Büyük İnisiyeler, Edouard Schure

Muhammed-Zerdüşt
Evrenin tanrısal gerçeği ve her bilinmezin anahtarı. Ruh ve ruha bağlı tekamüldür. Tekamülün zaman ve mekan içindeki maddesel ve ruhsal görünümünü iki sistem üstlenmiştir: Din ve bilim. Aklın ve ruhun ihtiyaçlarına. Sorunlarına, arayış ve tatminlerine cevap bulmaya çalışan ve insanın gelişmesine uygun olarak gelişen din ve bilim, temelde Bir ve Tek olan hakikati iki ayrı yönden ele almaktadırlar. 

“Kendi varlığından ahenk yaratmayan, ilahi ahengi yansıtamazdı.”

Edouard Schure

Merhaba

Din, kalbin ihtiyaçlarına cevap verir, dolayısıyla ebedi büyüsü buradan gelir. Bilim ise zihindeki sorulara yanıt verir, dolayısıyla yenilmez bir güçtür. Ancak uzun süredir bu iki güç nasıl anlaşacağını bilmemektedir. Kanıtsız din ve ümitsiz bilim karşı karşıya durmakta ve birbirini yenemeden birbirine meydan okumaktadır.

Bu nedenle sadece devlet ile kilise arasında değil, aynı zamanda bilimin kendisinde, tüm kiliselerin bünyesinde ve hatta tüm düşünen bireylerin vicdanında derin bir çelişki, gizli bir savaş vardır.

Çünkü kim olursak olalım, hangi felsefi, estetik ve sosyal ekole mensup olursak olalım, içimizde insanın yıkılmaz iki ihtiyacından kaynaklanan ve görünüşte uzlaşamayan bu iki düşman dünyayı taşıyoruz: Bilimsel ihtiyaç ve dini ihtiyaç.

Yüz yılı aşkın bir süredir devam eden bu durum, insan yetilerinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesi nedeniyle insan yetisinin gelişimine kesinlikle pek katkı sağlamadı. Şiir ve müziğe bir hüzün ve duyulmamış bir yücelik vurgusuyla ilham verdi. Ancak bugün bu uzun süreli ve şiddetli gerilim tam tersi bir etkiye neden oluyor. Bir hastada dermansızlığın yüksek ateşi takip etmesi gibi, bu gerilim sıkıntıya, bıkkınlığa, çaresizliğe dönüştü. Bilim, sadece fiziksel ve maddi dünyayla ilgilenir oldu. Ahlaki felsefe zekâyı yönlendirme işlevini kaybetti. Din hâlâ kitleleri belirli bir dereceye kadar yönetiyor, ancak artık toplumsal zirvelere egemen olamıyor. Yardımseverliğe yönlendirmesiyle hâlâ çok başarılı olsa da artık inanç ve iman konusunda parlaklığını kaybetmiş bir halde. Zamanımızın entelektüel rehberleri, son derece inançsız veya tamamen samimi ve dürüst şüpheciler. Ama sanatlarından şüphe ediyor ve kendilerini Romalı kâhinler gibi görüyor. Kamusal alanda ve özel hayatta sosyal felaketleri bir çare bulmadan tahmin ediyor veya karanlık kehanetlerini ihtiyatlı ve örtülü sözlerle saklıyorlar. Böylesine şartlar altında, edebiyat ve sanat ilahi anlayışını yitirdi. Sonsuz ufuklara bakmaya alışık olmayan gençliğin büyük bir kısmı, yeni rehberlerinin natüralizm dediği şeye yöneldi ve böylece doğanın (natür) güzel ismine zarar verdi. Çünkü bu terimle süsledikleri şey, yalnızca zayıf içgüdülerin savunması, kötülüğün bataklığı ya da sosyal bayağılığın ve tekdüzeliğin kayıtsız resmi, kısaca ruhun ve zekâyı inkâr etmenin bir yolu olarak kullanılmaktadır. Kanatlarını kaybetmiş zavallı Psişe (insan ruhu), ona hakaret eden ve onu inkâr eden insanların ayaklarında garip bir şekilde inleyerek iç çekiyor.

Materyalizm, pozitivizm ve şüpheciliğin zoruyla bu yüzyılın sonunda yanlış bir hakikat ve tekâmül fikri ortaya çıkmıştır. Görünür evrenin incelenmesi için Bacon’un deneysel yöntemini olağanüstü bir kesinlik ve hayranlık uyandıran sonuçlarla uygulayan bilim insanlarımız hakikat hakkında tamamen dışsal ve maddesel bir fikre sahip olmuştur. Daha fazla bilgi topladıkça ona yaklaştıklarını düşünüyorlar. Kendi alanlarında haklılar. Ancak önemli olan şu ki filozoflarımız ve ahlakçılarımız da aynı şekilde düşünmeye başlamıştır. Bu nedenle ilk nedenler ile nihai sonuçlar/nihai amaçların sonsuza kadar insan zihni için nüfuz edilemez, içine girilemez değerler olarak kalacağı kesindir. Tümevarımın muhteşem bir temeli olarak güneş sistemindeki tüm gezegenlerde, maddi anlamda, tam olarak neler olup bittiğini bildiğimizi varsayalım. Farz edelim ki Sirius’un uydularını ve Samanyolu’nun yıldızlarında ne türden varlıklar yaşadığını bile biliyoruz. Elbette, bunların hepsini bilmek harika olurdu, ancak Andromeda Gökadası ve Macellan Bulutu’nun dışındaki tüm yıldız kümesi hakkında daha fazla ne bilebiliriz? Bu durum çağımızda, insanının tekamülünün sonsuz, tanımlanamaz ve asla erişilemez bir gerçeğe doğru sonsuz bir yürüyüşte olduğunun algılanmasını sağlar.

Auguste Comte ve Herbert Spencer’ın bugün hâkim olan pozitivist felsefesinin ulaştığı kavram budur.

Oysa hakikat, Doğu’nun ve Yunan’ın bilgeleri ve teosofları için başka bir şeydi. Kuşkusuz, fiziksel dünyanın ana hatlarının bilgisi olmadan kucaklanamayacağını ve dengelenemeyeceğini biliyorlardı ama aynı zamanda her şeyden önce hakikatin kendi içimizde, yani entelektüel ilkelerde ve ruhun spritüel yaşamında yer aldığını da biliyorlardı. Onlara göre ruh, tek olan, ilahi gerçeklik ve evrenin anahtarıydı. İradelerini onun merkezinde toplayarak, gizli yetilerini geliştirerek ışığıyla insanlara ve varlıklara anlayış kazandıran Tanrı dedikleri o hayat odağına ulaştılar. Tekâmül dediğimiz şey, yani dünya ve insanlık tarihi, yalnızca bu merkezi neden ile bu nihai amacın zaman ve mekândaki evrimiydi. Peki, bu teosofistlerin saf tefekkür içinde olan çaresiz hayalperestler, sütunlar üzerine tünemiş fakirler olduğuna mı inanıyorsunuz? Bu büyük hata olur. Tarih; kelimenin en verimli, hesaplanamaz anlamıyla onlardan daha büyük eylem adamlarını tanımadı. Ruhları gökyüzünde en büyük yıldızlar gibi ışıl ışıl parlıyor. Onların isimleri Krişna, Buddha, Zerdüşt, Hermes, Musa, Pisagor, İsa. Onlar güçlü zihin tasarımcıları, müthiş ruh uyandırıcıları, toplumların yararlı örgütleyicileriydi. Sadece kendi fikirleri için yaşarken, her zaman ölmeye hazır ve hakikat için ölümün etkili ve yüce eylem olduğunu bilen bu insanlar bilimleri ve dinleri, dolayısıyla özü hâlâ bizi besleyen ve bizi yaşatan edebiyat ve sanatın temellerini attılar. Peki, bugünlerde pozitivizm ve şüphecilik ne üretiyor? Ne ruha ne Tanrı’ya ne de insanlığın geleceğine ne bu hayata ne de diğerine inanmayan, kendinden ve insan özgürlüğünden şüphe eden, irade enerjisi olmayan, hiçbir ideali olmayan, ışıksız ve inançsız kupkuru bir nesil.

İsa, “Siz onları ortaya koydukları ürünlere göre yargılayacaksınız,” dedi. Üstatların üstadının bu sözü, insanlar için olduğu kadar doktrinler için de geçerlidir. Evet, şu düşünce hâkimdir: Hakikat ya insan için hiçbir zaman ulaşamayacağı mesafededir ya da büyük ölçüde dünyanın en büyük bilgeleri ve ilk inisiyatörler tarafından ele geçirilmiştir. Bu nedenle hakikat, tüm büyük dinlerin altında ve tüm halkların kutsal kitaplarında bulunur. Sadece onun nasıl bulunacağını ve çıkarılacağını bilmek gerekir.

Dinler tarihine, yalnızca içsel inisiyasyonun verebileceği bu temel hakikatle bakıldığında, kişi hem şaşırır hem de hayran kalır. O zaman gördüklerimiz, vahyi Hristiyanlıkla sınırlayan ve onu yalnızca ilk anlamıyla kabul eden kilisenin öğrettikleriyle çok az benzerlik taşır. Ama tamamen natüralist bilimin üniversitemizde öğrettiklerinden farklı değildir. Orada daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşılır. Üniversite tüm dinleri aynı çizgiye koyar ve onlara benzersiz bir araştırma yöntemi uygular. Engin bir bilgiye sahiptir, gayreti takdire değerdir, ancak dinlerin ve insanlığın tarihini tamamen yeni bir yönden gösteren karşılaştırmalı ezoterizm bakış açısına henüz ulaşmış değildir. Bu açıdan baktığımızda şunu görebiliyoruz:

Tüm büyük dinlerin bir zahirî ve bir bâtıni tarihi vardır; biri herkesin bildiği tarihtir, diğeri gizlidir. Zahirî tarih derken, mabetlerde ve okullarda açık olarak öğretilen, İbadetlerde ve halkın batıl inançlarında görülen dogmaları ve mitleri kastediyorum. Bâtıni tarih derken, söz konusu dinleri kuran, ayakta tutan, yaymış olan büyük inisiyelerin, peygamberlerin veya reformcuların derin bilgisini, gizli doktrini ve okült eylemlerini kastediyorum. Birincisi, her yerde bilinen her gün gerçekleşen resmi tarihtir ki bu da belirsiz, anlaşılmaz ve çelişkilidir. Ezoterik gelenek veya gizemler (sırlar) doktrini dediğim ikincisi ise çözümlenip anlaşılması çok zor bir tarihtir. Mabetlerin derinliklerinde, gizli topluluklarda işlevini sürdürür. En çarpıcı dramları tamamen büyük peygamberlerin ruhlarında cereyan eder. 0 peygamberler ne herhangi bir parşömene ne herhangi bir müride uluhiyet içeren buhranların, ilahi vecdlerini emanet etmez. Onu bulup ortaya çıkarmak zor iştir. Ama bir işaret bir kez görüldüğünde, her zaman kendisiyle uyum içinde parlak bir halde ve doğal olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda bu tarih ezeli-ebedi ve evrensel dinin tarihi olarak da adlandırılabilir. Bu tarih, dinin görünmeyen ve emek isteyen arka yüzü insan bilincinin hatlarını ve nesnelerin gizli tarafını içerir. Bu tarihte elipsin diğer ucunda bütünsel bilim aracılığıyla buluşan din ve felsefenin yaratıcı ortak noktasını buluruz. Bu nokta, aşkın hakikatlere karşılık gelir. Bu tarihte yüzyılların olağanüstü çalışmasının nedenini, kökenini ve sonunu buluruz. Dünyevi aracılarında Tanrı’nın inayetini buluruz. Bu tarih, bu kitapta ele alınıyor.

Eduard Schuré bir Fransız filozof, şair, oyun yazarı, romancı, müzik eleştirmeni ve ezoterik edebiyatın yayıncısıydı. Yıllara meydan okuyan bu eserde, hepimizin bildiği tarihin arkasındaki motivasyonlar, dini mücadelenin büyümesi, kültürlerin yükselişi ve düşüşü anlatılmakta olup bizim için olan önemlerine ışık tutuyor.

Büyük İnisiyeler, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Ben’i Sorgula
Kategoriler
%d blogcu bunu beğendi: