok birey doğduğu ve bu yüzden de var olmak adına sık sık tekrarlanan mücadeleler yaşandığı için, hayatın karmaşık ve zaman zaman değişen koşulları altında, ne kadar küçük çaplı olursa olsun kendine faydası olacak biçimde değişen bir canlının hayatta kalma ve dolayısıyla da doğal seçilimden zaferle çıkma şansı diğerlerinden daha büyüktür.”
Wells, Zaman Makinesi’nin birbirini izleyen taslakları üzerinde çalıştığı aylar boyunca kendisinde bir değişim, bir “mutasyon” yaratmış ve fiziksel açıdan olmasa da, edebi ve entelektüel açıdan hayatta kalma şansını artırmıştı. Wells, Zaman Yolcusu persona‘sında geleceği gören bir kahine dönüşmüştü. Karamsarlığı şiddetini ve sürekliliğini yitirse de, bu başarısı devam etti. Yazar 1897’den son “saf” bilim üzerine yazmaktan vazgeçti The Fist Men In The Moon (1901) içerdiği bilimsel fikirler açısından Zaman Makinesi‘ne, Doktor Moreau’nun Adası‘na ve Dünyaların Savaşı‘na kıyasla çok daha yoksuldur. Biyolojik ölüm fikri geri çekildikçe, Wells’in önceden kıyasıya eleştirdiği ütopyacı duruş öne çıkar.
- Zaman Yolculuğu ve Toplumsal Eleştiri: Wells, zaman yolculuğunu sadece fantastik bir öğe olarak kullanmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal sınıfların evrimine dair önemli bir eleştiriyi de sunar. Zaman Yolcusunun karşılaştığı iki grup olan Eloi’ler ve Morlock’lar, toplumun mevcut sınıf yapısının gelecekteki dönüşümünü simgeler. Eloi’ler, tembel ve yüzeyde var olan; Morlock’lar ise yer altına inmiş, ama çok daha tehlikeli ve güçlü hale gelmiş bir sınıfı temsil eder.
- Sınıf Ayrımı ve İnsan Doğası: Bu eser, endüstriyel toplumun yarattığı sınıfsal ayrımların, zamanla daha derinleşebileceğini gösterir. Wells, teknolojinin ilerlemesiyle insanlık için olası bir geleceği hayal eder, ancak bu geleceğin karanlık ve distopik olabileceğini de uyarır.
- Toplumsal Sınıfların Derinleşmesi: Bugün, sınıfsal eşitsizlik hala önemli bir konu. Teknolojik gelişmeler, bazı kesimlere daha fazla imkân sağlarken, diğer kesimleri geride bırakabiliyor. Teknolojiyle zenginleşen, bilime dayalı toplumlar daha fazla refah elde ederken, bu gelişmelerin daha az fırsata sahip olanları nasıl etkilediği giderek daha fazla sorgulanıyor. Wells’in Zaman Makinesi‘nde olduğu gibi, teknoloji ve bilim arasındaki uçurum gelecekte çok daha büyük bir sosyal ayrım yaratabilir.
- Zaman Yolculuğu ve Geleceğin Bilinmezliği: Zaman yolculuğu, modern teknolojinin getirdiği yeniliklerin ötesinde, geleceği kontrol etme arzusunu simgeler. Günümüzde, yapay zeka ve genetik mühendislik gibi ileri teknolojilerle, geleceği şekillendirme potansiyelimiz artıyor, ancak bu süreçlerin etik boyutları hala belirsiz. Teknolojinin ne gibi bir geleceğe yol açacağı, Zaman Makinesi’nin insanın gelecekteki gelişimini ve toplumsal yapıları nasıl etkileyebileceği üzerine sunduğu uyarıları akıllara getiriyor.
- Zaman Yolculuğu: Bu eser, zaman yolculuğunun bilinen ilk kurgusal anlatılarından biri olup, bilimin ve hayal gücünün sınırlarını zorlar. Zamanın sürekli bir akış değil, belirsiz ve döngüsel bir yapı olabileceği fikrini ortaya atar.
Zaman Makinesi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. H.G. Wells’in eserleri, zamanının ötesine geçerek günümüzdeki toplumsal, bilimsel ve etik sorulara ışık tutmaktadır. Teknoloji ve bilimin evrimini, insan doğası ve etikle ilişkilendirerek, hâlâ geçerli ve düşündürücü temalar sunuyor. Günümüz dünyasında hızla gelişen teknoloji, toplumsal yapılar ve etik tartışmalar, Wells’in eserlerinde ortaya koyduğu distopik geleceği hatırlatıyor ve bu eserler, insanlığın kendi geleceğini nasıl şekillendireceğini sorgulamaya devam ediyor.
H.G. Wells,1895; Zaman Makinesi, 1896; Doktor Moreau’nun Adası, 1898; Dünyalar Savaşı, bu üç eserinde de insanlık, bilim, toplum ve etik üzerine derin sorular sorar. Zaman yolculuğunun, dünya dışı istilaların ve insanla doğa arasındaki etkileşimlerin, yalnızca bilimsel spekülasyonlar değil, aynı zamanda toplumsal ve bireysel sorumluluklarımızı sorgulayan araçlar olduğunu gösterir. O, bilim kurgu türünü sadece eğlence amaçlı bir alan olarak kullanmak yerine, insanlığın evrimini ve bu evrimin potansiyel tehlikelerini tartışmak için bir platform olarak kullanmıştır.
Wells’in eserleri, distopyan temalarla iç içe geçmiş ve her biri, insan doğasının karanlık yönlerini ve bilimin yanlış ellerde nasıl tehlikeli olabileceğini ortaya koyar. Bu yüzden, bugüne kadar okunan ve tartışılan en önemli bilim kurgu eserlerinden bazıları olarak kabul edilir.
Eserlerinin her biri, farklı bir bakış açısı sunar ve okuyucularına hem bilimsel hem de felsefi sorular sorar. Bu, onun bilim kurgu türündeki yenilikçi ve vizyoner yaklaşımını ortaya koyar.
Ancak edebiyatın yanı sıra tarih ve politika alanlarında da kalem oynatmış verimli bir yazardır. Wells, Love and Mr. Levisham (1900; Aşk ve Bay Levisham), Kipps: The Story of a Simple Soul (1905; Kipps: Basit Bir Kişinin Öyküsü) ve The History of Mr. Polly (1910; Bay Polly’nin Tarihi) adlı romanlarında alt-orta sınıftan kişilerin beklentilerini ve düş kırıklıklarını işledi. Diğer önemli yapıtları arasında The Outline of History (1920; Tarihin Ana Çizgileri), The Work, Wealth and Happiness of Mankind (1932; İnsanlığın Emeği, Refahı ve Mutluluğu) ve The Shape of Things to Come (1933; Olayların Alacağı Biçim) sayılabilir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın