İyinin ve kötünün ötesinde bir film…
Filmde, Bernhard adlı komşu, kasabanın yok olduğunu ve dünyanın çürüdüğünü anlatırken, insanın ve Tanrı’nın dünyayı bozduğunu ifade eder. Bu, varoluşsal bir çöküşün ve değişimin kaçınılmazlığının altını çizen bir söylemdir…
“Dünyanın sonu hakkında bir film yapmak ve sonra film çekmeyi bırakmak istiyorum.” Pek çok bakımdan Tarr’ın son filmi tüm çalışmaların en radikalidir ve bu rastlantısal değildir.(…) Öykü Alman filozof Friedrich Nietzsche ile ilgili biyografik gerçekten yola çıkar. 1889’da Nietzsche İtalya’nın Torino kentinde bir caddede bir atın boynuna sarılmış ağlar hâlde bulunmuştu. Bu onun zihinsel çöküşüydü, bir daha hiç iyileşmedi. Krasznahorki’nin makalesinin ilk paragrafı bu öyküyü atın sürücü tarafından vahşice kırbaçlandığı ve Nietzsche’nin korurcasına ona sarıldığı haliyle yeniden kurar. Paragrafın son cümlesi şudur: “Ata ne olduğunu bilmiyoruz.” Bu paragrafı başlangıç noktası yapan film senaryosu ata ne olduğunun öyküsünü anlatır…
— Andras Balint Kovacs
Merhaba
Torino’da 1889’da hayatının dönüm noktasına yürüdüğünü bilmeyen Nietzsche, şehri dolaşırken bir faytoncunun atını kırbaçladığını görür… At o kadar yorgundur ki kırbaç darbelerine tepki veremez halde yere çökmüştür… Nietzsche, koşarak atın yanına gider, boynuna sarılır, ağlayarak ata bir şeyler söyler, bilincini yitirir ve bayılır… Bayılmadan önce ata “Anne, senden özür dilerim” veya “Anne, ben bir aptalım” dediği rivayet edilir… Bu olaydan sonra tam on yıl kimseyle konuşmaz ,dengesiz davranışları artar, akıl hastanesine yatırılır ama asla eskisi gibi olamaz… Dostoyevski benzer bir olayı Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un uykularını kaçıran en büyük kabusu olarak bir çocuğun çaresizliğiyle anlatır… Raskolnikov küçük bir çocuktur… Bir arabacı yorgun yürüyemeyecek halde ki atını; hiç acımadan, çekemeyeceği kadar insanla dolu arabayı çekmesi için kırbaçlar ve yanındakiler de onunla birlikte ellerine geçen her şeyle ata vururlar… Küçük bir çocuk olan Raskolnikov ata sarılır, ağlar yardım ister ama kimse ona yardım etmez… En sonunda arabacı herkesin gözü önünde atı vahşice öldürür… Yaptığından kendisi ve onunla birlikte olanlar büyük keyif alırlar… Milan Kundera Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği kitabında Nietzsche’nin olayını şöyle değerlendirir… “Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı (iyice derinlere gömülmüş gözlerden uzak sınavı) onun merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizlidir: Hayvanlara…Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır.O kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.” Nietzsche ve Dostoyevski, insanların anlam veremedikleri merhametsizliği karşısında çaresiz kalıp, insanlardan uzak durmayı tercih etmişler.. Goethe bu çaresizliği şöyle tanımlar: Dünya Hassas Kalpler İçin Bir Cehennemdir.!
Dostoyevski’nin Raskolnikov karakteri de bu temayı derinleştirir. Raskolnikov’un gördüğü, bir çocuğun çaresizliğini ve bir atın vahşice öldürülmesini izlediği sahne, insanın merhametsizlik karşısındaki çöküşünü anlatır. Raskolnikov’un içsel acısı, aslında insanlık için duyulan derin bir suçluluk ve çaresizliğe karşı duyulan tepkiyi yansıtır. Olayın sonunda görülen vahşet, sadece bir varlık öldürmek değil, aynı zamanda insanlık onurunu öldürmek gibidir. Bu acı, Raskolnikov’u derinden etkiler ve onu etik ve varoluşsal bir çözüm arayışına iter.
Nietzsche ve Dostoyevski’nin yazıları, güçsüzlere karşı duyulan merhametin insanlığın ahlaki sınavı olduğunu vurgular. Bu temalar, modern dünyada bile geçerliliğini korur, çünkü hala dünyanın dört bir yanında zayıf varlıklara yapılan zulüm ve acı gündemimizi meşgul etmektedir. Torino’daki at gibi, güçsüz varlıkların yaşadığı acı, insanlığın gerçek yüzünü gösterir. Ancak bu yüzleşmeler, insanları hem ahlaki hem de varoluşsal açıdan etkiler.
Torino Atı (“The Turin Horse”) 2011 yapımı bir Macar filmidir, yönetmeni Béla Tarr’dır. Film, Friedrich Nietzsche’nin 1889 yılında Torino’da, bir atı döverken gördüğü ve sonrasında akıl sağlığını kaybettiği olayı referans alır. Ancak, film, bu olayı anlatmakla kalmaz, daha çok insan ve doğa arasındaki ilişkiyi, varoluşsal yalnızlığı ve günlük yaşamın baskısını derinlemesine işler.
Tarr ve onun sık işbirlikçisi László Krasznahorkai tarafından birlikte yazıldı. Yapıtları ve yaklaşımıyla çağdaş bağımsız sinemacıları etkileyen Bela Tarr’ın on yıl aradan sonra çektiği bu ilk film, Alman düşünür Friedrich Nietzsche’nin 1889’da Torino’da kırbaçlanan bir atı boynuna sarılarak kurtarmaya çabalamasıyla başlıyor. Bu mücadelesi Nietzsche’yi öldüğü güne kadar yatağa bağlayacak, dilsiz bırakacak, çaresi bulunmayan bir akıl hastalığına götürecektir. Ancak filmin kahramanı, çiftçi sahibine ayak uydurmaya çalışan yaşlı attır.
Filmde kullanılan derin, felsefi temalar ve karakterlerin yavaş tempolu, ritmik bir şekilde işlenen hayatları, Krasznahorkai’nin yazım tarzı ve Tarr’ın sinemasal dilinin bir birleşimidir. Krasznahorkai’nin edebi eserlerinde sıklıkla varoluşsal boşluklar, yavaşça eriyen zaman ve insanların içsel bunalımları gibi temalar ön plana çıkar. Tarr ise bu temaları görsel olarak, uzun planlar ve sürekli döngüsel tekrarlarla sinemaya aktarır. Bu ikili, birbirlerinin sanatını tamamlayan bir etki yaratır.
Tarr’ın Sinemasında Krasznahorkai’nin Etkisi
Krasznahorkai’nin yazdığı metinler, Tarr’ın sinemasına derinlik ve felsefi bir ağırlık kazandırır. Torino Atı‘nda olduğu gibi, metinlerdeki nihilizm ve varoluşsal karamsarlık Tarr’ın sinemasında görsel olarak somutlaşır. Filmdeki her detay, karakterlerin içsel çöküşünü ve dış dünyaya karşı duydukları çaresizliği görsel anlamda da pekiştirir.
Filmlerinin çoğunda, değişim ve zamanın yavaş akışı teması işlenir. Torino Atı‘nda da, karakterlerin günlük yaşamı ve onların dünyaya karşı duruşları, her gün tekrar eden bir ritüel gibi işlenir. Bu, aslında insanın varoluşsal krizine dair bir metafordur. Her şeyin yavaş, sabırlı bir şekilde eridiği ve değişimlerin kaçınılmaz olduğu anlatılır.
Yavaş gibi görünen film, aslında bir nehir gibi akar; belli bir yöne doğru hareket eder, ama her anında farklı bir yön tayin edilmiştir. Karakterler, özellikle çiftçi ve kızı, yaşamlarında sürekli bir akışa tabidirler. Bu akış, onları kaçınılmaz bir sonuca doğru sürüklerken, onların bilinçli olarak yaptığı seçimlerden çok, dışsal ve içsel koşulların etkisiyle şekillenir.
Bu durum, aslında varoluşsal bir yalnızlık ve çaresizlik duygusunu da pekiştirir. Filmdeki karakterler, belirli bir yolculuğa çıkmış gibidir. Yavaş ilerleyen hareketler, zamanın nasıl geçtiğini ve dönüşümün nasıl farkında olmadan şekillendiğini simgeler. Yavaşlık, günlük rutinlerin tekrarı ile karakterlerin hayatında herhangi bir büyük anlık değişim olmadığını düşündürse de, aslında her an, bir yön değişikliği ve içsel dönüşüm yaşanmaktadır.
Yavaşlık, değişimin derinlemesine işlendiği ve görünmeyen kısımlarının vurgulandığı bir anlatı şeklidir. Bir nehir gibi, başlangıcında küçük dalgalarla başlayan değişim, giderek büyük bir akışa dönüşür. Çiftçi ve kızı, dış dünyadaki değişimleri doğrudan kontrol edemezler, ancak içsel değişim ve toplumdan ve doğadan gelen baskılar, onları bir şekilde yönlendirir. Bu yön tayini, daha büyük bir sürecin parçasıdır.
Örneğin, çiftçinin atla ilişkisi ve atın sürekli hastalığı, onların geçmişte yaptıkları seçimlerin bir yansımasıdır. Değişim ve dönüşüm, zamanla daha belirgin hale gelir ve bu dönüşüm daha hızlanarak karakterleri sarmaya başlar.
Filmin yavaşlığı aslında zamanın nasıl geçtiği ve insanların farkında olmadan nasıl bir akışa kapıldıkları üzerine düşündürür. Zamanın içsel bir boyutunu simgeler. Gündelik işlerin sürekli tekrarı, karakterlerin içsel hayatlarındaki değişimlerin de aynı şekilde tekrarlayan bir ritimle işlediğini gösterir. Bu, bir bakıma zamanın döngüselliği ile ilgili bir anlam taşır: Değişim bir şekilde devam eder, ama bazen fark edilmeden, gizli bir hızla ilerler.
Torino Atı, bir çiftçinin ve kızının yaşamını anlatan bir hikayedir. Film, yalnızca bu çiftçinin ve kızının günlük rutinlerini izler, onları giderek daha karanlık bir şekilde gösterir. Filmde, felsefi derinlik ve minimalist bir anlatım vardır. Filmde, Nietzsche’nin atı döverken yaşadığı duygusal çöküntü ve bunun üzerinden insanın varoluşsal bunalımı işlenir. Filmde, sürekli bir bıkkınlık ve ölüm teması öne çıkar.
Torino Atı, değişimin yavaş ama kararlı bir biçimde ilerlediği ve yön tayininin önceden belirlendiği bir sürecin hikayesidir. Çiftçi ve kızı, kontrol edemedikleri bir şekilde, ama bir şekilde ilerleyen bir akışın içindedirler. Bu, yaşamın kaçınılmaz akışına dair bir metafordur: Bazen insanlar, içsel ve dışsal koşullarla bir yöne sürüklenir ve bu yön belirli bir sonuçla sonuçlanır.
Bana Katkısı
Filmdeki bu değişimin gizli hızını fark etmek, belki de yaşamdaki bazen farkına varamadığımız dönüşüm süreçlerini hatırlatıyor. Hayatımızdaki değişiklikler de bazen, tıpkı filmdeki gibi, yavaş bir tempo ile başlar ama derinlemesine ilerledikçe kendini gösterir. Bu anlamda, belki de değişimin yavaş olduğu ama içinde derin bir güç taşıyan bir süreç olduğuna dair bir anlayışa sahip olabiliriz.
İyinin ve kötünün ötesinde bir film…
Filmdeki karakterler, karanlık ve yıkıcı bir ortamda hayatta kalmaya çalışırken, doğa ve toplum tarafından dışlanmışlardır. Değişim kaçınılmazdır, ancak bu değişim iyilik veya kötülük ile tanımlanamaz. Aksine, değişim özünde bir varlık mücadelesidir.
İyi ve kötü arasında bir sınır yoktur; sadece hayatta kalma, varoluşu sürdürme çabası vardır. Çiftçi ve kızı, her geçen gün daha da zayıflayan bir dünyada, mevcut koşullar içinde yaşamaya çalışırlar. İyi ya da kötü kavramları, onların hayatta kalma mücadelesinin dışında kalır. Bu, belki de filmdeki en etkileyici ve düşündürücü noktalardan biridir: Karakterler, kendi içsel yaşamlarını ve dış dünyadaki acımasız gerçekleri sorgularken, moral değerlerin ötesine geçerler.
Filmin çok güçlü bir şekilde işlediği bir diğer tema ise nihilizm. Değişimin acımasızlığı, varoluşun anlamını kaybetmesi ve yaşamın boşluğu filmde baştan sona hissedilir. Bu, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” felsefesiyle paralel bir şekilde, geleneksel değerlerin çöküşünü ve insanların dünyadaki anlamlarını kaybetmesini simgeler.
Karakterlerin günlük yaşamı, herhangi bir yüksek anlam taşımıyor gibi görünür. Kötülük, ya da iyilik gibi kategorilere de yer yoktur. Her şey, sıradan ve basit bir şekilde işleyen bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştür. Ancak bu, insanın varoluşsal yalnızlığını daha da derinleştirir. Çiftçi ve kızı, adeta zamanın etkisiyle silinip giden varlıklar gibi bir noktadadır. Ancak bu sürecin iyi veya kötü olduğuna dair herhangi bir kesinlik yoktur.
Film, her şeyin anlamsızlaştığı bir dünyada iyi ve kötünün daha az önemli hale geldiğini gösterir. Karakterler, dünyanın doğal acımasızlığı ve insanın çaresizliği ile karşı karşıyadırlar. İyi ve kötü gibi kategoriler, onların dünyasında anlamını yitirir. Bir yıkım süreci ve değişim vardır, ancak bu doğal akışın bir parçasıdır.
Değişim ve zamanın akışı karşısında, iyilik ve kötülük gibi kategoriler sık sık geçerliliğini yitirir. Filmin temelinde, insanların yaşadığı derin varoluşsal kriz yatar. Hayatta kalma çabası, bazen iyilik ve kötülük arasında bir seçim yapmaktan çok, varlıklarını sürdürme ve değişime ayak uydurma çabasıdır.
Filmin sonunda, iyi ve kötünün ötesine geçilmiştir. Karakterler, yalnızca varlıklarını sürdürme mücadelesi verirken, dış dünyadaki değişimlere karşı duygusal ya da etik bir tepki göstermezler. Onlar, bir anlamda zamanın ve doğanın acımasız akışına teslim olmuşlardır. Bu, felsefi bir bakış açısının yansımasıdır: İnsan, doğa ve zaman karşısında kaçınılmaz bir yerleşiklik ile yüzleşir.
Bana Yansıyan Etkiler
İyi ve kötünün ötesinde bir varoluşsal sorgulama yapılması gereken bir yer vardır. Bu filmdeki gibi, bazen varoluşun anlamını sorgularken, yalnızca hayatta kalma mücadelesi kalır. Hangi yolda yürüdüğümüz ve değişimle nasıl yüzleştiğimiz, çoğu zaman ahlaki değerlerin ötesine geçer.



Yorum bırakın