“Her insan dünyaya tanrının iradesiyle gelmiştir. Tanrı da insanı öyle bir şekilde yaratmıştır ki, insan kendi ruhunu kurtarabilir de yok edebilir de. Bizim hayattaki görevimiz ruhumuzu kurtarmaktır ve bunu yapabilmemiz için de Tanrının buyruklarına uygun bir hayat sürmemiz gerekir.”
— Lev Nikolayeviç Tolstoy
Merhaba
Çocukluğumdan beri bana aşılanan inanç öğretileri, başkalarını terk ettiği gibi beni de terk etti; aradaki tek fark ise küçük yaşlardan itibaren çokça okumaya ve düşünmeye başladığım için inancı reddedişimin çok erken olmasıdır. On altı yaşımdan itibaren dua etmeyi, kendi isteğimle kiliseye gitmeyi ve oruç tutmayı bıraktım. Çocukluğumdan beri bana aşılananlara karşı inancımı yitirmiştim, fakat ne olduğunu tam olarak söyleyemesem de bir şeylere inanıyordum. Tanrı’ya bile inandım —ya da inkâr etmedim diyelim- ama nasıl bir Tanrı’ya inandığımı tanımlayamıyor, İsa Mesih’i ve öğretilerini reddetmiyor olsam da bu öğretilerin nelerden oluştuğunu anlatamıyordum.
Şimdi geçmişe dönüp baktığımda, hayvani içgüdülerin dışında hayatımı etkileyen şeyin, sahip olduğum tek gerçek inancın, mükemmelliğe olan inanç olduğunu açıkça görüyorum. Fakat mükemmeliyetin nelerden oluştuğunu ya da ne gibi bir amaca sahip olduğunu tanımlayamam. Düşünsel mükemmeliyeti elde etmeye çalıştım, hayatın bana öğrenme şansı verdiği her şeyi öğrendim. İrademi mükemmelleştirmeye çalıştım, kendime uymak zorunda olduğumu düşündüğüm kurallar koydum. Gücümü ve çevikliği geliştirecek bütün egzersizleri yaparak, kişiyi sabır ve dayanıklılık açısından eğitip terbiye edecek tüm zorluklara maruz kalarak fiziki mükemmelliğe ulaşmaya çalıştım. Benim için mükemmeliyet buydu. Bunların başlangıç noktası elbette ahlaki mükemmeliyete ulaşmaktı, ama bu kısa süre içinde genel bir mükemmeliyet arzusuna dönüştü: Tanrı’ya ya da kendime göre daha iyi olmak yerine diğer insanların gözünde daha iyi olma arzusuna. Ve bu başka insanların gözünde iyi olma çabası kısa zamanda başkalarından güçlü, yani daha ünlü, önemli ve zengin olma tutkusuna dönüştü.
Bir gün hayat hikâyemi anlatacağım, gençliğimin hem acıklı hem de öğretici yönlerini kapsayan bütün o on yılı. Sanırım birçok kişi aynı tecrübeleri yaşamıştır. Bütün ruhumla iyi bir insan olmak istiyordum, fakat iyiyi ararken henüz gençtim, tutkularım vardı ve yalnızdım, tamamen yalnız. Ahlaken iyi olma konusundaki en içten dileklerimi ifade etmeye çalıştığım her zaman küçümseme ve alayla karşılaştım ve adi tutkulara kendimi kaptırır kaptırmaz da yüceltildim, teşvik edildim. Hırs, güç sevdası, çıkarcılık, şehvet düşkünlüğü, gurur, öfke, intikam hepsi çok kıymetliydi.
Kendimi bu tutkulara kaptırınca, büyüklerime benzedim ve benden hoşnut olduklarını hissettim.
O yılları dehşet, nefret ve kalp sızısı olmadan hatırlayamıyorum. Savaşta insanları öldürdüm, öldürme amacıyla adamları düelloya davet ettim, kumarda kaybettim, köylülerin emeklerinin meyvelerini çarçur ettim ve sonrasında onları idam ettirdim, zina yapıyordum ve bir düzenbazdım. Yalan, hırsızlık, her tür zina, ayyaşlık, şiddet, cinayet… Aklınıza gelebilecek her suçu işlemiştim ve bunlara rağmen yüceltiliyordum, çevrem beni o zamanlar da, şimdi de nispeten ahlaklı bir insan olarak görüyor.
On yıl böyle yaşadım.
Bu süreçte kendini beğenmişlik, açgözlülük ve gururla yazmaya başladım. Hayatımda yaptığımın aynısını yazarlığımda da yapıyordum. Uğruna yazdığım ün ve parayı elde etmek için, iyi olanı saklamak ve kötüyle övünmek şarttı. Ve ben de bunu yaptım. Yazılarımda sık sık aldırmazlık maskesinin altına gizlendim ve hayatıma anlam veren iyilik hasretimi bile alaya aldım. Başarılı oldum ve övüldüm. Yirmi altı yaşında, savaş bittikten sonra, St. Petersburg’a geldim ve yazarlarla tanıştım. Beni kendilerinden biri olarak kabul ettiler, bana övgüler yağdırdılar. Kısa sürede bu yazarların kendilerine has yaşam görüşlerini benimsedim ve daha iyi olma konusundaki çabalarımın bütünüyle sonuna geldim. Bu görüşlerin yaşadığım hayatı haklı çıkarmasına izin verdim.
Yazar yoldaşlarımın teorisi ise şuydu: Hayat genel bir gelişmeye bağlı olarak devam etmektedir ve biz düşünürler bu gelişmede ana rolü oynamaktayız. Üstelik, biz, sanatçılar ve şairler olarak, düşünürlerin üzerinde en büyük etkiye sahip kişileriz. Bizim görevimiz insanları eğitmektir. En bariz soru olan “Ne biliyorum ve ne öğretebilirim?” sorusuna teorinin cevabı, hiçbir şey bilmenin gerekli olmadığı, sanatçı ve şairlerin zaten farkında olmadan bir şeyler öğrettiğiydi. Hatırı sayılır bir sanatçı ve şair olarak görüldüğümden, bu teoriyi kabullenmem oldukça doğaldı. Bir sanatçı ve şair olarak ne öğrettiğimi bilmeden yazıyor ve eğitiyordum. Bunun karşılığında para aldım ve nefis yemeklerin, evlerin, kadınların, toplulukların tadını çıkardım: Ünlüydüm. Demek ki her ne öğretiyorsam, çok iyiydi.
Bilgiye, şiire ve hayatın evrimine olan bu inanç gerçekten de bir dindi ve ben de bu dinin rahiplerinden biriydim. Bu inancın gerçekliğini hiç sorgulamadan uzun süre yaşadım. Ama bu hayat tarzını ikinci ve özellikle üçüncü yılında, bu inancın doğruluğundan şüphe etmeye ve onu daha yakından incelemeye başladım.
İşimin sağladığı ünü düşünürken kendi kendime “Pekala; Gogol, Puşkin, Shakespeare ve Moliere’den veya dünyadaki bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın, olacaksın da ne olacak?”
Bu soruma kesinlikle bir cevap bulamadım…
Bir arayışın tezahürlerinden ibaret olan İtiraflarım, Tolstoy’un yaşamın anlamına dair uzun uzun düşünüp büyük bir arayış içinde olduğu zamanlarını düşünce kuytuluklarından gün yüzüne çıkardığı eseridir. Rus edebiyatının en önemli isimlerinin başında gelen, dünya edebiyatına ölümsüz eserler vermiş olan Tolstoy’un varoluşa dair her insan gibi sordukları, tatmini, hayatı ve yaptıklarına dair sorgularıyla bu eserde onu kendimize daha yakın bulur, onu ve eserlerini anlamaya daha da yaklaşırız.
İtiraflar’da karşılaştığımız, Tolstoy’un yaşama ve ölüme dair düşünceleri, yazdığı eserlere bakış açısı Tolstoy okuruna şaşırtıcı bir otobiyografi eseri sunar. Ailesi, inançları, çocukluğu, kalbinde yeşermiş kötü düşünceler ve hatalarıyla gerçek bir itiraf metni olan eser, edebiyata dair okumalarınızda mutlaka yer vermeniz gereken bir klasik.
İtiraflarım, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Lev Nikolayeviç Tolstoy, Zengin bir ailenin çocuğu olarak Rusya´nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta doğdu. Çok küçük yaşlarında önce annesini, sonra babasını kaybetti, yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Öğrenimini tamamlamak için Moskova´ya gitti. Çalışkan zeki bir öğrenci olarak başarı ve sevgi kazandı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire´i ve J. J. Rousseau´yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetli etkisinde kalmıştı. Yasnaya-Polyana´ya döndü, yoksul köylüler arasına katıldı. İlk eseri olan “Çocukluğum”u bu sıralarda yazdı.
1902’den 1906’ya kadar her yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne ve 1901, 1902 ve 1909’da Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Hiç Nobel Barış Ödülü kazanmamış olması büyük bir tartışma konusudur.
1828’de aristokrat bir Rus ailede dünyaya gelen Tolstoy’un dikkate değer eserleri arasında, genellikle gerçekçi kurgunun zirveleri olarak anılan
Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy´un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaradılışını, yaşayışını büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof ve bir eğitimci olarak da ün kazanmıştı. Savaş ve Barış (1869) ve Anna Karenina (1878) romanı yer alır. İlk kez yirmili yaşlarında Kırım Savaşı’ndaki deneyimlerine dayanan yarı otobiyografik üçlemesi ile edebi beğeni topladı. Bu sayılanların dışında “Diriliş”, “Gençliğim”, “Çocukluk”, “Hacı Murat”, “Ayaklanış”, “Sergi Baba”, “Tanrı Bizim İçimizdedir”, “Kazaklar”, “Tesadüf”, “İki Süvari” gibi eserleri vardır.
1870’lerde Tolstoy derin bir ahlaki kriz yaşadı ve ardından, kurgusal olmayan çalışması İtiraf’ta (1882) ana hatlarıyla belirtildiği gibi, eşit derecede derin ruhsal uyanış olarak gördüğü yolu izledi. Dağdaki Vaaz’a odaklanarak, İsa’nın etik öğretilerini birebir yorumlaması, onun ateşli bir Hıristiyan anarşist ve pasifist olmasına neden oldu.
Şiddetsiz direniş hakkındaki fikirleri Tanrı’nın Krallığı İçinizdedir (1894) gibi eserlerde ifade edildiği gibi, Mahatma Gandi ve Martin Luther King Jr. gibi 20. yüzyılın önemli figürleri üzerinde derin bir etkiye sahipti.
Tolstoy 82 yaşındayken, 1910 yılında öldü. Kış ortasında evini terk ettiğinde hasta düştükten sonra, Astapovo´da tren istasyonunda zatürreden öldü. Polis, cenazesine katılmak isteyenlere ulaşımı sınırlandırmak için çalıştı, ama binlerce köylü cenazesinde sokakları doldurdular. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisi olarak edebiyat ve dünya tarihindeki yerini aldı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın