“Kendi varlığından ahenk yaratmayan, ilahi ahengi yansıtamazdı…”

— Edouard Schure

Merhaba

Din, kalbin ihtiyaçlarına cevap verir, dolayısıyla ebedi büyüsü buradan gelir. Bilim ise zihindeki sorulara yanıt verir, dolayısıyla yenilmez bir güçtür. Ancak uzun süredir bu iki güç nasıl anlaşacağını bilmemektedir. Kanıtsız din ve ümitsiz bilim karşı karşıya durmakta ve birbirini yenemeden birbirine meydan okumaktadır.

Bu nedenle sadece devlet ile kilise arasında değil, aynı zamanda bilimin kendisinde, tüm kiliselerin bünyesinde ve hatta tüm düşünen bireylerin vicdanında derin bir çelişki, gizli bir savaş vardır.

Çünkü kim olursak olalım, hangi felsefi, estetik ve sosyal ekole mensup olursak olalım, içimizde insanın yıkılmaz iki ihtiyacından kaynaklanan ve görünüşte uzlaşamayan bu iki düşman dünyayı taşıyoruz: Bilimsel ihtiyaç ve dini ihtiyaç.

Yüz yılı aşkın bir süredir devam eden bu durum, insan yetilerinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesi nedeniyle insan yetisinin gelişimine kesinlikle pek katkı sağlamadı. Şiir ve müziğe bir hüzün ve duyulmamış bir yücelik vurgusuyla ilham verdi. Ancak bugün bu uzun süreli ve şiddetli gerilim tam tersi bir etkiye neden oluyor. Bir hastada dermansızlığın yüksek ateşi takip etmesi gibi, bu gerilim sıkıntıya, bıkkınlığa, çaresizliğe dönüştü. Bilim, sadece fiziksel ve maddi dünyayla ilgilenir oldu. Ahlaki felsefe zekâyı yönlendirme işlevini kaybetti. Din hâlâ kitleleri belirli bir dereceye kadar yönetiyor, ancak artık toplumsal zirvelere egemen olamıyor. Yardımseverliğe yönlendirmesiyle hâlâ çok başarılı olsa da artık inanç ve iman konusunda parlaklığını kaybetmiş bir halde. Zamanımızın entelektüel rehberleri, son derece inançsız veya tamamen samimi ve dürüst şüpheciler. Ama sanatlarından şüphe ediyor ve kendilerini Romalı kâhinler gibi görüyor. Kamusal alanda ve özel hayatta sosyal felaketleri bir çare bulmadan tahmin ediyor veya karanlık kehanetlerini ihtiyatlı ve örtülü sözlerle saklıyorlar. Böylesine şartlar altında, edebiyat ve sanat ilahi anlayışını yitirdi. Sonsuz ufuklara bakmaya alışık olmayan gençliğin büyük bir kısmı, yeni rehberlerinin natüralizm dediği şeye yöneldi ve böylece doğanın (natür) güzel ismine zarar verdi. Çünkü bu terimle süsledikleri şey, yalnızca zayıf içgüdülerin savunması, kötülüğün bataklığı ya da sosyal bayağılığın ve tekdüzeliğin kayıtsız resmi, kısaca ruhun ve zekâyı inkâr etmenin bir yolu olarak kullanılmaktadır. Kanatlarını kaybetmiş zavallı Psişe (insan ruhu), ona hakaret eden ve onu inkâr eden insanların ayaklarında garip bir şekilde inleyerek iç çekiyor.

Materyalizm, pozitivizm ve şüpheciliğin zoruyla bu yüzyılın sonunda yanlış bir hakikat ve tekâmül fikri ortaya çıkmıştır. Görünür evrenin incelenmesi için Bacon’un deneysel yöntemini olağanüstü bir kesinlik ve hayranlık uyandıran sonuçlarla uygulayan bilim insanlarımız hakikat hakkında tamamen dışsal ve maddesel bir fikre sahip olmuştur. Daha fazla bilgi topladıkça ona yaklaştıklarını düşünüyorlar. Kendi alanlarında haklılar. Ancak önemli olan şu ki filozoflarımız ve ahlakçılarımız da aynı şekilde düşünmeye başlamıştır. Bu nedenle ilk nedenler ile nihai sonuçlar/nihai amaçların sonsuza kadar insan zihni için nüfuz edilemez, içine girilemez değerler olarak kalacağı kesindir. Tümevarımın muhteşem bir temeli olarak güneş sistemindeki tüm gezegenlerde, maddi anlamda, tam olarak neler olup bittiğini bildiğimizi varsayalım. Farz edelim ki Sirius’un uydularını ve Samanyolu’nun yıldızlarında ne türden varlıklar yaşadığını bile biliyoruz. Elbette, bunların hepsini bilmek harika olurdu, ancak Andromeda Gökadası ve Macellan Bulutu’nun dışındaki tüm yıldız kümesi hakkında daha fazla ne bilebiliriz? Bu durum çağımızda, insanının tekamülünün sonsuz, tanımlanamaz ve asla erişilemez bir gerçeğe doğru sonsuz bir yürüyüşte olduğunun algılanmasını sağlar.

Auguste Comte ve Herbert Spencer’ın bugün hâkim olan pozitivist felsefesinin ulaştığı kavram budur.

Oysa hakikat, Doğu’nun ve Yunan’ın bilgeleri ve teosofları için başka bir şeydi. Kuşkusuz, fiziksel dünyanın ana hatlarının bilgisi olmadan kucaklanamayacağını ve dengelenemeyeceğini biliyorlardı ama aynı zamanda her şeyden önce hakikatin kendi içimizde, yani entelektüel ilkelerde ve ruhun spritüel yaşamında yer aldığını da biliyorlardı. Onlara göre ruh, tek olan, ilahi gerçeklik ve evrenin anahtarıydı. İradelerini onun merkezinde toplayarak, gizli yetilerini geliştirerek ışığıyla insanlara ve varlıklara anlayış kazandıran Tanrı dedikleri o hayat odağına ulaştılar. Tekâmül dediğimiz şey, yani dünya ve insanlık tarihi, yalnızca bu merkezi neden ile bu nihai amacın zaman ve mekândaki evrimiydi. Peki, bu teosofistlerin saf tefekkür içinde olan çaresiz hayalperestler, sütunlar üzerine tünemiş fakirler olduğuna mı inanıyorsunuz? Bu büyük hata olur. Tarih; kelimenin en verimli, hesaplanamaz anlamıyla onlardan daha büyük eylem adamlarını tanımadı. Ruhları gökyüzünde en büyük yıldızlar gibi ışıl ışıl parlıyor. Onların isimleri Krişna, Buddha, Zerdüşt, Hermes, Musa, Pisagor, İsa. Onlar güçlü zihin tasarımcıları, müthiş ruh uyandırıcıları, toplumların yararlı örgütleyicileriydi. Sadece kendi fikirleri için yaşarken, her zaman ölmeye hazır ve hakikat için ölümün etkili ve yüce eylem olduğunu bilen bu insanlar bilimleri ve dinleri, dolayısıyla özü hâlâ bizi besleyen ve bizi yaşatan edebiyat ve sanatın temellerini attılar. Peki, bugünlerde pozitivizm ve şüphecilik ne üretiyor? Ne ruha ne Tanrı’ya ne de insanlığın geleceğine ne bu hayata ne de diğerine inanmayan, kendinden ve insan özgürlüğünden şüphe eden, irade enerjisi olmayan, hiçbir ideali olmayan, ışıksız ve inançsız kupkuru bir nesil.

İsa, “Siz onları ortaya koydukları ürünlere göre yargılayacaksınız,” dedi. Üstatların üstadının bu sözü, insanlar için olduğu kadar doktrinler için de geçerlidir. Evet, şu düşünce hâkimdir: Hakikat ya insan için hiçbir zaman ulaşamayacağı mesafededir ya da büyük ölçüde dünyanın en büyük bilgeleri ve ilk inisiyatörler tarafından ele geçirilmiştir. Bu nedenle hakikat, tüm büyük dinlerin altında ve tüm halkların kutsal kitaplarında bulunur. Sadece onun nasıl bulunacağını ve çıkarılacağını bilmek gerekir.

Dinler tarihine, yalnızca içsel inisiyasyonun verebileceği bu temel hakikatle bakıldığında, kişi hem şaşırır hem de hayran kalır. O zaman gördüklerimiz, vahyi Hristiyanlıkla sınırlayan ve onu yalnızca ilk anlamıyla kabul eden kilisenin öğrettikleriyle çok az benzerlik taşır. Ama tamamen natüralist bilimin üniversitemizde öğrettiklerinden farklı değildir. Orada daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşılır. Üniversite tüm dinleri aynı çizgiye koyar ve onlara benzersiz bir araştırma yöntemi uygular. Engin bir bilgiye sahiptir, gayreti takdire değerdir, ancak dinlerin ve insanlığın tarihini tamamen yeni bir yönden gösteren karşılaştırmalı ezoterizm bakış açısına henüz ulaşmış değildir. Bu açıdan baktığımızda şunu görebiliyoruz:

Tüm büyük dinlerin bir zahirî ve bir bâtıni tarihi vardır; biri herkesin bildiği tarihtir, diğeri gizlidir. Zahirî tarih derken, mabetlerde ve okullarda açık olarak öğretilen, İbadetlerde ve halkın batıl inançlarında görülen dogmaları ve mitleri kastediyorum. Bâtıni tarih derken, söz konusu dinleri kuran, ayakta tutan, yaymış olan büyük inisiyelerin, peygamberlerin veya reformcuların derin bilgisini, gizli doktrini ve okült eylemlerini kastediyorum. Birincisi, her yerde bilinen her gün gerçekleşen resmi tarihtir ki bu da belirsiz, anlaşılmaz ve çelişkilidir. Ezoterik gelenek veya gizemler (sırlar) doktrini dediğim ikincisi ise çözümlenip anlaşılması çok zor bir tarihtir. Mabetlerin derinliklerinde, gizli topluluklarda işlevini sürdürür. En çarpıcı dramları tamamen büyük peygamberlerin ruhlarında cereyan eder. 0 peygamberler ne herhangi bir parşömene ne herhangi bir müride uluhiyet içeren buhranların, ilahi vecdlerini emanet etmez. Onu bulup ortaya çıkarmak zor iştir. Ama bir işaret bir kez görüldüğünde, her zaman kendisiyle uyum içinde parlak bir halde ve doğal olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda bu tarih ezeli-ebedi ve evrensel dinin tarihi olarak da adlandırılabilir. Bu tarih, dinin görünmeyen ve emek isteyen arka yüzü insan bilincinin hatlarını ve nesnelerin gizli tarafını içerir. Bu tarihte elipsin diğer ucunda bütünsel bilim aracılığıyla buluşan din ve felsefenin yaratıcı ortak noktasını buluruz. Bu nokta, aşkın hakikatlere karşılık gelir. Bu tarihte yüzyılların olağanüstü çalışmasının nedenini, kökenini ve sonunu buluruz. Dünyevi aracılarında Tanrı’nın inayetini buluruz. Bu tarih, bu kitapta ele alınıyor.

Büyük İnisiyeler, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Édouard Schuré, insanoğlunun derin tarihine, büyük aydınlanmışların yaşamlarına ve onların insanlık için getirdiği ruhani mesajlara dikkat çekiyor. Tarihin tozlu sayfalarında gizlenen Rama, Krişna, Hermes, Pisagor ve Platon gibi inisiyelerin etkileyici yaşamlarını ve onların insanlık için bıraktığı derin izleri keşfedin. Bhagavad Gita`nın sonsuz rüyasından, Eski Mısır`ın ölüm ve diriliş sırlarına, Orfeus`un ilahi kozmogonisine, Platon`un ideallerine kadar uzanan bu yolculuk, ruhun ebedi arayışını aydınlatan bir ışık gibi önümüze seriliyor. Schuré, tarihin bu derin dönemlerini sadece tarihsel bir anlatı olarak değil, aynı zamanda manevi bir rehber olarak sunuyor. Ruhun ebedi yolculuğunu anlamaya çalışan herkes için, bu eser kaçırılmaz bir fırsattır. Rudolf Steiner`in dediği gibi, “modern yaşam için manevi kaynaklara kök salmak isteyenler” için eşsiz bir kılavuz. Dünyada birçok kez bestseller (en çok satanlar listesinde) olan bu eserin canlılığı, tazeliği ve sürükleyiciliğiyle, ruhunuzun derinliklerinde bir yolculuğa çıkacaksınız. Büyük İnisiyeler, tarih ve ruhaniyetin kesişiminde, okuyucuya eşsiz bir deneyim sunuyor.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

  • Ruhsal Tekâmülün Yol Haritası: Schuré, bu büyük inisiyelerin yaşamlarını aktarırken, ruhun evrimsel yolculuğunu da adım adım ortaya koyar. Bu, modern insanın “Ben kimim?” ve “Neden buradayım?” gibi sorularına derinlikli cevaplar sunar3.
  • Bilim ve Din Arasında Köprü: Kitap, din ve bilimin aslında aynı hakikatin farklı yolları olduğunu savunur. Bu yaklaşım, günümüzdeki kutuplaşmış düşünce sistemlerine alternatif bir bütünlük sunar.
  • Ezoterik Bilgelik ve Kültürel Hafıza: Vedik, Mısır, Antik Yunan ve Hristiyanlık gibi kadim geleneklerin özünü gün yüzüne çıkararak, modern bireyin kökleriyle bağ kurmasına yardımcı olur.
  • İnsanın Evrensel Arayışı: Kitap, farklı coğrafyalarda ve dönemlerde ortaya çıkan inisiyelerin ortak bir amaca hizmet ettiğini gösterir: insanın içsel uyanışı ve evrensel bilince ulaşması3.

Neden Hâlâ Geçerli?

  • Modern yaşamın hızında kaybolan anlam arayışına cevap veriyor.
  • Ruhsal gelişimle ilgilenen bireyler için derin bir kaynak.
  • Dinler tarihi, ezoterizm ve felsefe alanında eşsiz bir sentez sunuyor.

Edouard Schuré – Ezoterik Bilgeliğin Şairi

Edouard Schuré, 21 Ocak 1841’de Fransa’nın Strasbourg kentinde doğdu. Babası doktor, annesi ise hukuk fakültesi dekanının kızıydı; bu köklü aile geçmişi, onun hem entelektüel hem de disiplinli bir karakter geliştirmesinde etkili oldu. Henüz dört yaşında annesini, on beş yaşında babasını kaybetti. Bu erken kayıplar, onun içsel dünyasında derin izler bıraktı ve mistik arayışlarının temelini attı.

Akademik ve Kültürel Yolculuğu:

  • Strasbourg Üniversitesi’nde hukuk eğitimi aldı ancak avukatlık yapmadı.
  • Fransız ve Alman kültürleri arasında büyüdü; Goethe ve Schiller gibi Alman romantiklerinden etkilendi.
  • Genç yaşta müzik eleştirmenliği yapmaya başladı; özellikle Wagner’in eserleri üzerine yazdığı analizlerle tanındı.

Sanat ve Ezoterizmin Buluşması: Schuré’nin Wagner’e olan hayranlığı, onu sanatın dönüştürücü gücüne inanmaya yöneltti. Ancak zamanla Wagner’in kültü etrafında oluşan dogmatik yapıdan uzaklaştı ve ezoterik öğretilere yöneldi. Fabre d’Olivet, Helena Blavatsky ve Rudolf Steiner gibi figürlerle tanıştı; bu kişiler onun ruhsal düşünce sistemini derinleştirdi.

Eserleri ve Felsefesi: En ünlü eseri “Les Grands Initiés” (Büyük İnisiyeler), 1889’da yayımlandı. Bu kitapta Rama, Hermes, Orfeus, Pisagor, Platon ve İsa gibi figürleri “inisiyasyon yolunun rehberleri” olarak ele aldı. Ona göre bu kişiler, insanlığın ruhsal evriminde dönüm noktalarıydı.

Diğer önemli eserleri:

  • The Children of Lucifer (1900)
  • From Sphinx to Christ (1912)
  • The Sacred Drama of Eleusis
  • The Priestess of Isis

Schuré, sanatın ve ezoterik bilginin birleşerek insan ruhunu yüceltebileceğine inanıyordu. Ona göre hakikat, sadece akılla değil, sezgiyle de kavranabilirdi.

Ruhsal Yolculuğu ve İlham Kaynakları: Floransa’da tanıştığı Yunan kökenli Marguerita Albana Mignaty, onun “muse”u oldu. Schuré, onunla yaşadığı derin ruhsal bağ sayesinde “Büyük İnisiyeler”i yazmaya karar verdi. Marguerita’nın ölümü, onun ezoterik çalışmalarını daha da derinleştirdi.

Rudolf Steiner ile tanışması ise onun Anthroposofi’ye olan ilgisini artırdı. Steiner’in Paris’te verdiği bir konferansı ezberden yazacak kadar etkilenmişti.

Son Yılları ve Mirası:

  • I. Dünya Savaşı sırasında Steiner ile ilişkisi zedelendi, ancak savaş sonrası yeniden yakınlaştılar.
  • 1928’de otobiyografisi Le rêve d’une vie (Bir Hayalin Yaşamı) yayımlandı.
  • 7 Nisan 1929’da Paris’te hayata veda etti.

Schuré’nin Günümüze Mesajı: Edouard Schuré, dogmalardan arınmış bir ruhsal özgürlük savunucusuydu. Ona göre farklı kültürlerin bilgeliği, insanlığın ortak mirasıydı. Bugün hâlâ, ezoterik felsefe, sanat ve ruhsal gelişimle ilgilenenler için ilham verici bir figür olmaya devam ediyor.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin