“Eskiye ait en ufak parçalar dahi toplanıyor ve mümkün olanları da yerlerine konuyor. Bu bir merhaledir ve birçok diğer şeyler gibi, hayır hatta tren, elektrik, telgraf ve gündelik gazetelerden daha fazla Türkiye’nin kararlı bir şekilde ilerlediğine ve Müslüman memleketlerinin kaderi olarak kabul edilen duraklama devrine hiçbir vesile ile mahkum olmadığına bizi ikna etmektedir… “
— Friedrich Max Müller
Merhaba
İnsanoğlu, dünya yüzüne bırakıldığı günden bu yana, fıtratında mündemiç olan eksiklik hissi ve buna bağlı olarak gelişen bir “arayış” hali ile malûldür. Bu arayış onu, çok zaman başka insanlara ve diyarlara doğru bir yolculuğa çıkarmıştır. Yine bu arayış sebebiyledir ki, kendisinden farklı olanı keşfetme ve dış dünyayı daha yakından tanıma arzusuna bigâne kalamamış, sık sık seyahatler yapmak durumunda kalmıştır.
Seyahatlerin temelinde bu arayış hali yatıyorsa da, bu duruma eşlik eden başka saikler de insanoğlunun yola düşmesini sağlamıştır. Bunlar kimi zaman dinî, siyasî, askerî, diplomatik mecburiyerlere olurken; kimi zaman da tebdîl-i mekân, dünyayı başka bir açıdan görme isteği gibi daha şahsî nedenlerle meydana gelmiştir. Her ne sebeple olursa olsun yola düşen seyyahların bir kısmı, sadece gezmekle kalmamışlar, gördüklerini kayda geçirmek suretiyle seyahatnameler kaleme almışlardır. Böylelikle hem memleketlerine eli boş dönmemişler, hem de tarihe karşı önemli bir vazife ifa etmişlerdir.
Hikâyesini kısaca bu şekilde özetlediğimiz seyahatnameler, eski devirlerden beri merakla takip edilse de, son birkaç asırdır hem çeşitlilik hem de içerik açısından kitap dünyasında kendisine hatırı sayılır bir yer edinmiştir. Elbette bunun altında yatan pek çok sebep vardır. Bunlar arasında Batı’da; Cemil Meriç‘in ifadesiyle “sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm”in palazlanmaya başlamasıyla Doğu’nun mercek altına alınması, Doğu’nun ise özgüveni kaybederek kendisine örnek olarak seçtiği Batı’yla yakınlaşma isteği ilk sırada zikredilecek sebepler arasındadır Bu siyasi sebepler dışında edebî bir tür olarak kabul görmeye başlaması, tarih metodolojisinde yararlanılacak kaynaklar arasında ve sosyolojik hadiselerin izahında başvurulması, seyahatnamelere önem kazandıran nedenler arasındadır. Ayrıca bütün subjektifliğine rağmen seyahatnameler döneminin anlayışlarını, ilmî ve kültürel seviyesini, hayat tarzını, iktisadî ve sosyolojik durumunu açıklaması bakımından da dikkate değerdir.
Günümüzde ise seyahatnameler, eskisine nazaran daha fazla öneme haizdir. Çünkü küreselleşme adı altında dünya aynîleşmekte ve yerel unsurlar hızla yok olup gitmektedir. Bugünün dünyasından çekilmeye başlayan değerlerin, dünün seyyahlarının kaleminden okumak, hiç şüphesiz ki yaşadığımız dünyayı daha iyi anlamlandırmamızı sağlamaktadır. Bunların dışında günümüz dünyasında iyice karmaşıklaşan siyasî ilişkilerin ipuçları da yine seyahatnamelerin içerisinde gizli olabilmektedir. Tıpkı bütünün, ayrıntıda gizli olması gibi…
Oxford Üniversitesi hocalarından Friedrich Max Müller’in eşi Mrs. Max Müller’in kaleme aldığı “Letters From Constantinople” adlı eser, “İstanbul’dan Mektuplar” adıyla, olarak okurların istifadesine sunulmuştur. Bu eser, İstanbul’da bulunduğu sırada Mrs. Max Müller’in buradan İngiltere’ye yolladığı mektupların sonradan genişletilmesiyle meydana gelmiştir. Kitapta yer alan 16 mektuptan 12 tanesi Mrs. G. Max Müller, dördü ise kocası tarafından kaleme alınmıştır.
İstanbul’dan Mektuplar, “Galata Köprüsü” bölümünde S. 25’de Friedrich Max Müller şöyle yazıyordu:
“İstanbul bugün, hiçbir şekilde terk edilmiş, zayıf düşmüş Ortaçağ’ın Bizans’ı değil, bilakis hayat dolu, canlı, çarpan bir kalp. Doğu ve Batı’yı kendine birleştirmiş olan bu şehir ortak pazar için düşünülebilecek en mutena, en uygun nokta. Türklerin iftiharla baktıkları bu yere komşularının boş bir ümitle göz dikmiş olmalarına hayret etmemek lazım. “Hasta Adam” hakkında ne söylenirse söylesin Türkün henüz ölmek niyetinde olmadığını gösteren birçok emare var. Türkiye, onu yutmak isteyenin boğazından geçmeyecek kadar büyük ve sert bir lokma olduğunu ispat edecektir. Metin ve kuvvetli olan hakiki Türk 400 seneden fazla bir zamandan beri “Benim” dediği bu ülkeyi başkalarına vermemek için ölünceye kadar savaşmaya kararlı. Türkleri tanımak, onların zayıf ve kuvvetli taraflarını keşfetmek çok zor. Bir milletin milyonda biri ile karşılaşmış insanların, o milletin umumi karakterinden söz etme cesaretine hayran kalmışımdır ve kendim böyle bir hataya düşmek istemiyorum. Türkler hakkındaki bilgim, kısa ziyaretim esnasında Boğaz’da tanıştığım insanlara dayanmaktadır. Bunun umuma teşlimini başkalarına bırakıyorum. Esasen, kendi müşahedelerime dayanarak bazı hükümlere varmak imkanını bulduğum zaman dahi Türklerin yabancılara karşı çok ketum davrandıklarını, bilhassa iç işlerini ve aile hayatlarını tam bir gizlilik içinde tutuklarını gördüm. Buna rağmen sokakta bunların asil, kibar, hareketleri dikkatinizi çeker. En fakirlerinin bile çocuklara sevgi, düşkünlere şefkat ve hayvanlara merhamet besledikleri görülür.”
Mrs. Max Müller ve eşi, 1800’lerin sonunda İstanbul’da İngiliz konsolosluğunda görevli olan oğullarını ziyarete gelmişler ve iki ay kadar İstanbul’da kalmışlardır. Bu süre içerisinde pek çok defa Yıldız Sarayı’nda Sultan II. Abdülhamid ‘in misafiri olmuşlar ve Sultan’ın tahsis ettiği bir saray yaveri eşliğinde İstanbul ‘u gezmişlerdir. Eser, bu seyahat boyunca tutulan notlardan oluşmaktadır. Kitaptaki dört yazı, konuyla daha yakından ilgili olması hasebiyle Friedrich Max Müller tarafından kaleme alınmıştır. Eser, Sultan II. Abdülhamid’e, 19. yüzyıl İstanbul’una ve dönemin siyasi atmosferine dair önemli veriler ihtiva etmektedir. Osmanlı’nın bir Batılı aynasındaki yansımalarından oluşan eserin ayırıcı özelliği, döneminin adeta sarî hastalığı olan Abdülhamid düşmanlığına yakalanmamış olmasıdır. Yazarın, olaylara olabildiğince tarafsız ve objektif bir şekilde yaklaşmaya çalışması da, eserin değerini arttıran hususlardandır.
İstanbul’dan Mektuplar, “Yıldız Sarayı” bölümünde S. 48’de Georgina Max Müller şöyle yazıyordu:
Yine Yıldız kapısından içeri girdik. Fakat bu sefer Harem dairesi duvarlarının dışında, hemen sağa döndük ve biraz sonra çok büyük tek odalı köşke vardık. Burası padişahın hususî kütüphanesi idi. Türkçeden başka bir lisan bilmeyen çok nazik, yaşlı kütüphane memuru vazifesiyle iftihar ediyor ve uhdesindeki bu kitaplara karşı büyük bir bağlılık duyuyordu. 7-8 tane çok zeki yardımcısı vardı. Hemen bir masa başına oturtulduk. Önümüzde çok iyi hazırlanmış zengin büyük bir katalog, yanımızda ise tercümanlık yapmaya hazır dostumuz Sadık Bey bulunuyordu. İhtiyar kütüphanecinin, kocamın görmek istediği herhangi bir kitabı bulmak için gösterdiği içten gayret cidden dokunaklı idi. Yardımcıları ona gayet bilinçli olarak yardım ediyorlardı. Bize evvela çok güzel resimlendirilmiş (minyatürler) ve ciltlenmiş nefis İran el yazmaları getirdiler. Ben, onlara, kocamın kütüphanede Hindistan’dan getirilmiş ne gibi kitaplar bulunduğunu görmek istediğini anlattığım zaman, ellerinde ne varsa hemen önümüze döktüler. Ama bunlar daha ziyade müziğe ait eserler idi. Şerh ve tefsirleriyle birlikte Kur’ân’dan bazı nefis el yazmaları getirdikten sonra etrafta dolaşıp mevcut eserleri umumi olarak bizzat tetkik etmemizi istediler. Kitaplıklar müteharrik raflarıyla en güzel yapım tarzı idi. Bir köşede Fransız, İngiliz ve Alman klasiklerinin çok güzel koleksiyonunu bulduk. Odanın orta kısmında ise, içlerinde ekserisi Sultan’a hediye olan muhteşem resimli ciltler bulunan cam mahfazalar duruyordu. Kocam, Sadık Bey’in yardımıyla yaşlı kütüphane memuruyla konuşurken, yardımcıları bana ve oğluma Osmanlı İmparatorluğu’nun dahilinde bulunan bazı nefis yerlerin ve İstanbul’daki bazı umumi binaların resimlerini gösterdiler.
Hiçbir kimse bunlardan daha nazik ve bizimle daha ilgili olamazdı. Ziyaretimizi bizim için kıymetlendirme arzuları gayet açıktı. Padişah Hazretleri geleceğimizi bildirmişti. Kütüphane memurundan, Zat-ı Şâhânelerinin, kütüphane tanzimi ile bizzat meşgul olduklarını ve hemen her gün burayı ziyaret ettiklerini öğrendim. Sultan, kocamın kendisinden kabulünü rica ettiği kitaplarının, vasıl oldukları zaman, müstesna bir köşeye yerleştirilmelerini emir buyurmuşlar. Buradan isteksiz bir şekilde ayrıldık. Muhterem kütüphaneci ve bütün yardımcıları Türk usulü nazik ve derin bir selamlama ile bizi kapıda uğurladılar. Sağ elin göğüs üstünden başa kalkarken, vücudun yere eğilmesi şeklinde olan bu selam bir bağlılık alametidir. Esasen bizimle meşgul oldukları bu iki saat zarfında ne kadar nazik ve candan olduklarını göstermişlerdi.
İstanbul’dan Mektuplar, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Eserdeki mektupların bazıları ilk olarak İngiltere’deki dergilerde, daha sonra 1897 yılında Londra’da “Longmans, Green&Co” tarafından kitap halinde neşredilmiştir. Fakat bu önemli seyahatname, Türkiye’de uzun yıllar dikkatlerden kaçmıştır. Çalışmayı ülkemizde ilk kez gündeme getiren 1968’de “Türk Kültürü” dergisinin 66. sayısında yayınlanan yazısıyla Orhan F. Köprülü’dür. Bundan on yıl sonra yine Köprülü’nün teşebbüsleri ile, “Tercüman Gazetesi 1001 Temel Eser” dizisinin 131. kitabı olarak Afife Buğra tarafından ilk kez Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Şehir Yayınları “Seyahat Kitaplığı” oluşturmak düşüncesiyle yola çıktığında araştırmaları sonucunda Afife Hanım’ın vefat ettiğini büyük bir teessürle manevi kızı Füsun Buğra Hanım’dan öğrenmiş. Füsun Hanım’ın alakası, nazik yaklaşımı ve gösterdiği kolaylıklar sonucunda mezkûr nüshayı esas alarak eseri tekrar neşretme imkânına kavuşmuş. Bu vesile ile belirtmek gerekir ki çeviri, İngilizce metinle karşılaştırması yapıldıktan ve günümüz imlasına uygun hale getirildikten sonra son şeklini aldı. Ayrıca bahsi geçen nüshada yer alan yazara ait dipnotlarla Orhan F. Köprülü’ye ait önsöz ve dipnotlar, yeni baskıya derc edildi. Gerekli görülen yerlere, tarafımızdan yeni dipnotlar da eklendi.
Eserin orjinalinde yer alan ve II. Abdülhamid döneminin meşhur fotoğrafçısı Abdullah Freres (Abdullah Biraderler)’e ait olan fotoğraflar, yine orijinal nüshaya sadık kalınarak kitaba dahil edildi. Ayrıca son kısma “Ekler” bölümü ilave edildi. Bu kısımda, yazarın eserde bahsettiği Osmanlıca gazetelerden biri olan Tercüman-ı Hakikat’in ilgili nüshaları ve transkripsiyonları ile New York Times gazetesinde 1897 tarihinde yayınlanmış eserle ilgili bir yazı bulunmaktadır. Yazının yer aldığı gazete kupürünün yanısıra, Ayşe Handan Konar tarafından yapılan Türkçe çevirisine de yer verildi. Yazarın eşi Friedrich Max Müller’i 40’lı yaşlarında resmeden bir fotoğraf ve orijinal nüshanın ilk baskısının ilk sayfası da yine bu bölüme eklenmiş.
19. yüzyılın son çeyreğine ve Osmanlı’nın son dönemlerine dair önemli tesbitler ihtiva eden bu eserin, hem tarihçiler hem de genel okur kitlesi tarafından ilgiyle okunacağını umuyoruz.
Friedrich Max Müller, genelde bilinen ismiyle Max Müller, 6 Ekim 1923 tarihinde Almanya’nın Dessau şehrinde dünyaya geldi. Babası meşhur halk şairi Johann Ludwig Wilhelm Müller’dir. 1841 yılında Leipzig Üniversitesi’ne girdi. Burada Yunanca ve Latince eğitiminin yanısıra, Arapça dilbilgisi, Hint edebiyatı tarihi, felsefe ve Sanskritçe gibi dersler aldı. 1843 yılında bu üniversiteden doktor unvanı alarak mezun oldu.
Dinler tarihi, Hint edebiyatı, felsefe ve mitoloji üzerine çalışmalar yaptı. Hayatının geri kalanını İngiltere’de geçiren yazar, Oxford Üniversitesi’nde filoloji ve mitoloji alanlarında dersler verdi. The Sacred Books of Easts (“Doğunun Kutsal Kitapları”) adlı elli ciltlik dev eserini hazırlamaya başladı.
28 Aralık 1900 tarihinde hayata gözlerini kapayan Müller, ardında dinler tarihi, Hint edebiyatı, filoloji, felsefe ve mitoloji alanlarında pek çok eser bıraktı. Blog’da bu eserlerden bazıları yer almakta: Upanişadlar ve Rigveda Samhita eserlerini de okuyabilirsiniz.
Georgina Max Müller burada tuttuğu notları, 1897 yılında “İstanbul’dan Mektuplar”ı, 1900 yılında eşinin ölümünden sonra onun yaşamını ve mektuplarını konu alan “The Life & Letter of the Right Honaurable” adlı eseri yayınladı. 17 Temmuz 1916 yılında 81 yaşında hayata veda etti.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın