“İnsan türünün ortak noktası nedir bilir misiniz? Hepimizin yaşıyor olması! Birbirimize ne denli benziyor olduğumuz aslında kocaman bir yalandır. Dev bir iftiradır. Birilerine benzediğimizi düşünmemiz için ortaya atılan kocaman bir palavradır. Dünyada yaşamış, yaşıyor ve yaşayacak olan her bir insan biriciktir. Asırlardır, ortak etkileşim araçları kullanarak insanları kategorize etme ve bütünleştirme çabaları, tek bir çatı altında toplanma vasıtaları, birlik-beraberlik amacı ile ortaya sunulmuş sayısız argümanın tamamı insanı birey olarak anlamaktan kasıtlı olarak uzak duran bir yaklaşımın ürünüdür. İnsanların toplu olarak hareket etmesi elbette ki sıklıkla rastlanan bir eylemdir. Elbette doğaldır ve bazen de gereklidir. Ancak bunlar genellikle bir ideal, ülkü, inanç, hedef, çıkar veya bir felsefe aracı ile gerçekleşmiş eylemlerdir. Hiçbir birlik topyekûn insani unsurları barındırarak gerçek hale gelmez, gelemez. Bu mümkün değildir. Oluşumumuza zemin hazırlayan anne ve babalarımızdan bile ne oranda farklı olduğumuzu görmezmiş gibi, çevremizdeki herkesin bir biçimde kendi alanımızda olması için akıl almaz stratejiler üretmekle vakit geçiriyoruz. Herkesin bizi anlaması, algılaması, kabul etmesiyle ilgili yüksek bir beklenti ve amaç içinde hareket etmekten geri durmuyoruz. Bizim olduğuna inandığımız unsurların, başkaları için de değerli olması gerektiğini düşünüyor, bunun için insanları ikna etmeye çabalayıp duruyoruz. Yaşamımız bir mücadeleye, savaşa benzemeye başlıyor. Üstelik kazananın olmadığı bir savaşa…”

— Çağatay Çakır

Merhaba

İnsanın ne olduğunu, kim olduğunu anlayabilmek ve anlatabilmek adına yüzyıllardır on binlerce kitap yazıldı, milyonlarca sözcük söylendi. Her düşünür kendi penceresinden bunu açıklamaya olan ihtiyacının bir yansımasından başkası değildi aslında.

Var olma isteği sadece fiziki görünürlükle ilgili değildir. insan; duygularını, fikirlerini, kararlarını, tercihlerini hayatında var edebilmek için de var olmak ister. Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü günümüzde hangimizi yeterince var edebilmeyi başarabiliyor?

Peki, var olmak için en çok neye ihtiyaç duyarız? Varlığımızın kanıtı nedir? En çok ne zaman kendimizi var hissederiz? Var olma ısrarımızın altında yatan temel neden şeytani bir istila amacı mı, yoksa masum bir çocuğun annesine sarılma arzusu mu?

İşte, bu varlık arayışımız, kimimiz için kazanılmış bir zaferle, kimimiz için ise adım atmaya dahi cesaret edemediğimiz bir çekinceyle devam eder. Peki ama insanın var olduğunu kendisine hissettiren temel ölçüt nedir?

Günümüz toplumunun temel varlık ölçütlerini düşünürsek, bunların hep “başkaları” tarafından belirlenmesini neredeyse kanıksadığımızı görürüz. O “başkaları” tarafından belirlenen ölçüte o kadar bağlı ve bağımlı olmaya mecbur bırakıldık ki kendi varlığımızın temelini oluşturmak, kendi ölçütümüzü belirlemek neredeyse aklımıza bile gelmez oldu. Böylece, milyarlarca insan “başkaları” tarafından var sayılmanın temel ölçüt olduğuna inanır hale geldi. Dahası yaşam çabasını bu ilke tarafında şekillendirmeye heves etti.

Bir topluluk içinde var olmak, sadece insana özgü bir kavram değildir. Hayvanlar da bir topluluk içinde yaşar. Mutfakta kullanılan eşyalar da bir topluluktur, otomobiller de. Çiçekler de topluluktur mesela. Bulutlar ve gezegenler de… Kısacası, tüm evren aslında topluluklardan oluşur. Her topluluğu oluşturan birbirine benzer unsurlar da kendi aralarında bir ölçüte göre kategorize edilirler. Bu kategorize işlemini yapmaya muktedir olanlar ise düşünebilme yetisine sahip olanlardır; yani biz insanlar ve belki bazı hayvanlar. Peki, bizler bu kategorileri oluştururken hangi ölçütleri baz alıyoruz? Hangi kriterler diğerlerinden daha önemlidir ve neden?

Sözgelimi, buzdolabımız bozulduğunda gösterdiğimiz telaşı, elektrikli cezvemiz bozulduğunda da gösterir miyiz? Ya da yolda yürürken kırmızı, üstü açık spor bir araba dikkatimizi çekiyorken, neden beyaz renkli 10 yaşındaki binek otomobillerle ilgilenmeyiz? Google’a Satürn yazınca 354 milyon sonuca ulaşılırken, neden Uranüs yazınca 52 milyon sonuç çıkıyor? Bir akraba toplantısında neden bazı insanlar konforlu koltuklarda sohbeti domine ederken, sandalyede oturanlar genelde dinleyici konumunda kalıyor? Yemekli düğünler, neden çerezli düğünlerden daha cazip? Instagram profillerindeki filtreli fotoğraflar, neden filtresizlere göre daha çok beğeni alır?

Soruların tamamına verecek makul yanıtlarımız muhakkak ki var. Çünkü seçimlerimiz var. Bu seçimleri yapabilmek için kullandığımız ölçütleri de gayet iyi biliyoruz. Kimi zaman bir dayatmayla da olsa oldukça iyi öğrendik. Öğrettiler! Düşünülmüş, çalışılmış, yaşanmış ve aktarılmış ölçütler…

İşte, insanları birbirinden ayırt etmeye yarayan, bizi diğerlerinden ayıran “ben”imizi “onlar”ın bir parçası haline getiren, bizi biz olduğumuza inandıran tüm bu ölçütler, aslında başkalarının oluşturduğu ve bizim benimsemek zorunda kaldığımız “değerler”den başkası değildir.

Değer, en önemli ölçüttür. Değer, en sahip olunası kavramdır. Değer, “Benim değerim seninkini döver” diyebilmek için kıyasıya İstenilendir. Değer, bizim varlık ölçütümüzdür.

  • Peki, değersizlik nedir?
  • Neden değersiz hissedilir?
  • Değersizliğin altında yatan sebepler nelerdir?

Elbette ki dünyaya değerliler ve değersizler olarak iki farklı türde gelmiyoruz. O halde, doğum süreci her insan için aynıyken, sonrasında bazılarını daha değersiz hissettiren unsurlar nereden kaynaklanıyor?
Elbette ki dünyaya değerliler ve değersizler olarak iki farklı türde gelmiyoruz.

  • O halde, doğum süreci her insan için aynıyken, sonrasında bazılarını daha değersiz hissettiren unsurlar nereden kaynaklanıyor?

Kök Aile

Bunun için en güçlü argüman kök ailedir. Çocukluk ve ergenlik süreçlerinde çocuğun değerli hissetme ve değer görme gibi doğal ihtiyaçları kök ailesi tarafından yeterince karşılanmazsa çocuk, yetişkinlik evresine bu ihtiyaçlardan mahrum kalarak giriş yapar. Bir çocuğun kendisini değerli hissedebilmesi için gerekli ortam, çocuğun kendi tercihlerini, kararlarını, fikir ve düşüncelerini uygulayabileceği hür zeminlerin yine kendi kök ailesi tarafından sağlanabilmesinde yatar. Bu zeminlerde kendi yaşantısını deneyimleyen çocuk; kazançların, kayıpların, haz ve tatminlerin, coşku ve üzüntülerin, yenilginin, hata ve eksiklerin de içinde yer aldığı bir yığın veri elde eder. İşte, özdeğerin kazanımı için bu verilerin çeşitliliği çok önemlidir. Tüm bu verilerin analizi sonucunda, çocuk kendine ait değeri şekillendirmeye ve kullanmaya başlar.

Kendine ait olmayan verilerle çocuğun kendi özdeğerini oluşturması beklenemez…

Bu noktada soralım:

  • Çocukluk ve ergenlik sürecinde kazanılamamış özdeğer, yetişkinlik sürecinde elde edilebilir mi?
  • Kök ailenin bu kadar yüksek bir etkiye sahip olduğu bir yaşantıda, kök aile olmadan da birey bu değersizliğini aşabilir mi?
  • Peki nasıl bulunur bu değer? Nasıl elde edilir? Nerededir?

Yaşanan dünya “Değer nerededir?” sorusuna bizden çok daha önce pratik bir yanıt buldu ve bize bunu çok iyi öğretti:

“Değer, başkalarının heybesindedir.”

Heybe herkese açıktır, şeffaftır. Görünen değerler bütün cazibesi ile öylece dururlar. Ve bizler, bizlere verilen kullanım kılavuzlarına bakarak o değerleri nasıl elde edeceğimizi bilerek sahneye çıkarız. Oyun o kadar ortada oynanır ki heybeden değerlerini alanların imrenilesi manzarası herkesi daha da azimli savaşçılara dönüştürür. Birbirlerine heybelerindeki değerleri dağıtan ya da dağıtmayan milyonlarca oyuncu, sahnedeki rolleri bitinceye kadar oyunu sürdürür.

Kendimizi tanıyabilmenin aynı zamanda insanları tanımanız da birinci şartı olduğunu öğrendiğimiz de çevremizle uyumlu olmak zorunda olmadığımızın keyfini süreriz.

Kendi Yaşantımdan “Olumsuz Bir Karşılaşma”

Hiç unutmuyorum o günü…

İstanbul’un yoğun akşam trafiğine maruz kalanlar çok iyi bilir. İlerlemek çok zordur. Ne kadar erken çıkmış olsanız da trafik her zaman sürprizlerle doludur. Bu nedenle varış saatim biraz gecikti.

İstanbul trafiği gibi dışsal stres kaynakları, kişinin sinir sistemini tetikler. Gecikme, zaman baskısı ve yorgunluk gibi faktörler, kişinin duygusal eşiğini düşürür.

Bedenimin rahatlama arzusuyla; zihinsel toparlanma ihtiyacı vardı. Varabilmiş olmanın hissiyle nefes almak için soluklandım. Tam durumun verdiği stresi yoğunluğu açıklamaya çalışırken; karşımdaki kişinin gösterdiği tepki büyüdü büyüdü… Kontrol, müdahale, manipülasyon, baskı.

Psikolojik olarak şu davranış kalıplarına işaret eder:

  • Kontrol: Kişi, olayları kendi beklentilerine göre yönlendirmek ister.
  • Müdahale: Karşı tarafın sınırlarını ihlal etme eğilimi.
  • Manipülasyon: Duygusal yönlendirme ile suçluluk veya utanç yaratma çabası.
  • Baskı: Güç dengesizliği kurarak üstünlük sağlama arzusu.

Bu davranışlar, genellikle duygusal olgunluk eksikliğiempati yoksunluğu veya kaygı temelli kontrol ihtiyacı ile ilişkilendirilir.

“Gecikme değil, empati eksikliği sorun yaratır”

Benim stresimi açıklama çabam, aslında bir “duygusal boşalma” ihtiyacıydı.

Karşı tarafın bu açıklamaya tahammül gösterememesi, duygusal körlük veya empati eksikliği ile açıklanabilir.

Bu tür karşılaşmalar, bireyin kendini değersiz veya suçlu hissetmeye neden olabilir — oysa bu tamamen karşı tarafın yetersiz duygusal kapasitesinden kaynaklanır.

Bu sistem nasıl mı çalışır?

Birey değer arayışını; çevresini kontrol etme, onların davranışlarına ve eylemlerine müdahale etme, kural koyma, kurallar için onları manipüle etme ve baskılama yoluyla sürdürür. Süreç, bu aracın işe yaramasıyla birey için daha da tatmin edici hale gelir. Artan tatmin aynı zamanda dozajın da artmasına sebebiyet verir. Böylelikle aracın etki alanı genişler. Daha geniş kontrol, müdahale ve manipülasyon alanı, daha yüksek değer kazanımı anlamına gelir. Alan genişledikçe bireyin bu kontrol iştahına reaksiyon gösteren bireylerin sayısı da doğal olarak artar. Bu reaksiyonların artış göstermesi, bireyi agresif bir yapıya iter. Çünkü kontrol alanından çıkan her kişi, birey için kazanılması muhtemel bir değerin kaybedilmesi anlamına gelir. Bu, hem aracın sahibi hem de değer kaynakları yani çevredekiler adına oldukça yoğun mücadele gerektiren, yorucu ve yıpratıcı bir süreçtir.

Yani manipülasyona maruz kalan kişi, bu noktada ne denli yüksek bir reaksiyon gösterirse, birey bu manipülasyonun dozajının ne olacağına ona göre karar verir.

Soru:

  • Kişi kaybetme riskinin yüksek olduğu insanlara da aynı dozajı uygulayabilir mi, uygulandığında o insanları kaybetme riskini göze alabilir mi?

Eğer birey için “değer” yalnızca kontrol edebildiği sürece anlamlıysa, o zaman en değerli kişilere bile aynı manipülasyon dozajını uygulayabilir. Çünkü bu kişiler üzerindeki kontrol kaybı, bireyin içsel bütünlüğünü tehdit eder. Bu durumda:

  • Bu, narsistik savunmalarla da örtüşebilir: “Ben değerliyim, o giderse kaybeden o olur.”
  • Kaybetme korkusu, kontrol ihtiyacının gerisinde kalır.
  • Birey, “ya benim kurallarıma uyar ya da gider” tutumuna bürünebilir.

Yaşadığım durum karşısında sessiz kaldığımı hatırlıyorum. Ve hemen oradan ayrıldığımı. Bir daha hiç görmedim kendisini. Bu durum manipülasyonun nesnesi değil, kendi kararlarımın öznesi olduğumu anlatıyor.


Peki Bizi “değerli” kılan nedir?

Kendi değerini oluşturmayan bir insan, başkalarının ona biçtiği değer kadar bir hayat yaşar.

  • Değer bir manipülasyon aracı değildir.
  • Değer bir varoluş biçimidir ve kişinin kendini tanımasıyla ilgilidir. İnsanın hayatına kabul ettikleri kadar etmedikleriyle de şekillenir.
  • Değer, insanın benzeşleri arasında var olabilmek için ihtiyaç duyduğu en temel kavramdır.
  • Değer araçları, bireyin sahip olduğu takdirde kendisini değerli ve önemli hissedeceğini düşündüren araçlardır.

Yazarın Notu:

Değer araçlarım neler?

Doğru yanıtları bulduğumda çok değerli bir alana ulaştım. Var olmak. Var olmak, kendi varlığını algılamak, insanları algılamak, yaşamı algılamak. Her sürecin bir başlangıcı olduğu ilkesinden yola çıkarak ve fikir sahibi olmanın temel şartının bilgi sahibi olmaktan geçtiği evrenselliğini merkeze alarak bizleri hangi araçların değerli hissettirdiğini öğrenerek, kendimi aramaya, insanları anlamaya buradan başladım.

Kendi varoluş hikayemi yazarken kütüphanedeki onlarca kitabı okumaktan daha değerli bir amaç edindim, kitap yazmak…

Değer Mi? Var olma çabasında değer arayışı, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Çağatay Çakır

New York Columbia Üniversitesi’nden “Family and relationship consultancy” (aile ve ilişki danışmanlığı); İstanbul Üniversite’sinden “İlişki Yönetimi”, “Davranışçı Ekol”, “Çocuk Gelişimi” eğitimlerini aldıktan sonra, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde “Aile danışmanlığı” programını bitirdi.

Aile, çocuk ve ilişki danışmanlığı kapsamında bireysel ve kurumsal hizmet sunmaya devam etmektedir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin