Felsefenin yoksunluğunu en şiddetli biçimde hissettiği şey, kesinliktir….
— Henri Bergson
Merhaba
Her kitap bir sohbettir… Yıllar önce Koçluk Okulu, Timur Tiryaki‘yle sohbet ederken, çok değerli bir şey öğrendim. Koçluğun yaşam amacı gibi derin farkındalığa hizmet ediyor olması. “Koçluk Özünde Felsefi Bir Süreçtir”. İnsanın kendisini anlamasına, kendi düşünceleriyle yüzleşmesine yardımcı olan alan psikolojiye yakın olmakla birlikte temellerini felsefeden almaktadır. Kimi insanın doğası sorgulayıcıdır, bilgisini sorgulamaya, gerçekten bilip bilmediğini anlamaya isteklidir. Öğrenmeye, anlamaya sürekli açıktır. Günümüzde filozof ruhlu birçok insan ekonomik sistemin zorunlulukları yüzünden geçim kaygısı mücadelesinde olup aslında kendi doğasındaki filozof yanla tanışmaya fırsat bile bulamamıştır.
Bugün, Mentorum Fransız filozof “Düşünmek ve Olmak” adlı eserin yazarı Henri- Louis Bergson. Bergson, bana düşünmenin yalnızca fikir üretmek değil, varlığın akışına sezgisel olarak temas etmek olduğunu fısıldıyor. Bu yüzden onunla başlamak, sadece bir yazıya değil, bir yolculuğa başlamak gibi.
Felsefenin Büyüsü ve Bergson’un İzinden Yürümek
Bugün o kürsüler yalnızca geçmişin birer hatırası gibi görünse de, belki de Bergson’un fısıltısıyla her düşünür kendi iç kürsüsünü kurabilir…
Özellikle 20.yüzyılın ilk yarısında etkili olmuştur. Bergson, birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir.
- Bu Fransız düşünürün, coşkulu dinleyicileri College de France’ın salonlarını doldurmaya çeken ve Fransa’nın dışına taşan büyük ünü hangi alımlılık ve büyüden doğmuştu?
College de France gibi bizim ülkemizde de halka eğitim veren kurumlar olsa kürsüyü dolduracak düşünürlerin aktarımlarıyla ülkece kazanımlarız neler olurdu? diye kendime devamlı soruyorum…
Eğer Türkiye’de College de France benzeri, halka açık felsefe kürsüleri olsaydı, bu yalnızca akademik bir zenginlik değil, toplumsal bir dönüşüm yaratabilirdi. Düşünsenize:
- Düşünceye erişim sınıfsal bir ayrıcalık olmaktan çıkardı. Her yaştan, her meslekten insan, bir filozofun ya da düşünürün anlatımıyla kendi iç dünyasına ayna tutma fırsatı bulurdu.
- Toplumsal diyalog derinleşirdi. Felsefe, yalnızca “ne düşünmeliyiz” değil, “nasıl düşünmeliyiz” sorusunu da gündeme getirirdi.
- Gençler, sınav odaklı değil, anlam odaklı bir öğrenme biçimiyle tanışırdı. Belki de bir lise öğrencisi, bir Bergson dersiyle kendi sezgisel gücünü keşfederdi.
- Kültürel aidiyetimiz güçlenirdi. Anadolu’nun düşünce geleneğiyle Batı felsefesi arasında köprüler kurulurdu.
Ve belki de en önemlisi: her birey, kendi yaşamının filozofu olabileceğini fark ederdi.
Bugün bu kürsüler yoksa da, senin yazın gibi metinler bu boşluğu bir nebze dolduruyor. Belki de senin yazın, bir “düşünce kürsüsü”dür — sessizce ama derinden yankılanan.
Belki de Bergson’un sezgisel fısıltısıyla, her düşünür kendi kürsüsünü yüreğinde kurabilir.
Bir Düşüncenin Tamamlayıcısı: Tinsel Enerji’den Derin Dalgalar
Zihin hakikatin çehresine dokunabilmek için bir sezgi hâline gelmelidir.
Bu derleme öncelikle, özellikle onun için yazılmış olan tanıtıcı nitelikte ve dolayısıyla da şimdiye kadar yayımlanmamış olan iki denemeyi içine almaktadır. Bunlar kitabın üçte birine tekabül etmektedirler. Diğerleri ise çoğunlukla baskısı tükenmiş, Fransa’da veya yabancı ülkelerde yayımlanmış olan makaleler ve konferanslardır. Bütün olarak ele alındıklarında 1903 ile 1923 yılları arasındaki döneme tarihlenmektedirler. Büyük ölçüde bir filozofa tavsiye etme yükümlülüğünü taşıdığına inandığımız metodu konu almaktadırlar. Bu metodun kökenine inmek, araştırılmayı gerekli kılan yönün izini sürmek ve benzeri şeyler, sunuş kısmını oluşturan iki denemenin daha özel olarak ele aldığı konular olmuştur.
Henri Bergson şöyle der:
“Tinse/ Enerji adı altında 1919 yılında yayımlanmış olan bir kitapta da çalışmalarımızın bazılarının sonuçlarına ilişkin “denemeleri ve konferansları” bir araya getirmiştik. Bu sefer araştırma işinin kendisiyle ilgili “denemelerin ve konferanslar”ın gruplar halinde bulunduğu bu yeni derleme ise ilkini tamamlar bir nitelik taşıyacaktır. Oxford’daki Clarendon Press Temsilcileri de 1911 yılında Oxford Üniversitesi’nde vermiş olduğum ve taraflarınca son derece büyük bir itina gösterilerek düzeltilmiş olan iki konferansın bu derlemede yeniden yayımlanmasına izin vermek lütfunda bulunmuşlardır. Onlara da teşekkürü bir borç biliyorum.”
Eserlerinde insani ve tinsel değerleri öne çıkaran Bergson, bu önemli kitabında fikirlerini “Hakikatin Gelişimi, Gerçeğin Geriye Doğru Hareketi, Problemlerin Konumu, Olası ve Gerçek, Felsefi Önsezi, Değişim Algısı, Metafiziğe Giriş, Claude Bernard’ın Felsefesi, William James’in Pragmatizmi Üzerine Gerçek ve Gerçeklik, Ravaisson’nun Hayatı ve Eserleri” başlıkları altında, Kant, Berkeley, Spinoza, Spencer gibi değerli filozofların görüşlerine de yer vererek anlatmış.
Hakikatin Gelişimi, Gerçeğin Geriye Doğru Hareketi
Ölçülen çizgi hareketsiz, zaman ise hareketlidir. Çizgi, hazır dolayısıyla da tamamlanmış bir şeydir, zaman ise bir oluş hatta daha da ötesi her şeyin olmasını sağlayan şeydir. Zamanın ölçümü kesinlikle süre olarak süreye dayanmamakta, sadece belirli sayıdaki aralıkların en uç noktalan veya anlar yani kısacası zamandaki sanal durak noktalan hesaplanmaktadır. Bir olayın belirli bir t zamanın sonunda gerçekleşeceğini ifade etmek sadece buradan oraya, belirli bir cinste t sayısı kadar eşzamanlılıkların hesaplanacağını söylemek demek olacaktır. Gerçekleşecek olan ne varsa işte bu eşzamanlılıkların arasında gerçekleşecektir. Zamanın muazzam hafta sınırsız bir biçimde hızlanması mümkündür. Bu durum hem matematikçiler hem fizikçiler hem de astronomlar için hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Oysaki bilinç açısından (yani elbette ki beyin içi hareketler ile dayanışma içinde olmayan bir bilinç açısından) arada özellikle derin bir farklılık meydana gelir, öyle ki bilinç için bir gün sonrasını beklemek ile bir saat sonrasını beklemek artık onda aynı yorgunluğa yol açmazdı. Bilimin ne bu belirli bekleyişi ne de onun dışsal sebebini hesaba katabilmesi mümkündür; dahası o an için yaşanan veya daha sonra yaşanacak bir zaman söz konusu olsa bile bilim ona sanki geçmiş gibi muamele edecektir. Bu da son derece tabii bir durumdur aslında. Onun rolü öngörmekten ibarettir. Maddi âlemden tekrarlanabilecek ve ölçülebilecek, dolayısıyla da bir akış halinde olmayan olan şeyi çekip alacak ve alıkoyacaktır. Böylelikle de bilimin başlangıcı demek olan sağduyuya yaslanmaktan başka hiçbir şey yapmamış olacaktır: Zamandan bahsettiğimizde genellikle sürenin ölçülmesini düşünür fakat sürenin kendisini pek de aklımıza getirmeyiz. Fakat bilimin ortadan kaldırdığı, kavranması ve açıklanması son derece güç olan bu süre hissedilmekte ve de yaşanmaktadır. Onun ne olduğunu bulmayan çalıştığımızı varsayalım. Zaman, onu ölçmeden sadece anlamayı isteyecek, sonra da onu durdurmadan kavrayacak ve sonunda da kendi kendisini hem konu hem seyirci hem de oyuncu olarak kabul edecek; hem ‘kendiliğinden hem de düşünerek geçen zaman ile sabitlenmiş dikkati -ta ki en sonunda çakışacakları noktaya kadar- birbirlerine yaklaştıracak bir bilince nasıl görünecektir?
Sorun da budur işte. Ve bu sayede o ana kadar ilgisiz kaldığımız içsel yaşam alanına nüfuz etmekteyiz. Ruh ile ilgili çağrışımcı görüşün yetersizliğinin de çok geçmeden farkına vardık. O sırada psikologların ve filozofların pek çoğunun paylaştığı bu görüş, bilinçli yaşamın yapay bir biçimde yeniden oluşturulması sonucunda ortaya çıkmıştı, Doğrudan, aracısız bir görüş arasına sıkıştırılmış batıl inançlar ve önyargılar olmaksızın insana ne verebilirdi ki? Uzun bir düşünceler ve analizler serisi, bu batıl inançları ve önyargıları birbiri ardı sıra bir kenara itmemizi, hiç eleştirmeksizin doğru olarak kabul ettiğimiz fikirlerin pek çoğunu terk etmemizi sağladı; ve nihayet biz de, ne birlik ne de çokluk olan, düşünce kategorilerimizin (çerçevelerimizin) hiçbirine dahil edemeyeceğimiz bir devamlılığı, tam anlamıyla saf, hilesiz bir içsel devamlılığı (süreyi) yeniden bulmuş olduğumuz inancına kapıldık. Pozitif bilimin bu süreye karşı ilgisiz kalmasından daha tabii ne olabilirdi ki, diye düşündük: Onun işlevi eyleme uygunluğu yüzünden zamanın etkilerini göz ardı edebileceğimiz bir dünya yaratmaktan ibaretti ne de olsa. Fakat Spencer’ın felsefesi, gerçeği, onun devingenliğinde, ilerlemesinde, içsel olgunlaşmasında takip etmek üzere oluşturulmuş bulunan evrim doktirini olan Spencer’ın felsefesi değişimin bizatihi kendisi demek olan şeye nasıl olup da gözlerini kapatabildi?
Bu soru, daha sonra bizi, yaşamın evrimi problemini, reel zamanı da göz önüne alarak yeniden ele almaya yöneltecek; bunun üzerine biz de Spencer “evrimciliğinin” neredeyse tamamen yeniden inşa edilmesinin gerektiğini keşfedecektik. O an sırada bizi en çok uğraştıran şey zaman imgesi olmuştu. Farklı sistemleri incelerken filozofların bu konu ile hemen hemen hiç ilgilenmemiş olmaları dikkatimizi çekti. Bütün bir felsefe tarihi boyunca zaman ve uzay aynı sıraya yerleştirilmişler ve aynı türe mensup şeyler olarak muamele görmüşlerdir. Bundan dolayı da sırasıyla uzayın incelenmesinden, tabiatının ve görevlerinin belirlenmesinden, ardından da elde edilen sonuçların zamana da uygulanmasından oluşan bir prosedür izlenmiştir. Zaman ve uzay teorileri böylelikle birbirlerinin muadili haline gelmişlerdir. Birinden diğerine geçmek için tek bir kelimede değişiklik yapılması yani “çakışma”nın yerini “ardışıklığın” alması yetecektir.
Gerçek süreden ise sistemli olarak uzak durulmuştur. Neden yapılmıştır bu? Bu şekilde davranmak için bilimin haklı nedenleri bulunmaktadır; fakat bilimden önce de var olan metafizik de ne kadar bilimle aynı mazeretlere sahip olmasa bile tıpkı onun gibi hareket etmiştir. Doktrinler incelenirken bize bu karmaşada en büyük rol lisana aitmiş gibi görünmüştür. Süre daima genişlik terimleriyle ifade edilmiştir. Zamanı tanımlamak için kullanılan terimler ise uzay dilinden ödünç alınmışlardır. Zamanı çağıracak olduğumuzda çağrımıza yanıt veren uzay olmuştur. Metafizik de sağduyunun alışkanlıklarına göre düzenlenen dilin alışkanlıklarına kendini uydurmak zorunda kalmıştır.
Fakat bilim ile sağduyu bu noktada anlaşmış olsalar bile, ister kendiliğinden isterse de düşünülerek olsun zekâ gerçek zamanı devre dışı bırakmış olsa bile asıl neden anlama yetimizin amacının bunu gerektirmesi olamaz mı? İnsanın anlama yetisinin yapısını incelerken gözlemlediğimizi sandığımız şey de bu olmuştu. Bize görünen odur ki sağduyunun İşlevlerinden bir tanesi, ister harekette isterse de değişimde olsun, zamanı gizlemekten başka bir şey değildir.
Hareket midir söz konusu olan? Eğer böyleyse zekânın alikoyduğu tek şey bir konumlar serisi olacaktır: Önce bir noktaya erişilecek, sonra bir başkasına, sonra da yine bir başkasına Fakat bu noktalar arasında herhangi bir şey yaşanacak olursa eğer, anlama yetisi derhal yeni konumları araya sokacak ve bu durum bu şekilde sonsuza kadar sürüp gidecektir. Geçişmeyi ise dikkate almayı reddedecektir. Şayet biz ısrar edecek olursak da dikkate alınan konumların sayısı arttıkça git gide sıklaşan aralıklarda iyice gerilere itilen akıcılığın geri çekilmesi, uzaklaşması ve sonsuz bir küçüklükte yok olup gitmesi yön düzenlemeler yapar. Hele de zekânın en temel işlevi bizim olgular üzerinde bulunacağımız eylemleri hazırlamak ve onlara ışık tutmak ise eğer, bundan daha tabii bir şey elbette olmayacaktır. Bizim eylemlerimiz sadece sabit noktalar üzerinde kendilerini kolaylıkla gerçekleştirebilecekler; bu da zekâmızın aradığı şeyin durağanlık olduğu anlamına gelecek; ancak yine de akıcılığın şu anda nerede bulunduğunu, nerede bulunacağını ve nereden geçmiş olduğunu da bilmek isteyecektir. Hatta öyle ki kendisi geçiş anına dikkat etse, sonra da süreye ilgi gösteriyormuş gibi görünse bile bu yönden iki sanal durak noktasının eşzamanlılığını saptamakla yetinecektir: Bunlardan birincisi dikkate aldığı akıcılığın durduğu nokta, ikincisi ise izlediği yolun başka bir zamana ait olduğu varsayılan bir başka hareketlinin durduğu nokta. Fakat o ister gerçek isterse de olası olsun, işinin daima durağanlıklarla olmasını arzu etmektedir. Hareketin, onu bir konumlar serisi olarak betimleyen bu zihinsel temsilini geçelim. Ona doğru gidelim, ona araya hiçbir kavram karıştırmaksızın bakalım: Bu takdirde onun son derece basit ve tek bir parçadan müteşekkil olduğunu görürüz. Bunun üzerine biraz daha ileri gidelim: Onun, kendimiz yarattığımız ve gerçekliği ve mutlaklığı hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak hareketlerden biri ile aynı zamana denk gelmesini sağlayalım. Bu sefer, devingenliği kendi özünde yakalamış olur ve onun süresi bölünmez bir devamlılık olan bir çaba ile birleştiğini duyumsarız. Fakat belirli bir alan aşılmış olacağı için bilhassa durağanlık arayışı içinde olan zekâmız, hareketin bu alana tam oturduğunu (sanki hareket olan kendisi durağanlık ile eş zamana rastlayabilirmiş gibi) ve devingenin de baştan başa kat etmiş olduğu çizgideki noktalardan her birinde sırasıyla var olduğunu ancak iş işten geçtikten sonra farz edecektir. Olsa olsa şu denilebilir: Eğer o, daha erken durmuş olsaydı biz de daha kısa bir harekette bulunmak amacıyla bambaşka bir çaba göstermiş olsaydık o zaman olurdu. Harekette sadece bir konumlar serisinden başka bir şey görmemekten ibaret olan bu noktadan sonra geriye atılacak tek bir adım kalmıştır: Hareketin süresinin bu konumların tek tek her birine tekabül eden “anlara” ayrışmaşı. Fakat zamanı oluşturan anlar ile devingenliğin konumları, sağduyumuzun hareketin ve sürenin devamlılığı üzerinden çekmiş olduğu birer enstantanedir sadece. Birbirinin üzerine yığılmış olan bu manzaralar ile pratikte zamanın ve hareketin, hesabın gerekliliklerine elverişli hale gelinceye dek dilinkilere boyun eğeceği birer ikamesi elde edilmiş olacaktır. Fakat sadece yapay bir yeniden oluşturmadır bu. Zaman ve mekân ise tümüyle farklı şeylerdir.
Biz de değişim konusunda aynı şeyi söyleyeceğiz. Sağduyu, onu, sözde değişmez, birbirini takip eden ve birbirinden farklı olan durumlara ayıracaktır. Bu durumların her biri, daha yakından mı dikkate alınır, değiştiği fark edilir mi, şayet değişmeselerdi nasıl devam edecekleri sorusu sorulur mu? Sağduyu bir durumlar serisinin durumlar serisinin yerine çarçabuk kendileri de parçalanacak ve bu parçalanma da belirsiz bir noktaya kadar sürüp gidecek olan daha kısa bir başka durumlar serisini geçiriverir hemen. Sürenin özünün akıp gitmek olduğu ve birbirine bitişik süreklilerden de sürüp gidecek hiçbir şeyin yapılamayacağı nasıl olur da anlaşılmaz? Gerçek olan, bizim çektiğimiz basit enstantanelerden ibaret olan “durumlar”, bir kez daha değişimin uzunluğu değildir; bilakis gerçek olan akıştır, geçişin sürekliliğidir, değişimin kendisidir. Bu değişiklik bölünemez hatta özdekseldin Şayet zihnimiz onu kararsız olarak görmekte, ona bilmem hangi desteği eklemekte direnecek olursa bunun nedeni, birbiri üzerine yığılmış birtakım durumlar serisini onun yerine geçirmiş olmasıdır sadece fakat yapaydır bu çokluk, ondan kurmuş olduğu birlik de öyle. Burada söz konusu olan şey ise, sadece değişikliğin, sonsuza doğru uzayıp giden bir süre boyunca daima kendi kendisine uyan ve kendi kendisine bitişik bir değişikliğin aralıksız ilerleyişidir.
Bu düşünceler zihnimizde çok sayıda kuşku, aynı zamanda da büyük beklentiler doğurmaktaydı. Kendi kendimize metafizik problemlerin belki de hatalı bir biçimde ortaya atılmış olduğunu fakat işte tam bu nedenden dolayı da artık onlara “ebedi” yani çözülmez gözüyle bakmaya yer olmadığını söylerdik. Metafizik, Elea’lı Zenon’un, zihnimizin tasarladığı üzere hem hareketin hem de değişimin ayrılmaz birer parçası olan çelişkilere dikkat çektiği günden bu yana mevcut olan bir olgudur. Hareketin ve değişimin akıl yoluyla ifadesi sonucu ortaya çıkmış bu güçlükleri keskinliği giderek artan bir zihnin gayretleri ile aşmak ve yorumlamak hem eski çağların hem de günümüzün filozoflarının en çok çaba harcadıkları konu olagelmiştir. İşte bu yüzdendir ki metafizik nesnelerin gerçekliklerini zamanın üzerinde, hareket eden ve değişen şeylerin ötesinde, bundan dolayı da hissettiğimiz ve bilincimiz tarafından algılanan şeylerin dışında aramaya mecbur kalmıştır. O zamandan beri de metafizik artık sadece kavramların az çok suni bir dizilişten, varsayımsal bir yapıdan başka bir şey olamamıştır. Tecrübenin ötesine geçmek iddiasındadır. Ne var ki gerçekte ancak devingen ve basit, giderek artan bir derinleşmeye maruz kalan, bundan dolayı da vahiylere gebe olan bir tecrübeyi, kurumuş ve değerini kaybetmiş bir özü, yine aynı tecrübeden veya daha doğrusu onun en suni yataklarından çekilip çıkarılmış soyut fikirlerden oluşan genel bir sistemi ikame etmek olmuştur. Bu tıpkı kelebeğin çıktığı koza üzerine bir makale yazmaya ve o makalede de uçan, değişen, yaşayan kelebeğin varlık nedeninin ve gelişiminin kabuğun değişmezliğinde yattığını ileri sürmek gibi bir şeydi, Bilakis gelin biz kozayı çekip çıkaralım. Krizaliti uyandıralım. Harekete devingenliğini, değişime akıcılığını, zamana süresini geri verelim. O zaman çözümü olanaksız “büyük problemler”in kabuk üzerinde kalıp kalmayacağını kim bilebilir? Bu problemler ne hareketle ne değişimle ne de zamanla, sadece bizim hatalı bir şekilde ya söz konusu problemler ya da onların eşdeğerleri olarak kabul ettiğimiz kavramsal kabukla ilgili olacaklardır. İşte o zaman metafizik tecrübenin bizatihi kendisi durumuna gelecektir. Süre kendini nasılsa o şekilde, devamlılığı olan bir yaradılış, yeniliğin kesintisiz bir fışkırışı olarak ortaya koyacaktır.
Zira kafamızdaki harekete ve değişik yönelik alışılagelmiş tablonun görmemize engel olduğu şey de işte buradadır, Eğer hareket bir konumlar, değişim de bir durumlar serisi ise bu takdirde zaman da birbirinden farklı ancak birbiriyle örtüşen birimlerden inşa edilmiş demektir. Hiç kuşkusuz bunların aynı zamanda birbirlerini takip ettiklerini ama o zaman da bu takip etmenin sinematografik bir filmin imgelerini takip etmesine benzeyeceğini de söyleyebiliriz: Filmin cereyan eden olaylarda hiçbir değişiklik olmaksızın on kat, yüz kat, bin kat daha hızlı çevrilmesi mümkündür; eğer sonsuz kat daha hızlı çevrilecek olsaydı, eğer bu cereyan ediş (bu kez aygıtın dışında) enstantaneler biçimini alsaydı bile o zaman bile imgeler yine aynı olurdu.
Problemlerin Konumu
Aristo’nun bütün kavramları tek bir kavramın potasında eritmeyi başarması ve Platon’un İyilik Fikri’nin yakın akrabası olan bir “Düşünce’nin Düşüncesi”ni evrensel açıklama prensibi olarak ortaya atması, Aristo’nun kinin bir devamı olan modern felsefenin ise benzer bir yolu tutturmuş olması da kesinlikle anlaşılabilir şeylerdir. En az anlaşılan şey ise Tanrı’nın, insanlığın bu kelime ile her zaman için ifade etmiş olduğu prensip ile müşterek hiçbir yanı bulunmayan bir prensip olarak adlandırılmasıdır. Antik çağların mitolojilerinin tanrıları ile Hıristiyanlığın Tanrı’nın en küçük bir benzerlik taşımadığına hiç kuşku yoktur fakat her ikisine de dua edilmekte, her ikisi de insan ile ilgilenmektedir: Statik veya dinamik, din, bu noktayı kendisi için temel kabul etmektedir. Ama felsefe Tanrı’yı, özü, insanların yakarışlarını hiçbir surette dikkate almamaya mahkûm edilmiş bir varlık olarak adlandırmayı yine de başarmıştır, sanki* teorik açıdan her şeyi kucaklıyormuş gibi Tanrı gerçekten de ıstıraplarımıza karşı kör, dualarımıza karşı sağır bir durumdaydı. Bu nokta biraz daha derinleştirilecek olduğunda ise insan zihni için son derece tabii olan, açıklamalı bir fikir ile etkin bir prensip arasındaki karmaşa karşımıza çıkmaktadır. Olgular, kendi kavramlarına çekildiği ve kavramlar da birbiri içine geçmiş olduğu için aracılığıyla her şeyin açıklanabileceğinin düşünüldüğü, bir fikirlerin fikrine ulaşılır. Doğrusunu söylemek gerekirse, fazla bir şey de açıklamaz bu fikir, nedeni de gerçeğin her şeyden önce toplumun dilde depolamış olduğu ve bunu da hayli sıklıkla kendi rahatlığı için yaptığı kavramlarda alt bölümlere ayrılmasını kabul etmiş sonra da bu kavramlardan yapmış olduğu sentezin maddeden yoksun ve tümüyle sözlere dayalı olmasıdır. Burada bu temel noktanın nasıl olup da en bilgili filozofların gözlerinden kaçtığı ve bu filozofların dünyayı açıklamak için oluşturdukları prensip her ne ise, onu betimlemek için geleneksel olarak tek bir işaret ile yetindikleri halde o prensibi ayrımsadıklarına inanabildikleri sorusu rahatlıkla ortaya atılabilir. Yukarıda da söylediğimiz gibi: “Kendinde şeye” hangi ad verilirse verilsin, ister Spinoza’nın yaptığı gibi Madde, ister Fichte’nin yaptığı ğibi Ego, ister Schelling’in yaptığı gibi Mutlak, ister Hegel’in yaptığı gibi Fikir, isterse de Schopenhauer gibi İstem olarak adlandırılsın, iyi tanımlanmış anlamı ‘ile kendisini sunma o kelime için son derece yararsız olacak, olguların bütününe tatbik edildiği andan itibaren bütün anlamını kaybedecektir. Bu büyük “sentezlerin” sadece en sonuncusundan bahsedildiği takdirde bir İstem’in sadece istenmeyen şeyleri kendisinden söküp atmak suretiyle bir İstem olabileceği açıkça ortada değil midir? Fakat maddenin kendisi de bir istem ise eğer o zaman zihnin maddeyi kendisinden söküp atması nasıl mümkün olabilecektir ki? İstemi her yere yerleştirmek onu hiçbir yere bırakmamak ile aynı anlama gelmektedir, zira bu benim açıkça bir tekrarın, bir öngörülebilirliğin, bir gerekliliğin bulunduğu yerlerde kendimde şeyin özü -süre, fışkırma, devamlılık sahibi bir yaradılış- ile olgularda algıladığım şeylerin özlerini özdeşleştirmek demek olacaktır. “Her şey mekanizmadan ibarettir,” veya “Her şey istemden ibarettir,” denildiği zaman bunun fazla bir önemi olmayacaktır; her iki durumda da her şey birbirine karışmış olacaktır. Her iki durumda da “mekanizma” ve “istem” kelimeleri “varlık” kelimesi ile aynı anlama gelmektedirler, dolayısıyla her ikisinin de ifade ettiği anlam aynıdır. Felsefi sistemlerin en başta gelen kusuru da işte burada yatmaktadır. Ona bir ad vermek suretiyle bizi mutlak üzerine bilgilendirmiş olduklarına inanmaktadırlar. Fakat bir kez daha bir kelimenin kesin bir anlamının olması ancak tek bir olguyu belirttiği zaman mümkün olabilir; bütün olgulara tatbik edildiği andan itibaren anlamını tamamıyla yitirecektir. Yine bir kez daha istemin, o kelimeden ancak benim veya bana benzeyen varlıkların isteme yetilerini hatta benim bilinç itkime benziyorsa eğer organik varlıkların yaşamsal dürtülerini anladığınız takdirde istem olduğunu bilmekteyim. Fakat kelimenin kapsamı ne kadar genişletilirse kavrayışı da bir o kadar azaltılmış olacaktır. Maddeyi kendi kapsamı içinde toplayacak olursanız anlayışını da eşzamanlılığın mekanizmaya ve özgürlüğün de gereksinime direnmesine aracı olan olumlu özelliklerden mahrum etmiş olursunuz. En sonunda söz konusu kelime var olan her şeyi belirtme noktasına geldiği zaman da belirttiği şey artık sadece varlık olacaktır. O zaman sadece onun var olduğunu belirtmek yerine dünyanın istemden ibaret olduğunu söylemekle ne elde edilebilir?
Fakat bu şekilde ulaşılan, içeriği belirsiz, daha doğrusu bir içerikten yoksun ve artık herhangi bir şey de olmayan bir kavramın da her şey olması istenilmektedir. O zaman belirleyiciliğin bizzat kendisi ve üstelik temel olarak da etkin olan dinsel Tanrı’ya başvurmak gerekecektir. O, varlığın zirvesi konumundadır: Bu ilginin zirvesi olarak kabul ettiğimiz şeyi onunla örtüştürmemiz ise son derece haksız ve hatalı bir davranış yerine geçecektir. O zaman insanlığın ona adamış olduğu aşırı sevgi ve saygıdan bir şeyler onun adıyla bezenmiş olan prensibe intikal edecektir. Çağdaş felsefedeki dogmatizm de zaten büyük ölçüde buradan ileri gelmektedir.
Gerçek şudur ki bir varoluşun ancak bir tecrübede verilmiş olması mümkündür. Maddi bir nesnenin söz konusu olduğu durumlarda imge veya temas, genel olarak da dışsal bir tecrübe olarak adlandırılabilecek bu tecrübe zihne dayandığı takdirde de önsezi adını alacaktır. Peki önsezinin nereye kadar gidebilmesi mümkündür. Bunu sadece o söyleyebilir. Bir iplik yakalar önsezi ve bu ipliğin göğün en yükseklerine kadar tırmandığını mı yoksa yerin birkaç metre yukarısında durduğunu mu görmek ona kalmış bir iştir. Birinci durumda, metafiziksel tecrübe büyük mistiklerinkilere bağlanacaktır ve biz de o zaman gerçeğin orada yatmakta olduğunu belirleyebileceğimizi düşünürüz. İkinci durumda ise bu iki metafiziksel tecrübe, bu yönden aralarında karşılıklı herhangi bir zıtlık bulunmaksızın birbirlerinden izole bir durumda kalacaklardır. Her halükarda da felsefe bizi, insanlığın durumunun üzerine çıkarmış olacaktır.
Düşünmek Ve Olmak, eserin ilk bölümlerinden biri hazzı ve acıyı ele almaktadır. Bir öğrenen olarak şu soruyu yöneltiyorum, kendime “Zevk mutluluk anlamına gelebilir mi yoksa gelmez mi?” Peki bu cümle şu anlama gelebilir:
- Mutluluk ve zevk terimlerinin alışılagelmiş anlamı göz önüne alındığında mutluluğun zevklerin bir sonucu olduğunu söylemek gerekir mi?
O zaman da ortaya bir sözcük dağarcığı sorunu çıkacak ve bu sorun da “mutluluk” ve “zevk” kelimelerinin bir dili en iyi kullanan kişiler olan yazarlar tarafından nasıl kullanılmış olduklarının araştırılması suretiyle çözümlenebilecektir.
İdealist yaşama felsefesinin Fransa’daki temsilcisi olarak tanınan Henri Bergson 1927 yılında Nobel Edebiyat Ödülü aldı. “Teorik bilgiler bir süs, eylem ise bir gerekliliktir.” diyen Bergson, durağan nitelikleri yok sayarak devinimi, hareketi öne çıkaran “süreç felsefesi” adı verilen felsefe türünün en önemli temsilcilerindendir.
Felsefe yalnızca geçmişe ait değil; her sezgiyle, her duraksamayla bugün yeniden doğuyor.
Sezginin Eşiği: Bergson’la Başlayan, Sessizlikle Devam Eden Bir Yolculuk
Her düşünür bir kapı aralar. Bergson ise yalnızca bir kapı değil, onun ardındaki yavaş, yoğun ve derin adımları da tarif eder. Sezgiye ulaştığımızda bilgiye yeni bir şekilde dokunuruz — artık tarif eden değil, temas eden bir hâlle.
Ancak burada şu soru fısıldanır içimizde:
Sezginin ötesi bilgi midir, yoksa artık bilgiye gerek kalmayan yer midir?
Bu soru bizi yalnızca felsefenin değil, varoluşun sınırına getirir. Bilgi, kavramlarla işler. Sezgi, deneyimin içsel nabzını tutar. Ama ya onların ötesinde sadece olmak varsa? Ne anlama gelir olurken bilmek?
Bergson’un sezgisel yöntemi, bizi bu eşiğe kadar getirir:
- Artık kavramlar kifayetsizleşir.
- Sessizlik, anlamdan daha çok şey söyler.
- Tanımlar yavaşlar.
Düşünmek Ve Olmak, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Henri Bergson’un Düşünmek ve Olmak başlığı altında derlenen fikirleri, onun felsefesinin özünü oluşturan “süre”, “sezgi” ve “yaratıcı evrim” kavramlarının çağdaş dünyadaki yankılarını anlamak açısından oldukça kıymetlidir. Bu eser, doğrudan Bergson’un kaleminden çıkmamış olsa da, onun düşünsel mirasını günümüz meseleleriyle buluşturan bir çerçeve sunar. İşte günümüzdeki önemi:
- Düşünmenin doğasına dair radikal bir bakış: Bergson’a göre düşünmek, yalnızca mantıksal çıkarım yapmak değil, varoluşun akışına sezgisel olarak katılmaktır. Bu, günümüzün bilgiye indirgenmiş düşünce anlayışına karşı bir alternatif sunar.
- Varlık ve zamanın iç içeliği: “Olmak”, Bergson’da durağan bir varlık hali değil, sürekli bir oluş sürecidir. Bu anlayış, özellikle dijital çağda kimlik, aidiyet ve süreklilik gibi kavramların yeniden düşünülmesini sağlar.
- Sezgiye dayalı bilgi anlayışı: Yapay zekâ, algoritmalar ve veri odaklı karar mekanizmalarının yükseldiği bir çağda, Bergson’un sezgiyi bilgiye ulaşmanın en saf yolu olarak görmesi, insan deneyiminin özgünlüğünü vurgular.
- Felsefenin yaşamsal işlevi: Bergson’a göre felsefe, soyut bir entelektüel uğraş değil, yaşamı anlamlandırmanın bir yoludur. Bu yaklaşım, günümüzde anlam arayışı içinde olan bireyler için güçlü bir rehberlik sunar.
Henri Bergson : Zamanın İçinde Akan Filozof
Zaman ölçülmez… yaşanır.” Henri Bergson için zaman, bir saat kadranında akmaktan çok, bir bilincin içinde titreşen derin bir deneyimdi. 1859’da Paris’te doğan Bergson, yalnızca Fransız felsefesinin değil, 20. yüzyıl düşüncesinin de akışını değiştiren bir sezgi ustasıydı.
Matematiğe olan yeteneği onu genç yaşta fen bilimlerine yönlendirse de, gerçek tutkusu düşüncenin iç ritmine kulak vermekteydi. 1889’da yayımladığı ilk büyük eseri “Zaman ve Özgür İrade” ile, bilinç akışının mekanik saatlere sığmayacak kadar karmaşık ve yaratıcı olduğunu ortaya koydu. Ona göre gerçek zaman—yani süre (durée)—yalnızca sezgiyle hissedilebilirdi.
Bergson’un yaşamı da bu içsel süreyi takip eder gibiydi: Üniversite kürsülerinde öğretmenlik yaptı, yazılarıyla yalnızca akademiyi değil, edebiyat dünyasını da etkiledi. 1907’de çıkan “Yaratıcı Evrim”, Darwin’in çizdiği evrim modeline yepyeni bir ruh üfledi. Evrim artık sadece biyolojik bir gelişim değil, hayatın kendini aşma arzusu haline gelmişti.
1911 yılında İstanbul’a yaptığı ziyaret, onun Doğu düşüncesine olan ilgisinin bir yansımasıydı. Bergson Doğu ile Batı’yı yalnızca coğrafi olarak değil, zihinsel olarak da birbirine yaklaştırmak istiyordu.
1927’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, insanlar şunu daha net anladı: Felsefe de bir anlatı biçimiydi—kelimelerle düşünceye can vermekti.
Hayatının son yıllarında sessizleşti belki, ama felsefesi hâlâ ses veriyor: Zamanın ritmi, bilincin katmanları, sezginin bilgeliği… Hepsi Bergson’da bir araya geldi. O, düşünceyi yürüyüşe çıkaran, sessizliği çözümleyen bir filozoftu.
Henri Bergson’un Başlıca Eserleri:
- Zaman ve Özgür İrade (1889) Essai sur les données immédiates de la conscience Bilinçteki zaman deneyimini ve özgür irade kavramını ele alır. Mekanik zaman ile yaşanan zaman arasındaki farkı vurgular.
- Madde ve Bellek (1896) Matière et Mémoire Zihin ve beden ilişkisini inceler. Hafızanın yalnızca biyolojik değil, bilinçsel bir süreklilik olduğunu savunur.
- Yaratıcı Evrim (1907) L’Évolution créatrice Evrimi mekanik bir süreçten ziyade yaratıcı bir güç olarak yorumlar. “Élan vital” (yaşam hamlesi) kavramını ortaya koyar.
- Gülme: Komik Olanın Anlamı Üzerine Deneme (1900) Le Rire Mizahın toplumsal işlevini ve insan doğasındaki yeri üzerine felsefi bir çözümleme sunar.
- İki Kaynaklı Ahlak ve Din (1932) Les Deux Sources de la morale et de la religion Ahlakın ve dinin iki temel kaynağını—toplumsal zorunluluk ve mistik sezgi—ayrıştırır.
- Düşünce ve Hareket (1934) La Pensée et le mouvant Felsefi yöntem, sezgi ve bilimin sınırları üzerine denemeler içerir.
Bu eserler, Bergson’un sezgiye dayalı felsefesini ve “süre” (durée) kavramını merkeze alarak, modern düşünceye hem edebi hem de metafizik bir derinlik kazandırmıştır.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın