“Mevcudiyetin tamamlanması ne ile mümkündür? Heidegger cevap veriyor: Ölümle… Hayatın hakiki manası, ölüme götürmesindendir…”
— Martin Heideger
Merhaba
Metafizik Nedir? adlı eser, Alman filozof Martin Heidegger’in 24 Haziran 1929’da Freiburg Üniversitesi’nde verdiği ders “Hiçlik Nedir?” sorusunun ortaya atılması, işlenmesi ve cevaplanmasından oluşuyor.
I Martin Heidegger’in Felsefesi
Yeni Avrupa bir kültür buhranı geçiriyor. Bu genel buhran kendisini felsefe çevresinde de duyurmaya başladı. Hakikat ve bilgi sorusuna verilen cevaplar belki hiçbir devirde (ne Eski Çağ’da ne orta Çağda ne de Rönesans devrinde) zamanımızda olduğu kadar birbirine karşıt görülmemiştir.
Geniş bir karışıklığı ve bozgunluğu hatırlatan bu durum, Max Scheler’e göre iş bölümünün bir sonucudur. Hayatın her çevresinde olduğu gibi ilim çevresinde de uzmanlıkların gereğinden artık üremesiyle meydana gelmiştir. Uzmanlık alanları “ilim, ilim içindir” veya “ilim, mide içindir” prensibinin egemenliği altında erkinlik kazandıkça birbirlerinden ayrılıyor ve birbirlerine karşı yabancılaşıyor. Hele tabiat ve tarih ilimleri birbirine tamamıyla yabancı iki dünya gibi karşı karşıya duruyorlar. Bir zelzele esnasında, insanların ayakları altındaki toprağa karşı duydukları emniyet nasıl kaybolursa ve dengeleri nasıl bozulursa, ilimler de birlik ve nizam veren temel prensipten uzaklaştıkça öylece manalarını kaybediyorlar: Buhran başlıyor. Dilthey diyor ki: “Hayat, ölüme ve hastalığa, dağınıklığa ve anarşiye karşı koyabilmek için dayanacak bir temel arar. Zamanımızda nasslar (bilhassa dinî nasslar) artık yıkılmıştır. Yeni bir temel aramak lazımdır. Bu temeli bize ancak felsefe verebilir. “Bilginin özü nedir? Umumiyetle bilgi nedir?” sorularını yeniden sormalıyız.
Bu soruların cevabı, belirli bir bilgi alanına ait bulunan araştırma neticelerinin, bütün bilgi sahasına genişletilmesiyle tabiidir ki elde edilemez. Mesela yakın zamanlara kadar bilgi nazariyesi denildi mi “bir bilgi tarzının, müspet ilimlerin nazariyesi” anlaşılıyordu. Moritz Schlick fiziğin dayandığı temel nazariyeleri inceleyen kitabına, genel bilgiden bahsediyormuş gibi “Genel Bilgi Nazariyesi” adını veriyor. Nasıl Kral Midas’ın elinin değdiği her şey altın olursa öylece bütün insan dünyası da fizikçi için fizik dünyası, tarihçi için tarih dünyası, psikolog için içsel hayat dünyası ilah oluyor. Bu durum karşısında ilim alanındaki buhranın felsefeye sıçramamasına imkân var mı?
Dediğimiz gibi bilgi sorusuna bu şekillerde cevap verilemez. O hâlde bilgi problemine hangi şekli vermeliyiz?
Bilgi, insanın kendi eseri olduğu için, felsefi antropoloiye göre “Uumiyetle bilgi nedir?” sorusunun daha köklü bir surette, “İnsan nedir?” tarzında şorulması gerekir. Fakat “umumiyetle” insanın ne olduğunu ihtisas ilimleri bize bildiremediğinden “insan ilmi-felsefi antropolojinin kendine ait bir usulü olmalıdır. Felsefi antropoloji, insanın ne ve nasıl olduğunu, varlığını ve özünü araştıran bu ilim, ancak “metafizik” olarak müstakil ilimlere birlik ve düzen verebilir. Bütün hakikatler ondan çıkarılmalıdır. “Bir felsefi antropolojinin ödevi, insan olmanın esas yapısından, insan eserinin, (dilin ve devletin, mitolojinin ve ilmin, sanatın ve dinin tarihi ve içtimai varlığının) nasıl çıktığını tamamıyla göstermektedir.
II Varlık (Existenz) Felsefesi
Felsefi antropoloji ile ilim alanı yeni bir ufukla genişlemiş bulunuyor. Bu yeni sahada, araştırma, hadiselere değil özlere, izafi olana değil mutlak olana, eşyaya değil insana, yani metafiziğe yöneliyor. Bu suretle felsefe iki mana kazanıyor: Bir taraftan müspet ilimlerin dayandığı temelleri, esas mütearifeleri (wesensaxiomatik) veriyor, öbür taraftan Hegel’in tabiriyle “mutlak olana pencere açıyor.”
Felsefeyi ve ilimleri yeni bir hayat hamlesiyle aşılamak isteyen felsefi antropolojinin başında bugün Almanya’da Martin Heidegger bulunur. “Niçin varlık olsun da daha ziyade hiçlik olmasın?” İşte Heidegger’e göre felsefenin esas sorusu! Fakat Heidegger’in varlık hakkındaki bu sorusuna özgünlük (hususiyet) veren, bu sorunun dayandığı temel oluyor. Bütün soruların, “varlık hakkındaki” sorunun da dayandığı ontoloji, insan varlığının, varlığı bakımından çözülmesi (tahlili) ile aranılmalıdır.”
Görülüyor ki Heidegger’de metafizik eski manasını kaybediyor, eşyayı ve cevherini değil, insanı ve özünü araştırıyor; soyuta değil somuta ve hayata yöneliyor.
İnsanın ne olduğunu gösterecek olan bu “existenzielle analytik”, tecrübi antropoloji disiplinlerinin (yani manevi ilimlerin) sonuçlarını toplamaz. Max Scheler’in antropolojisi -metafizik karakterine rağmen- insanın varlığını ve özünü kâinattaki onuruna (mevkisine), organik ve inorganik dünya ile ilgililiğine, tarihî ve sosyal dünyasının çok çeşitli tarzlarına işaret ederek tayin etmeye çalışıyordu. Bu itibarla Scheler’in araştırma tarzına “objektif metafiziki antropoloji” denilmiştir. Hâlbuki Heidegger’e göre insanın “özü”, ilmin (psikolojinin, sosyolojinin, biyolojinin vs.) sonuçlarından tamamıyla ayrılarak kendi varlık yapımızın (Daseinsstruktur) tahlili ile aranılmalıdır. Mevcudiyet, ancak “kendi içinden” anlaşılabilir. Heidegger’in antropolojisine, Scheler’inkinden ayırt edebilmek için “antropolojik metafizik” denilebilir.
Fakat Heidegger, ilmî düşüncenin kaynağa ait olmayan üremiş şey’iliğine işaret ederek cevap veriyor.
Diyor ki: Descartes “Cogito”yu çözümledi “Sum”u müphem bıraktı. Daha doğrusu düşüncenin mevzusu daima bir “şey” olabileceği için Cogito ergo sum cümlesiyle “Sum” şey’i bir varlık veya bir “done” manasını aldı. Descartes’la birlikte eski Hristiyan antropolojisi de insanı hayatla olan kaynaksal birliğinden ayırt ederek basit ve soyut bir done veya bir “şey” olarak anlamıştır. İnsanın tamamıyla parçalanmasının bir sonucu olan bugünkü kültür buhranı, mevcudiyetin hayatla olan başlangıçtaki birliğinin ve bütünlüğünün koparılmasıyla başlar.
Mevcudiyeti olduğu gibi asli mahiyetiyle yorsak hayata, kendisine şekil veren ve prensibini kendisinde gizleyen hayata, yaşayan varlığa tekrar geri dönmeliyiz. İnsanın varlığı, dünya içinde varlıktır; insan “şey” değil “şahsiyet”tir. İnsan soyut bir done değil, gelişimde olan somut hayattır, yaratıcı olan hayattır. Varlığın anlaşılması bu gelişim ile doğar, varlık hakkındaki bilgi bu yayılma ile meydana gelir. “Düşünüyorum o hâlde varım.” cümlesi, “Var olduğum için, bir varlık olduğum için düşünüyorum.” şekline çevrilmelidir. Kaynağı ve özü bakımından ilim, ilim için değil hayat içindir: “Bilgi mevcudiyet tarzına tabidir.”
Hayat, akıl ile kavranılamaz; hayat irrasyoneldir tezinde Nietzsche’den beri gelen ve Bergson’da, Dilthey’de Jaspers’de son şekillerini alan hayat felsefesinin devamı görülüyor. Fakat, geleneksel hayat felsefesi, ilmî kavramcılar karşısına “akılla kavranılamayan” hayat nehrini koymakla iktifa ettiği hâlde, Heidegger bir adım ileri atıyor ve hayatın şekilsiz ve nereye gittiğini bilmeyen bir akış değil; bir şekil, prensibini kendi içinde bulunduran bir “bütün” olduğunu söylüyor. İlmî kavramlar, hayat “irrasyonel” ve kavranılamaz olduğu için değil, belki mevcudiyet yapısının somut varlığını aşacak derecede genel oldukları için hayata uymuyorlar. Felsefi antropoloji, mevcudiyeti bütün özü ile göstermeyi üstüne almıştır.
Gündelik hayat tecrübeleri araştırmanın başlangıç noktasını veriyor. Mevcudiyet dünya içindedir, dünya içinde var olan bir varlıktır, eşya ile ilgilidir, diğer insanların arasındadır, kendisi kendisine sorudur. Çevre dünyası ile çevrili bulunmak (umwelthaftigkeit), birlikte bulunmak (miteinandersein) kaygı ve endişe (Sorge), merak ve sevinç (Freude, Neugier) vs. gündelik hayata hususiyetini verir. Ne kendi mevcudiyetimiz ne de ona “ait” olan dünya basit ve soyut bir done olarak anlaşılmamalıdır. Her şey hayatın “bütünlüğü” içinde köklenir. Bu “aidiyet” şekil, mana ve ifade verir; bu aidiyet insanın düşünen (Descartes), isteyen ve insiyakları içinde yaşayan (Freud) bir mahluk olmadan evvel, içsel bir mizaç mahluku olduğunu gösterir. İnsan ancak “mizaç insanı” olarak hayatın içindedir. Mizaç insanında Süje ve obje ikiliği yoktur. Mizaç insanı olmak sıfatı ile eşya olmadan kurtulur, yaratıcı şahsiyet oluruz.
Bu gündelik hayatın ve mevcudiyetin içi de asla ve öze ait olan nedir? Bu soru ille sorulmalıdır. Çünkü Heidegger’e göre varlık imkânları varlık idesine irca olunmadıkça varlığın yorumu asli olamaz. Gündelik varlığı, asıl varlık yapan “şeyin” bilinmesi isteniliyor. “Asli” burada Scheler’de öz (wesen) kelimesine tekabül ediyor. Özlü mevcudiyet gerçek mevcudiyettir. Onu bilmek mevcudiyetin özünü göstermekle olur. Mevcudiyetin özünü mevcudiyeti tamamlayan “şey” bize bildirir.
Mevcudiyetin tamamlanması ne ile mümkündür? Heidegger cevap veriyor: Ölümle… Hayatın hakiki manası ölüme götürmesindedir. “Ölüm, mevcudiyetin en hakiki, en emin, yetişilinemeyen imkânıdır.” Bütün hayat imkânları, mahiyetleri bakımından orada toplanırlar, orada birleşirler. Mevcudiyet en derin manasıyla “ölüme giden varlıktır, (das sein zum tode), yani sonu olan mevcudiyettir.”
Heidegger’e, mevcudiyetimizin araştırılmasıyla kazanılan bu “sonu olmak” hususiyeti problem oluyor. Sonu olan mevcudiyet, zaman içinde bulunduğu için, “zaman” varlığın sorusudur. “Zaman kendisini mevcudiyetin ufku olarak mı ifşa ediyor?” İşte bu soru ile Heidegger, ontolojisinin birinci cildini kapatır.
Heidegger’in zaman tahlili Varlık Ve Zaman’ın en derin ve dikkate değer kısmını teşkil eder. Dilthey-York’ın “mevcudiyet tarihidir”tezi burada esas iddiayı teşkil ediyor.
III Metafizik Nedir?
24 Haziran 1929’da Heidegger tarafından Freiburg Üniversitesi Aulasında verilen bir açış dersini, burada dilimize çeviriyoruz. Metafizik Nedir? adını taşıyan bu küçük eser, bir metafizik sorusunun gelişmesiyle başlıyor, işlenmesiyle devam ediyor ve cevabıyla bitiyor. Fakat Heidegger eski manada metafizik yapmadığı için (yani araştırmanın ağırlık merkezini eşyanın cevheri değil, mevcudiyetimizin özü teşkil ettiği için ve felsefi antopoloji bakımından metafiziğin “mutlak olana pencere” açmakla beraber ilimlerin de aksiyomlarını vermesi icap ettiğinden) bu soru, ilim yapan insan varlığının -geliştirilen- bir sorusundan başka bir şey değildir.
Hiçlik bütünlüğü ile var olanın köklü bir surette erimesi olduğu için, hiçlik sorusu şu şekilde formüle ediliyor:
“İnsan varlığında, insanı bizzat hiçliğin karşısına koyabilen böyle bir içsel mizaç ahengi vuku buluyor mu?”
Heidegger, hiçliği bize tanıtan ruhun asli hadisesini, “havf” (angst) esnasında görüyor. “Havf” hâli ile çok defa tesadüf olunan ve kolayca meydana gelen “korku” (furcht) hâli kastedilmiyor. İkisi köklü bir surette birbirinden ayırt ediliyor: “Biz daima, bizi bu veya şu bakımdan tehdit eden muayyen bir şeyden korkarız. “… den korku” daima bir şeyden korkudur. Böylece korkunun nesnesi ve sebebi esaslı bir surette sınırlandırılmış olduğundan, korkak ve ürkek olan, kendisini, duyduğu muayyen bir hissin içinde hapsedilmiş bulur. Bu “muayyen olan”dan kurtulmaya çabalayarak, korkunun nesnesine karşı duyulan emniyeti kaybeder ve şaşırırız. Havf böyle şaşkınlığın doğmasına müsaade etmez… Hususi neviden bir huzuru doğurur. “Havf” daima “… den duyulan havftır” fakat bundan veya şundan duyulan havf değildir.” Havf anında insana ne olur diye sorulunca, insana bir şeyler olur denilir. Bu “şeyler” ve bu “insana” kelimeleri de ne demektir? Kime bir şeyler olduğu, neden bir şeyler olduğu ve ne olduğu söylenmiyor. İnsana bütünlüğü ile bir “şey” oluyor: “Bütün şeyler ve bizzat biz, bir kayıtsızlık içine batıyoruz.” Fakat bu batma bir kaybolup gitme değildir. Havf esnasında bütünlüğü ile batan varlık kaybolmaz, üstümüze abanır, bizi sıkmaya başlar. Tutacak kalmaz. Varlığın erimesi içinde sadece üstümüze abanan bir hiçlik kalır:
“Havf hiçliği ifşa eder.”
İnsanın “havf” gibi asli bir ruh hâline dayanılarak hiçlik sorusuna verilen cevap ve dolayısıyla insan varlığının gizli kalan öz bir tabakasının meydana çıkarılması metafiziki antropolojinin dikkate değer kısımlarını teşkil ediyor.
Metafizik Nedir? okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Martin Heidegger (26 Eylül 1889 – 26 Mayıs 1976), varoluşçu felsefenin isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof. Freiburg Üniversitesi’nde Katolik ilahiyatı ve Hristiyan felsefesi okudu ve 1914 yılında ilk çalışması ve doktora tezi, “Psikolojide Yargı Kuramı” ile dikkat çekmeye başladı. 1923’te Marburg Üniversitesi’nde profesör oldu. 1927 yılında “Varlık ve Zaman” yayımlandı ve yayımlanışından itibaren yalnızca varoluşçu felsefe açısından değil, 20.yüzyıldaki bir bütün felsefe tartışmaları bağlamında bir şekilde etkili oldu. Heidegger burada, bütün bir Batı Felsefesi geleneğini metafizik olmakla eleştirdi, ki sonrasında postmodern felsefe bu argümanı başka düzlemelerde yeniden değerlendirecektir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın