“Doğanın farklı itkiler üflediği biridir o, ki sanırım bunların arasında bazı gizleri de var…”

— Virginia Woolf

Merhaba

Virginia Woolf’un Henry David Thoreau’yu tanımladığı bu cümle, gerçekten derin ve anlamlı. Thoreau’nun doğa ile olan ilişkisini ve ona dair geliştirdiği duyusal farkındalığı mükemmel bir şekilde özetliyor. Woolf, Thoreau’nun doğayı sadece bir dış mekan olarak görmediğini, onu gizli, derin ve anlamlı bir varlık olarak kabul ettiğini vurguluyor.

Virginia Woolf’un Henry David Thoreau’yu Tanımlaması Üzerine

“Doğanın farklı itkiler üflediği biridir o, ki sanırım bunların arasında bazı gizleri de var.” Bu sözle Woolf, Thoreau’nun doğa ile eşzamanlı ve içsel bir ilişkisini ifade ediyor. Thoreau, doğayı pasif bir izleyici değil, aktif bir öğretmen olarak kabul ederdi. Onun gözünde doğa, sürekli bir içsel etkileşim halinde olunan bir varlık, bir gücün kaynağıydı. Ancak bu etkileşimde her şeyin anlaşılabilir olduğunu söylemek doğru olmazdı; çünkü doğanın sunduğu itkiler bazen bir tür gizeme yol açardı. Thoreau, bu gizemleri dinleyerek, yavaşlayarak ve düşünerek çözmeye çalışırdı.

Thoreau’nun doğaya dair yazılarındaki en büyüleyici yanlardan biri de, doğanın sadece gözlemlenebilir bir gerçeklik değil, aynı zamanda duyularla hissedilen bir derinlik olmasıdır. Bu, bir tür gizem oluşturur; çünkü doğa, kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük ve karmaşık bir varlıktır. Thoreau’nun yazılarında, bir yaprağın düşüşü ya da bir göletteki yansıma gibi basit gözlemler, sadece doğanın görünür yönünü değil, onun içsel anlamını da keşfetmeye davet eder.

Woolf’un belirttiği gibi, Thoreau’nun doğa ile olan ilişkisi farklı itkiler oluşturur çünkü o, her şeyi sadece fiziksel dünyadan değil, ruhsal bir derinlikten de algılar. Bu, yazılarında sadece görüntüler ve betimlemeler değil, aynı zamanda içsel bir düşünce akışı ve bireysel bir deneyim de barındırır.

Virginia Woolf’un bu tanımı, Thoreau’nun doğa ile olan ilişkisini anlamak için harika bir yoldur. Thoreau, doğayı bir öğretmen olarak görürken, Woolf’un belirttiği gibi, doğanın içindeki gizemleri anlamak için bir yolculuğa çıkıyordu. Thoreau’nun yazılarında gizem sadece doğanın bir parçası değil, onun sunduğu deneyimlerin kendisidir. Bu gizem, hem düşünsel hem de duygusal bir keşif alanıdır.

Thoreau’nun doğaya yaklaşımı, insanın doğayla ve içsel benliğiyle kurduğu derin, sessiz bir ilişkiyi ifade eder—ve Woolf’un bu tespiti, Thoreau’nun felsefesini daha da derinleştiriyor. Belki de biz de bu gizemi, Thoreau’nun bakış açısıyla, biraz daha derinden hissedebiliriz.

Woolf’un Thoreau’yu bu kadar derinden anlaması ve onun felsefesine yakın bir bakış açısı geliştirmesi, hayal gücünün ve sezgisinin ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. Woolf’un yazılarında, Thoreau’nun doğaya ve yürüyüşe dair öğrettiklerini daha çok içsel keşif ve özdeksel bağlantı olarak bulmak mümkün.

Woolf’un, özellikle yürüyüş üzerine yazdığı cümleler, Thoreau’nun doğa ile olan derin bağını ve yaşamın anlamını keşfetme yolculuğunu tamamen kavradığını gösteriyor. Thoreau’nun doğayla olan ilişkisinde, yalnızca dış dünyayı değil, aynı zamanda zihinsel ve ruhsal dünyayı da keşfetme arzusu vardı. Woolf’un edebiyatı da bu tarz bir içsel yolculuğu yansıtıyor.

Thoreau’ya göre yürümek

“Yürümek” basit bir şey gibi görünür. Her gün yaptığımız bir şey. Ama Thoreau’ya göre yürümek, bir felsefi eylem, bir tür arınma ritüeli. Bu metni okurken, doğayla kurduğu ilişkinin yüzeysel değil, organik olduğunu anlıyorsun. O doğaya “gitmiyor”, doğayla birlikte var oluyor.

Kitabın derinliği şurada gizli

Modern yaşamın sunduğu her şeyin aslında insanı doğasından nasıl kopardığını, büyük bir sadelikle ama sert bir şekilde gösteriyor. Şehir hayatının metalik ritmiyle karşılaştırıldığında, ormanda atılan her adım, ruhun yankısını taşıyor.

Thoreau yürümeyi öyle tanımlar ki, sanki adımlar sadece toprağa değil, insanın kendi bilinçaltına da atılır. Bir nevi kendine doğru yürüyüş. Ve bu yürüyüşte karşılaştığın her kuş, her ağaç, sana kendinle ilgili bir şey anlatır.

Tarafsız Bir Öğretmen

Henry David Thoreau, Yürüyüşü fiziksel bir eylemden çok soylu bir sanat, kişinin içsel dünyasında gerçekleştirdiği yabanıl bir gezinti olarak nitelendiren yazar, bir yandan da kapitalizmin “medenileştirdiği” insanların doğayla ilişkilerine keskin eleştiriler yöneltiyor. Doğanın donanımlı, tarafsız bir öğretmene dönüştüğü bu metinlerde okuru dingin bir kış sabahına uyandırıp bir kutup gününde ormanın içinden, donmuş nehirlere, kuytu vadilere, buz tutmuş çayırlara, düşman filolarıyla çarpışan aya, kısacası kendi deyimiyle “ilkel bir çağın saflığı”na doğru bir gezintiye çıkarıyor.

Thoreau, “Gördüğümü kendimin kılarım,” diye yazar: Yürürken kış geceleri için renkli duygular ve güneşli anılar biriktirmek demektir bu. Gerçek hazinemiz, gerçek mal varlığımız, edindiğimiz ve koruduğumuz temsiller toplamıdır.

Thoreau, bu muazzam yürüyüşçü (her gün üç ila beş saat) büyük bir gezginden başka bir şey değildi. Maine ormanlarına, Quebec’e New Hampshire’a birkaç kısa gezinti yapmışsa da, hakkında bolca yazdığı ve onu asıl besleyen, Concord civarında elleri cebinde çıktığı yürüyüşlerdir.

Thoreau, şöyle der :

“Sanırım dünyevi meşgalelerden tamamıyla uzaklaşarak dağlarda, tepelerde, kırlarda gezinmeye günde en az dört saat hatta genelde daha da fazla harcamadan ruh ve beden sağlığımı koruyamam.”

“Gelgelim benim bahsettiğim yürüyüşün hastalara belli saatlerde ilaç niyetine verilen ağırlık çalışmak ya da sandalyede sallanmak türü egzersizlerle ilgisi yoktur; günün atılımının ve serüveninin bizzat kendisidir. Egzersiz yapacaksanız yaşam pınarlarını aramaya çıkın.”

Tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de özgürlüğün tadını çıkarabilir.

Ne yöne yürüyeceğimizi kimi zaman fazlasıyla zorlu kılan şey tam olarak nedir?

Olgunlaşmamış zihin yönünü nasıl tayin eder?

Thoreau’un “Yürümek” ve “Walden” Eserleri Hakkında

“Yürümek”, adından da anlaşılacağı gibi bir hareket çağrısıdır. Fiziksel olarak yoldasın, ama zihinsel olarak da bir keşiftesin. Thoreau burada doğayla yolda karşılaşmanın büyüsünü anlatır.

“Walden” ise aksine, durmayı, sabit kalmayı yüceltir. Göl kıyısında kurduğu kulübesinde geçirdiği iki yılı anlatır; içe dönüşün, yalnızlığın ve gözlemle olgunlaşan bir bilincin kitabıdır. Burada yürüyüş yoktur; kök salmak vardır.

“Yürümek”, doğayla ilişki kurmaktır. “Yürümek” bir eylemdir. Yollar, ormanlar, değişen hava, hareket halindeki bilinç… Her şey bir akış içindedir. Düşünceler de yürür. “Yürümek”’te Thoreau, doğaya yaklaşır ama arada hâlâ bir fark vardır. O doğayı yücelten ama gözlemleyen bir figürdür. Onun içindedir ama tamamen teslim olmamıştır. “Yürümek”Yolculuk içre bilinç.

“Walden”, doğayla birleşmektir. “Walden” ise daha çok bir gözlemdir. Thoreau burada gözlemcidir; sabah güneşinin suya düşüşünü izler, ormandaki seslerin ritmini çözer. Hayatın ritmiyle uyumlanır. “Walden”‘da ise bu mesafe ortadan kalkar. O artık doğanın bir uzantısıdır. Göle bakarken sadece suyu görmez; zamanı, sabrı, dönüşümü okur. Walden”Dinginlik içre uyanış.

Her iki kitapta da toplumdan bir kopuş, hatta hafif bir ironik küçümseme vardır. Ama “Walden” bu konuda daha net bir manifestodur:

“Modern insan gereğinden fazlasını tüketiyor, sıradan bir hayatı değerli sanıyor.”

“Yürümek” bu konuda daha dolaylıdır; insanın iç dünyasına daha fazla odaklanır, doğayı bir sığınak olarak sunar ama sistem eleştirisini alttan alta yapar.

“Doğru yön neresi?” sorusu: Thoreau’nun sıkça söz ettiği batı yönü, semboliktir. Uygarlığın doğudan batıya genişlemesinden yola çıkar, ama bu aynı zamanda bir özgürlük ve bilinmeyene yürüme metaforudur. Ona göre doğu, gelenekleri ve kalıpları temsil eder; batı ise keşfi, yeniliği ve doğayla yeniden bağ kurmayı.

“Gerçek yürüyüş, ruhun batıya doğru yaptığı yolculuktur; bilinmeyene, doğal olana, özgür olana.”

Peki Doğa’nın kendisini dile getirmesine izin veren edebiyat nerelerde?

Şair dediğin nehirleri ve rüzgarları hayranlıkla önünde diz çöktürüp dile getirebilecek; çiftçilerin, soğuk havaların kabarttığı kazıkları baharda yerine çakması misali, kelimeleri ilkel çağlardaki anlamlarına çivileyecek, sözcükleri kullandıkça, zenginleştirerek beraber sayfasına dikiverecek; öyle gerçek, tazecik ve doğal sözcükleri olacak ki, kitaplıkta küf kokulu iki kitap yaprağı arasında yarısına kadar gömülüyken baharda arzıendam eden tomurcuklar gibi dört bir yana yayılacak; etrafını kuşatan Doğa’ya aşkla bağlı sadık okur için, her yıl durmadan bu tomurcukları çiçeklendirip kendi türünden meyveler verdirecek.

Thoreau şöyle der:

“Doğa, hayata dair öğrettiklerini her zaman ve her yerde dile getirir, fakat insanlar kulak vermez. Bize doğanın sırlarını öğretme fırsatları sunulur, fakat biz hep ileriye bakarak kayboluruz. Gerçek anlamda yürümek, kendi ruhumuzu doğanın çağrısına kulak vererek, onunla bir bütün olarak yol alabilmektir.”

Burada, Thoreau’nun doğanın kendisini dile getirme biçimi, aslında çok basit bir şeye dayanır: dinlemek. Çünkü doğa, bizler gibi kelimelerle konuşmaz; bir yaprağın hışırtısı, rüzgarın sesi, gökyüzünün renk değişimi… Bu öğretiler, ancak doğaya kendini açan, onunla derin bir bağ kuran biri tarafından duyulabilir. Yani Thoreau’ya göre, doğanın dilini anlamak için yalnızca gözler değil, kalp ve zihin de açık olmalıdır.

Soruya gelince, cevabı belki de Thoreau’nun bakış açısında bulabiliriz. Edebiyat, doğa ile insan arasında bir köprü kurar. Ve o köprü sadece bir anlatı değil, aynı zamanda doğanın gerçekliğine karşı duyarlı bir yaklaşımdır.

Bugün her şey teknolojik; her şey ölçülebilir, sayılabilir, aktarılabilir. Ama Thoreau’nun derdi, ölçülemeyeni hatırlatmaktı. Kuşun sabah ötüşü, ormanın sisle dolması, ayın göle düşen çizgisi… Bunlar veri değil, tecrübedir. Modern insan doğayı bir manzara olarak görür; Thoreau bir diyalog olarak. Modern insan doğaya “gitmeyi” düşünür; Thoreau doğada olmayı

Yürümek, doğada nefes aldıran, yürüme sanatını anlatan, güzel bir kitap. Bayıldım… Okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bugün Thoreau’yu okuduğumuzda, belki de o göl kenarında onunla birlikte oturmadığımız için değil, o sessizliği duyamadığımız için kaybolmuş hissediyoruz. Ama hâlâ geç değil. Hâlâ yürüyebiliriz. Hâlâ durabiliriz. Hâlâ bir ağacın gövdesine yaslanıp “ben neredeyim?” diye sorabiliriz. Çünkü doğaya yabancılaşmak, kendimize yabancılaşmaktır. Thoreau ise hâlâ ormanda, bir yerde yürüyor. Belki bizi bekliyor.

Henry David Thoreau: Yalnızlığın İçinde Düşünen Bir Gezgin

Henry David Thoreau, 1817 yılında Massachusetts, Concord’da doğduğunda, Amerikan entelektüel yaşamına yeni bir nefes getireceğinin kimse farkında değildi. Doğayla iç içe, gözlemle yoğrulan bir çocukluk dönemi, onu yalnızlığın sessiz bilgeliğine alıştırdı. Harvard Üniversitesi’nden mezun olduğunda zekâsıyla değil, düşünce biçimiyle öne çıkıyordu—çünkü o, sadece bildiklerini anlatmak değil, yaşadıklarını düşünmek istiyordu.

Felsefe Kağıda, Kağıt Doğaya Dokunur: Thoreau’nun felsefesi, eylemle düşüncenin iç içe geçtiği bir düzlemde şekillendi. Kalabalıklardan uzaklaştığında, toplumun dayattığı anlamları sorgulamaya başladı. En çok tanınan eseri Walden’ı yazarken, iki yıl boyunca Walden Gölü kıyısındaki küçük bir kulübede yaşadı. Ancak bu bir kaçış değil; bir dönüş, bir keşifti. Toplumsal kuralları reddetmek için değil, insanın özüyle yüzleşmesi için doğaya yöneldi.

Sivil İtaatsizlik: Sessizliğin İsyanı: Thoreau’nun yaşamında sessizlik aktif bir dirençti. Köleliğe karşı, Meksika-Amerika savaşına karşı vergi ödemeyi reddettiğinde bir gece hapis yattı. Sonrasında yazdığı Sivil İtaatsizlik (Civil Disobedience) adlı makale, pasif direnişin etik temelini attı. Bu metin Gandhi’den Martin Luther King Jr.’a kadar birçok düşünürü ve aktivisti etkiledi—çünkü Thoreau, vicdanın devletin sesinden daha güçlü olduğuna inanıyordu.

Bir Doğa Filozofu Olarak Hayata Bakışı: Thoreau için doğa, sadece bir arka plan değil; bilgelik kaynağıydı. Kuşların uçuşu, yaprakların rüzgârdaki hışırtısı, onun için dilin ötesindeki hakikatti. Kendi yürüyüşlerinde bulduğu sükûnet, insanın evrenle kurduğu sessiz bir diyalogdu. Kalabalık şehirlerden uzakta, evrenin derin ritmini dinlemek için yürüdü, yazdı, düşündü.

Bugüne Mesajı: Thoreau, modern dünyanın hızla tükettiklerinden uzak kalmak için bir davet sunar bize: “Hayatın özüne dön. Kendi doğanı tanı. Toplumun sesinden çok, içindeki sessizliğe kulak ver.” Onun yaşamı, sadece geçmişte kalmış bir romantizm değil; bugün de yankılanan bir çağrıdır. Minimalizm, özgürlük ve bireysellik onun düşüncelerinde hâlâ canlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin