İnsanoğlunun zayıflıklarını iyi biliriz, tabii kendimizinkileri de, bu sebeple de başkalarını bağışlayabiliriz…
—Jose Saramago
Merhaba
José Saramago’nun “Toprağın Uyanışı” (A Caverna / Mağara, 2000) romanı, modern dünyanın mekanikleşmiş yapısına karşı insani, sade ve derin bir direniş öyküsüdür. Her ne kadar Türkçeye Toprağın Uyanışı adıyla çevrilmiş olsa da, orijinal metin aslında bir mağara alegorisidir ve Platon’un “Mağara Alegorisi”ne göndermede bulunur. Ancak senin yorumladığın çerçeve, bu romanı günümüzde daha da anlamlı kılar.
Romanın merkezindeki “Merkez” yapısı, bireyin her ihtiyacını karşılayan, kontrol eden, düzenleyen dev bir yapıdır. Bu yapı günümüzdeki alışveriş merkezlerinin, yapay sosyal ortamların ve kapitalist sistemlerin bir metaforudur.
Birey, özgür olduğunu sanırken aslında bir dijital kafesin, bir tüketim düzeninin parçasıdır. Saramago, “uyanmak” için toprağa dönmeyi, öz benliğe inmeyi önerir.
Kitaptan birkaç alıntı:
Yeryüzünde en çok görünen şey manzaradır. Geri kalanlar yok olup yeniden oluşsa da manzara her zaman vardır, yorulmak bilmeyen bir mucize olarak açıklanan bolluk şüphesiz ki insanoğlunun varoluşundan önce de vardı ve hâlâ da vardır. Bu, manzaraların sürekli değişim halinde olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, yılın bazı dönemleri vardır ki toprak yeşildir, bazen sarı olur, bazen kestane rengi veya siyah. Ve evet, kimileyin de bazı yerlerde kırmızı görülür, çamurun ve akmakta olan kanın rengi. Fakat bu şüphesiz ki toprakta neyin ekilip biçildiğine bağlıdır, ya da hiç insan eli değmemiş olan doğal halidir bu ve zamanla kendi doğası gereği yok olup gidecektir. Söz konusu buğday olunca durum değişir, buğday canlıyken kesilir. Mantar meşesinde de durum benzerdir, o da capcanlıyken kökünden koparılır. Çığlıklar içinde.
Bu satırlar, varoluşun geçici ve değişken doğasına dair derin bir düşünüşü barındırıyor. Aynı zamanda, toprağın döngüsü ve insanın müdahalesiyle doğanın bir araya gelmesi üzerine bir sorgulama da yapılıyor. Duyusal bir anlatımla, manzaranın sürekli değişen yüzü; doğanın sonsuz döngüsü, fakat buna rağmen insana dair bir “bırakılmışlık” hissi barındırıyor. İşte bu felsefi ve estetik bakış, Saramago’nun “Toprağın Uyanışı” gibi eserlerde de gözlemlenen bir tema.
Bu manzaralarda hiçbir renk eksik olmaz. Ama yalnızca renklerden söz etmiyoruz. Bazı günler vardır ki soğuk iliklerimize işler ve bazen sıcaktan nefes alamaz hale geliriz, dünya asla tam anlamıyla mutlu olmaz, eğer bir gün olursa sonu gelmiş demektir. Bu dünyada da, bu topraklarda da kokulardan söz etmek kaçınılmazdır, kokular da onların önemli parçalarıdır ve manzaraya da hizmet eder. Ne olduğu meçhul bir hayvan bir yerlerde öldüğünde leşinin kokusu her tarafa dağılır. Fakat rüzgâr yoksa, yaprak dahi kıpırdamıyorsa bu leşin kokusu, yanından bile geçilse alınamaz. Ve sonra yağan yağmurda hayvanın kemikleri güzelce kurur, eğer hayvan çok küçükse bu kadarı bile olmaz, zira mezarcı solucanlar ve böcekler gelir ve onu gömerler.
Bu metin, doğanın bütünlüğünü, yaşamın karmaşıklığını ve fiziksel dünyadaki her şeyin birbirine bağlılığını anlatan derin bir anlatıdır. İçinde renkler, kokular, sesler ve dokular gibi duyusal öğelerle birlikte, doğal süreçlerin devamlılığına dair derin bir felsefi düşünce barındırıyor.
Tepeleriyle, nehirleriyle uçsuz bucaksız, kocaman bir toprak bu, şüphesiz bir elin ayasına benzeyen dümdüz ovalar da var, bu ellerin çoğunda yazgıyı görürüz, imzasını oracığa atmıştır, ellere çapayı, orağı ve tırpanı bırakmıştır. Toprak Avucun içi gibi aynı zamanda yollarla da doludur, insanın yaşamı boyunca aldığı gerçek yollarla, üç yol olmalı, üç şiirsel, esrarlı ve kutsal bir sayı olmuştur kadim devirlerden beri, geri kalanlar ise gidip geri dönülen şeritler olarak açıklanır, dünyaya kayıp gelmiş bir insan, sırtında yükleri, ömrü boyunca çıplak ayaklarıyla ya da eski püskü ayakkabılarıyla dağ tepe demeden, tarlaların arasından, çöllerin yakınlarından geçip durur. Bu yollarda görülen manzaranın sınırı yoktur. Bir insan, yaşamı boyunca buralarda yürüyebilir, ama eğer kim olduğunu bile anlamadan büyüdüyse bu yollarda asla kendini keşfedemez. Zamanı geldiğinde ölümün bile ne olduğunu anlamayacaktır. O, güneşin altında çürüyüp gidecek bir yaban kedisi ya da bir tavşan değildir, fakat açlık, soğuk ya da sıcak onu kimsenin tahmin edemeyeceği bir yere atacaktır, belki de yardım istemeyi bırakın, herhangi bir şey düşünecek kadar bile zaman tanımayan o hastalıklardan birine yakalanacak ve her şey için çok geç olsa da er ya da geç bulunacaktır.
Bu metin, insanın hayat yolculuğu, doğanın sınırsızlıkları ve varoluşun anlamı üzerine oldukça derin bir anlatı sunuyor. Yazının, insanın toprağa, zamana ve hayata dair hikâyesini sembolize eden imgelerle şekillendiğini görmekteyiz. Her bir öğe, bir diğerini tamamlayan bir anlam bütünlüğü taşıyor.
Toprak, metinde insanın yaşamının bir yansıması olarak tanımlanıyor. “Toprak avuç içi gibi” ifadesi, doğanın insanla iç içe olduğunu vurguluyor. Ayrıca, yollar ve toprak, insanın yaşamındaki farklı yolları ve seçimleri sembolize ediyor. Bu, varoluşsal bir yolculuğun simgesidir.
Toprağın Uyanışı, Jose Saramago’nun çocukluk deneyimlerinden taşıdığı izlerle tartışmasız en kişisel, en mahrem yapıtı. Hayal dünyasının yatağını oluşturan anıların kök tuttuğu amansız bir coğrafyanın insanlarını anlatıyor. Yirminci yüzyılın başında Portekiz’in güneyindeki Alentejo eyaletinde yaşayan Mau-Tempo ailesinin üç kuşak süren hikâyesi boyunca, hayat mücadelesi veren yoksul ve topraksız köylülerin maruz kaldıkları sömürüye ve uğradıkları onca zulüm ve işkenceye rağmen hiç kaybetmedikleri isyan ve direniş ruhuna tanıklık ediyoruz.
Saramago’nun deyimiyle “yaşam karşısında takınılan doğal ağırbaşlılık” Alentejo’nun uçsuz bucaksız düzlüklerindeki çetin koşullar içinde başlı başına bir erdeme dönüşüyor.
Toprağın Uyanışı, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatmak amaçlı. José Saramago, Portekiz’in Lizbon kentinin kuzeyindeki küçük bir köy olan Azinhaga’da (Ribatejo) doğdu. Yoksul bir köylü ailenin oğlu olarak büyüdü. Ailesiyle birlikte taşındığı Lizbon’da öğrenim gördü. Öğrenimi sırasında kırsal kesimde çalıştı. Ekonomik sorunları nedeniyle okulu bıraktı. Makinistlik eğitimi aldı. Teknik ressamlıktan redaktörlüğe, editörlüğe ve çevirmenliğe kadar birçok işte çalıştı. Daha sonra bir yayınevinde, yayın hazırlığı ve üretim departmanında görev yaptı. Diario ve Lisboa gazetelerinde kültür editörü olarak çalıştı. Siyasi yorumlar yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulunda görev üstlendi. 1976’dan sonra kendini tümüyle kitaplarına verdi. 1993’te Kanarya Adaları’ndaki Lanzarote adasına yerleşti. Pilar del Rio ile evlendi. İlk romanı Günah Ülkesi (Terra do Pecado) 1947’de yayımlandı. 1995 yılında kaleme aldığı Körlük adlı romanıyla birlikte geniş kitlelerce tanındı, büyük bir başarı yakaladı. Yazarın romanları ve denemelerinin yanı sıra iki şiir kitabı ve oyun kitapları da vardır. José Saramago, 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmaya layık görüldü. Yazarın anlatma biçimi gayet dikkate değerdir ve öğüt niteliğindedir. Kitaplarındaki düz yazılarında, kendine özgü bir yazım stili vardır: Diyalogları düz yazı biçiminde yazar ve noktalama işareti olarak nokta ve virgülden başkasını kullanmaz. Anlatım dili de oldukça muzip, sade ve akıcıdır. Bunlar da, okuyucuyu yazara bağlayan diğer etkenlerdir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın