“Paradigmada söz konusu olan anlaşılabilirlik, ontolojik bir özelliğe sahiptir, bir özne ve bir nesne arasındaki bilişsel ilişkiye değil varlığa gönderme yapar…”
—Giorgio Agamben
Merhaba,
İnsan bilimlerindeki araştırma pratiğine aşina olanlar, yöntem üzerine düşünüm, yaygın kanının aksine, pratikten önce gelmediğini ama pratiği izlediğini bilirler. Yani dostlar ve uzmanlar arasında tartışılacak ve ancak uzun bir araştırma alışkanlığı ile gerekçelendirilip meşru kılınabilecek en sondaki ya da sondan bir önceki düşünceler söz konusudur.
Bu kitaptaki üç deneme, yazarın yönteme özgü üç sorun üzerine düşünümlerini içermektedir: Paradigma kavramı, işaretler kuramı (la teoria delle segnature) ve tarih ile arkeoloji arasındaki ilişki. Eğer bu düşünümler, her seferinde, bu kitabın yazarının son yıllarda kendisinden pek çok şey öğrenme fırsatı bulduğu bir araştırmacının, Michel Foucault’nun yöntemi üzerine bir araştırma gibi görünürlerse, bunun nedeni, kitapta tartışılmamış —yazarın Walter Benjamin’e borçlu olduğu— yöntembilimsel ilkelerden birinin, öğretinin geçerli nedenlerle sadece yorum biçiminde gözler önüne serilebilir olmasıdır. Dikkatli ve titiz okurlar, bu üç denemede, Foucault’ya atfedilmesi gerekenlerle yazarın hesabına yazılması gerekenler arasında ayrım yapabilecekler ve her ikisi için de nelerin geçerli olduğunu anlayabileceklerdir. Yaygın düşüncenin aksine, yöntemin mantıkla paylaştığı şey, aslında, içinde iş gördüğü bağlamdan tamamıyla ayrı olmasının olanaksızlığıdır. Nasıl ki nesnelerini bir kenara bırakabilecek bir mantık yoksa her alanda geçerli bir yöntem de yoktur.
Yazarın sıkça kullandığı bir başka yöntembilimsel ilkeye göre —bu ilke de kitapta tartışılmamıştır— ister sanat yapıtı olsun, ister bilim ya da düşünce yapıtı olsun, her yapıtta gerçekten felsefi olan öğe, Ludwig Feuerbach’ın Entwicklungsföhigkeit olarak tanımladığı, yapıtın geliştirilebilirlik kapasitesidir. Tam da böyle bir ilke izlendiğinde, yapıtın yazarına düşenle onu yorumlayan ve geliştiren kişiye atfedilen arasındaki fark, kavranamayacak kadar zor ve bir o kadar da temel bir farka dönüşür. Bu yüzden yazar, kendisine ait olmayan araştırma izlekleri ya da düşüncelerden yararlanmak ve onları kendine mal etmek gibi bir riske girmekten çok, onlardan yola çıkarak ilerleyen çalışmasında başkalarının metinlerine atıfta bulunmak gibi bir riski göze almayı yeğlemiştir. Dahası, insan bilimlerindeki her araştırma dolayısıyla yöntem üzerine bu düşünüm de— örtük biçimde de olsa arkeolojik bir sakınım gerektirmektedir, yani kendi izlediği yolda bir şeylerin karanlıkta kaldığı ve konu olarak ele alınmadığı noktaya kadar geri gitmelidir. Ancak kendi söylenmeyenini saklamayan, aksine sürekli olarak onu yeniden ele alıp geliştiren bir düşünce özgünlük iddiası taşıyabilir.
I. Paradigma Nedir?
Paradigma, ne tümdengelimli ne tümevarımlı bir bilgi biçimidir, analojik bir bilgi biçimidir, tekillikten tekilliğe doğru hareket eder. Paradigma, genel ve özel arasındaki ikili karşıtlığı yansızlaştırarak, ikili karşıtlık mantığının yerine çift kutuplu analojik bir model koyar. Paradigmatik vaka, bütüne (kümeye) aitliğini hem askıya alarak hem de ortaya koyarak paradigmatik hale gelir, bunu öyle bir biçimde yapar ki, ondaki örneksellik ve tekillik asla birbirinden ayrılmaz. Paradigmatik bütün/grup hiç bir zaman paradigmalarda varsayılmaz ama onlara içkin kalır. Paradigmada bir köken ya da bir arche yoktur: her fenomen kökendir, her imge arkaiktir. Paradigmanın tarihselliği ne artsüremde ne eşsüremde bulunur, onların kesişiminde yer alır.
Giorgio Agamben sözlerine şöyle devam eder: Foucault’nunkiler gibi, arkeolojik niteliğe sahip ve araştırmalarımın ilgilendiği fenomenler zaman içinde gerçekleşiyor ve bu nedenle belgelerin dikkatle incelenmesini ve tarihsel filolojinin kurallarını izlemeden edemeyecekleri için artsüremliliği gerektiriyorlar; ama araştırmaların ulaştığı arche -bu belki de, her türlü tarihsel araştırma için geçerli olabilir— zaman da varsayılan bir köken değil, ama, artsürem ve eşsüremin kavşak noktasına yerleşerek, araştırmasının şimdisini en az nesnesinin geçmişi kadar anlaşılır hale getiren bir şeydir. Bu anlamda, arkeoloji, her zaman bir paradigma bilimidir ve araştırmacının paradigmaları tanıma ve eklemleme kapasitesi, bir arşivin belgelerini incelemedeki yeterliliği kadar onun düzeyini de tanımlar. Gerçekten de son tahlilde, paradigma, —kendinde eylemsiz/devimsiz olan- kronolojik arşivin ortasında, tek başına bu arşivi anlaşılır kılan (Fransız bilgikuramcılarının verdikleri adla) bölünme düzlemlerinin oluşturulması olanağının kendisini belirler.
Sonuç itibarıyla, eğer paradigma niteliğinin şeylerde mi yoksa araştırmacının kafasında mı bulunduğu sorulursa, yanıtım, bu sorunun bir anlamı olmadığı olacaktır. Paradigmada söz konusu olan anlaşılabilirlik, ontolojik bir özelliğe sahiptir, bir özne ve bir nesne arasındaki bilişsel ilişkiye değil varlığa gönderme yapar.
II. İşaretler Kuramı
Paracelcus’un “Şeylerin Doğası Üstüne” başlıklı çalışmasının IX. kitabı “Doğal Şeylerin İşareti” başlığını taşımaktadır. Paracelcus’un epistemesi‘nin özgünlüğünü ve çekirdeğini oluşturan; her şeyin, kendi görünmez niteliklerini görünür kılan ve ortaya çıkaran bir gösterge taşıdığı fikridir. “Hiç bir şey göstergesiz değildir.” diye yazmıştır. “Çünkü doğa, o şeyde bulunanı işaretlemeden kendisinden hiçbir şeyin çıkmasına izin vermez.” (Paracelcus, III, 7, 131) “İçeridekini bildirmeyen dışsal hiçbir şey yoktur.” der Liber de podagricis, ve insan, her şeyde işaretlenmiş olanı, göstergeler sayesinde bilebilir. Ve eğer bu anlamda “her şey, otlar, tohumlar, taşlar, kökler kendi niteliklerinde, biçimlerinde ve figürlerinde [Gestalt] kendilerinde olanı ifşa ediliyorsa” eğer “her şey signatum’ları sayesinde tanınıp biliniyorsa” o halde “signatura, sayesinde saklı olan her şeyin bulunup ortaya çıkarıldığı bilimdir ve bu sanat olmadan derinlemesine bir şey yapılamaz.”
Paracelcus’a göre üç işaretleyen vardır: İnsan, Archeus ve yıldızlar (Astra) . Kehanetleri ve alametleri mümkün kılan yıldızların işaretleri, şeylerin, “gücünü ve doğaüstü erdemini” göstermektedir: toprak falı, el falı, yüz falı, su falı, ateş falı, nekromansi ve astronomi gibi kehanet bilimleri ilgilenmektedir. Kehanetin ilgilendiği hermofroditler ve çift cinsiyetliler gibi canavarlar, yükselen yıldızların bıraktığı bir işaretten başka bir şey değildir: ve Paracelcus’a göre, sadece gökyüzündeki yıldızlar değil, “her an, insanın fantazileri ve hayalleriyle, ruhunda tıpkı gök kubbedekiler gibi doğan ve batan” “insandaki yıldızlar” da bedende izlerini bırakabilir.”
Paracelcus, doğal şeylerin üzerine Archeo tarafından bırakılmış, işaretlerin çözümlemesine geçmeden önce, deyim yerindeyse, her işaretin paradigmasını oluşturan bir Kunst Signata‘nın [İşaret-leme Sanatının var olduğunu hatırlatır. Bu ilksel işaret dildir, dil sayesinde “ilk signator (işaretleyen), Adem, İbranicede şeylere, “doğru isimlerini” koymuştur.
Rönesans ve Barok döneminde Paracelsus tıbbının başarısını belirleyen sistematik çekirdek, işaretleri bitkilerin şifalı gücünün şifreleri olarak görmektedir. Paracelsus’un ölümünden neredeyse yüzyıl kadar sonra Henry More’un yazdığı gibi onlar “doğal hiyerogliflerdir”. Tanrı onlar aracılığıyla bitkilerin dünyasında saklı olan tıbbi erdemleri bize gösterir. De signatura rerum’da, onların yokluğu, bu açıdan, daha da şaşırtıcı bir şeydir. Onların yerini Archeo’nun işaretinin örneklendirilmesi olarak, geyiğin ve ineğin boynuzları almıştır, boynuzlardaki kıvrımlar yaşlarını ya da doğurdukları yavruların sayısını gösterir ya da söz konusu yeri yeni doğan bir yavrunun göbek kordonundaki düğümler almıştır, bu düğümler annenin daha kaç tane çocuk doğurabileceğini gösterir. Paracelcus’un tıbbi eserleri bize bunlarla ilgili oldukça zengin bir örneklem sunmaktadır.
“Neden göz otu gözleri tedavi eder? Çünkü kendinde göz anatomisini barındırır; o kendinde gözlerin biçimine ve imgesine sahiptir, yani tamamen göz haline gelir” (Paracelsus, II, 4, 316) İşaret bitkiyi göz ile ilişkiye sokar, bitkiyi göze taşır ve ancak bu biçimde gizli erdemini açığa çıkarır.
“O halde ferrum nedir? Mars’tan başka bir şey değildir. Mars nedir? Ferrum’dan başka bir şey değildir. Bunun anlamı her ikisinin de ferrum ya da Mars olduğudur… Mars’ı tanıyan, ferrum’u tanır ve ferrum’u tanıyan Mars’ın ne olduğunu bilir.”
Doğal ve doğaüstü işaretleri doğru biçimde anlayabilmek için, diye yazar Paracelcus, her şeyden önce, işaretelerin işaretleyenin insan olduğunu anlamak gerekir.
İşaret paradigmasının daha da karmaşık bir görünüm aldığı çok daha ilginç bir başka örnek grubu bulunmaktadır. Bunlar, her şeyden önce zanaatkarın yaptığı işleri, “eseri kimin yaptığını herkes anasın diye” işaretlemek için kullandığı “marka ya da göstergeler” grubudur.
İşaret özde yer alır ve sessiz kalan, dilsiz ve anlaşılmamış bir lavtaya benzer, ancak biri onu çalarsa, işte o zaman anlaşılır… doğanın göstergesi [Bezeichnung] de böyledir, figüründe dilsiz bir varlıktır… İnsan ruhunda işaret her varlığın özüne göre yapay olarak hazır halde bulunur ve insanın tek eksiği aleti çalabilecek ustadır (a.g.e.).
Terimsel tereddütlere rağmen, işaretin bu noktada gösterge ile değil de, göstergeyi anlaşılır hale getiren şey ile örtüştüğü açıktır: enstrüman, yaratılış anında hazırlanmış ve işaretlenmiştir; ama işarette açığa vurulduğu an olan daha sonraki bir anda bilgi üretir, işarette “içsellik sözün sesinde açığa vurulur, çünkü bu ruhun kendine dair doğal bilgisidir” (a.g.e., 5).
Böhme, hem teolojik bir geleneğe, hem de bir büyü geleneğine gönderme yapan bir terimle anlamlandırmanın “vahiye (açınlamaya)” (Offenbarung) geçtiği bu etkin anı “karakter” (Character) olarak tanımlar:
Görünür tüm dış dünya tüm yaratılanlarıyla birlikte, ruhsal iç dünyanın bir göstergesi [Bezeichnung] ya da bir figürüdür [Figur], içte olan her şey, eyleme geçip gerçeğe dönüştüğü anda [in der Wirkung ist], dış karakterini alır (Böhme, VI, 14, 96).
İşaretlere ait bu “doğal dil” (Natursprache) paradigması Böhme için Paracelsus’un Kunst Signata’sı değil de kristolojidir [Mesih bilimdir] :
Tanrının sözü tüm varlıkların temeli, tüm niteliklerinin başlangıcıdır; ve Söz Tanrı’nın konuşmasıdır ve Tanrı’da kalır, ama telaffuz/ifade Söz’den çıkan şey olarak- telaffuz/ifade temellenmiş istenç bölünmeye varacağından- doğa ve niteliktir.
Tanrı yaradılışın hem etkin aracı hem modeli olan Söz aracılığıyla her şeyi tasarlayabilmiş ve biçimlendirebilmiştir; aynı şekilde işaret de göstergelerde ikamet ederek yaratılışın dilsiz göstergelerini etkin ve konuşur hale getiren şey konumundadır.
III.Felsefi Arkeoloji
Bir “felsefi arkeoloji” fikri ilk kez Kant’ta görülür. 1791 Über die Fortschriffe der Metaphysik [Metafiziğin ilerlemesi üzerine] için hazırladığı Lose Blatter’lerde “felsefi bir felsefe tarihinin” olanaklılığını sorgular. Böyle bir tarih, diye yazar “tarihsel ve bilgikuramsal olarak kendi içinde mümkün değildir, sadece ussal olarak yani a priori olarak mümkündür. Böyle bir tarih aklım facta’larını gözler önüne serse de, onları tarihsel anlatıdan ödünç alamaz, yapması gereken onları felsefi bir arkeoloji olarak insan aklının doğasından çekip almaktır [als philosophische Archâologie]” (Kant 1942, 341). Böyle bir arkeolojide örtük olarak bulunan paradoks şudur: sadece filozofların “dünyadaki şeylerin kökeni, amacı ve sonu hakkında öne sürdükleri yalan yanlış ama makul görünen fikirlerine” (a.g.e.) yani “şurada burada rastgele doğmuş fikirlere [Meynungen]” ait bir tarih olamayacağından, bu tarih, bir başlangıçtan yoksun “meydana gelmemiş şeyler” (a.g.e., 343) tarihi önermenin tehlikesini yaşar.
Kant’ın notları pek çok kez bu paradoks üzerinde durur: “Meydana gelmemiş şeylerin tarihi yazılamaz, böyle bir tarih için sadece malzeme toplanır ve hazırlık yapılır” (a.g.e., 342. 43). “Her tarihsel bilgi ampiriktir… O halde felsefenin tarihsel bir temsili nasıl ve hangi sırayla felsefe yapıldığını anlatır. Ancak, felsefe yapmak insan aklının aşamalı bir gelişimidir ve bu gelişme deneysel yolla ilerlemiş olamayacağı gibi, sırf kavramlara dayanarak da başlamış olamaz” (Kant 1972, 340). “Felsefe tarihi öylesine özel bir türe aittir ki, onda, neyin meydana gelebileceği ya da gelmesi gerektiğini bilmeden önce, meydana gelen şeyile ilgili hiçbir şey anlatılamaz” (a.g.e., 343).
Kant’ın “felsefi arkeoloji” dediği bu bilimin tamamıyla kendine özgü karakteri üzerine düşünelim. Bu arkeoloji bir “tarih” olarak ortaya çıkar ve bu haliyle, kendine özgü kökeni üzerine sorgulama ve araştırma yapmadan edemez: ama deyim yerindeyse nesnesi insanlığın bizzat ereği, yani aklın çalışması ve gelişmesiyle örtüşen a priori bir tarih olduğu için, aradığı arche asla kronolojik bir veri ile özdeşleşemez, asla “arkaik” olamaz. Dahası, felsefe sadece ve sadece olmuş olanla değil, olması gereken ya da olabilecek olanla ilgilendiğinden, tıpkı felsefenin tarihinin “meydana gelmemiş şeylerin tarihi” olması gibi, felsefenin de belli bir anlamda henüz oluşmamış bir şey olması onun kaçınılmaz yazgısıdır.
Bu nedenle, Logik’te, Kant “her filozof deyim yerindeyse eserini, bir başka eserin kalıntıları üzerine [aufden Trümmern] inşa eder” ve “felsefe, henüz oluşmadığından, öğrenilmesi mümkün olan bir şey değildir” (Kant 1974 b, 448) diye yazabilmiştir. Arkeolojij bu anlamda, bir kalıntılar bilimidir, bir “kalıntıbilimdir” nesnesi, kelimenin tam anlamıyla aşkınsal bir ilke oluşturmasa da, ampirik açıdan mevcut bir bütün olarak asla gerçek anlamda oluşturulamaz. Arcadi’ler oluşabilecek ya da oluşması gereken şeylerdir, belki de bir gün oluşabileceklerdir, ama şimdilik, sadece kısmi nesneler ya da kalıntılar halinde bulunmaktadırlar. Gerçekte var olmayan filozoflar gibi, onlar da sadece Urbilder olarak, arketipler ya da orijinal imgeler olarak (Kant 1973, 7) elde edilirler. Dahası “Bir arketip ancak eğer ulaşılamaz olursa, arketip olarak kalır. Yön göstermek için [Richtschnur] kullanılan ince bir kordon olarak işe yarayabilir sadece” (Kant 1973, 7).
Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Nasıl ki hayal gücü bireyin yaşam öyküsünde geri giderse, arkeoloji de tarihin seyrinin tersi yönünde ilerler, yani geriye doğru gider. Her ikisinin de temsil ettiği şey, geri çekilmeyen bir gerileme gücüdür, ancak [bu güç], tıpkı travmatik nevroz gibi, yok edilmez kalan bir kökene doğru gerilemez, ama tam aksine, gelecekteki geçmişin zamansallığına göre, (bireysel ya da kolektif) tarihin, ilk kez erişilebilir hale geldiği bir noktaya doğru geriler.
Giorgio Agamben 1942 doğumludur. Hukuk öğrenimi gördüğü 1966-1968 yılları arasında Heidegger’in seminerlerine katılmış, Walter Benjamin’in yapıtlarını İtalyancaya kazandırmıştır. En önemli iki esin kaynağının Martin Heidegger ve Walter Benjamin olduğunu belirtmekte ve Benjamin’in düşüncelerini kendisinin “Heidegger’den sağ çıkabilmesine imkan tanıyan panzehir” olarak tanımlamaktadır.
Kıta felsefesi, siyaset felsefesi, edebiyat, estetik ve sanat gibi pek çok alandaki katkıları ile günümüzün en önemli filozoflarından birisi olarak kabul edilmektedir. Halen Roma, Verona Üniversitesi’nde Estetik; Paris Uluslararası Felsefe Koleji’nde ve dünyanın pek çok üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak felsefe dersleri vermektedir.
Monokl’daki Kitapları: Dünyevileştirmeler, Dost /DispozitifNedir?, Gelmekte olan Ortaklık, Şeylerin İşareti: Yöntem Üstüne
Yazarlar sizi okumaya çalışıyorum davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın