“Ve bir ağacın dalları ne kadar yüksekse, köklerinin de o kadar derinlerde olması gerekir. Ve ağacın anlamı ne köklerde, ne de yukarılardaki tacındadır; bu ikisinin arasındaki yaşamdadır.”
— Carl Jung
Merhaba,
Anima Jung’un eril psikolojisi alanındaki en önemli keşfiydi, çünkü öğrendiği üzere sadece anima bir erkeği kahramanca oto-kontrole değil, yaşama empatik katılıma dayanan bilince teslim edebilirdi. Psikenin Jung’un anima diye adlandırdığı kısmını anlamak, başlangıç deneyiminden çok aklın bir içgörüsü, kişilik gelişimi için anlamlılığının özü ortaya çıkana dek yaşanacak bir gizemdir. Jung, psikologların insanların yaşamda anneden ayrılmakla başlayan bir yolculuk boyunca bir evreden diğerine geçtiği süreçlerin ancak zengin simgesel tasvirleriyle kadim başlangıç bilgisini dirilterek deneyimlenebilecek şeyi formülüze etme sorununu çözmüştü. Başlangıç fikri, Jung’un rüyaları yorumlamasına ve incelediği psikolojik seyyahların gelişimine bir temeldi.
Jung’un eril sürece dair olgun anlayışına ve onun modern dönemin diğer derin psikologlarından radikal ayrılışına damga vuran şey, bu başlangıcın—bilincin gelişimine aracılık edecek kudrete sahip arketipsel güçlerin daha yüksek otoritesine kahramanın acıyla boyun eğişinin— keşfiydi. Jung’un öğrencisi ve hastası Joseph Henderson’ın “Başlangıç Eşikleri” adlı kitabında açıkça ortaya koyabildiği üzere kahraman rolü bilinçdışında gerçek başlangıç aşamasından önce gelen güçlü bir benkimliğinin oluşumunu imleyen arketipsel bir imgedir. Bu, Jung’un “yaşam evreleri” fikrini yaşam-döngüsü boyunca süren kendi ben gelişim modelleriyle takip etmiş Erik Erikson ve diğer Freudcu yazarların kaçırdıkları anlaşılan incelikli bir noktadır. Gerçek psikolojik gelişimin özü, Jung’a göre hiçbir psikoloji yazarı için olmadığı kadar kahramanın vazgeçişini içerir. Kahramanca bilinç baskın hale gelince, insan kim olduğunu ve bu yüzden yaşamının iplerini ele geçirmesi gerektiğini bilinçdışından daha iyi bildiğini sanır. Kahraman, ben psikolojisinin ve bilinçdışını “geliştirecek” olanların bu çağında sürekli piyasaya çıkıp duran sayısız kişisel gelişim kitabının mitologemidir.
Belli ki kahraman evresi bilinçdışında boğulmak pahasına insanlara doğru atılan bir adımdır. Üniversite eğitimini tamamlamak ya da bir bağımlılığı terk edebilmek gibi gerçek hayatın içinden kahramanca görevlerin üstesinden gelmek için ayakları yeterince yere basmayan bir delikanlının bilinçdışında bir kahramanın ortaya çıkışı çok mühim bir olaydır. Çoğu zaman gençlikteki bilincin arketipsel temeli, per aeternus yani ismi ebedi çocuk anlamına gelen tanrı tarafından desteklenen gerçekdışı bir büyüklük fantezisidir. Bu arketipin gölge dokusu, sadece psikososyal sınırlan test etmek için varolmuş gibi görünen hilebazdır. Henderson’un kitabında açıkladığı gibi kahraman arketipinin bu öncülleriyle özdeşleşmekten kurtulmak zordur ve çoğu erkek için kültürümüzde bunu başarmak yaşamın ilk yarısının eseridir. Kahraman evresinin temsil ettiği sağlam ben temellendirmesini başarmak, çoğu zaman doğru türden bir eğitim tecrübesini gerektirir.
Jung erkek olmanın tam psikolojik potansiyelinin dışardan bir adam yahut kadının vasıtasıyla değil, ancak sonunda kahramanın kendi animasının ihtarıyla boyun eğip başlangıca teslim olmasıyla mümkün olduğunu biliyordu. Daha sonra erosunun (ve pek de seyrek olmayarak diğerlerinin yaşamındaki yerine dair hislerinin) içerden belirli bir gelişimi gerçekleşecektir; böylece hemen kendisiyle ve çevresindekilerle daha iyi bir bağ kurar.
Animanın kabulü neredeyse değişmez bir surette zordur. Anima, Jung’un belirttiği gibi husumetin sözcük köküdür ve anima (ruh hali gibi) hıncın diğer adı olabilir. Anima tarafından kabul edilmek, onun yanılsatma kapasitesiyle yarattığı yansıtmalar mutluluk üretemediğinde acı dolu aldatılma ve hayalkırıklığına uğrama deneyimlerine boyun eğmek demektir. Kişinin bu deneyimlere dair kendi duygularının acısını kabul etmesi, animayla bütünleşmenin hayati bir parçasıdır, Jung animaya kimi zaman “yaşam arketipi” demişti ve bireyi, ona yeteri kadar yaşam enerjisi aşılanana dek yaşamın ellerinde acı çekmeye mecbur kalmış bir şekilde görmüştü: Sonuçta gerçekten “paha biçilmez bir inci” olarak ortaya çıkan bilinçli tavır, aynı zamanda bir ruh duyusudur ki bu aynı zamanda otonomi saygısı ve ismi “yaşlı” anlamına gelen Taocu bilge Lao Tzu‘da ete kemiğe bürünmüş bir bilgelik türüdür. Yaşlı bilge bir anlam arketipi, bu başlangıçsal kabulün ve dişil olanla bütünleşmenin eril amacı ve eril sonucu olarak animanın arkasında durur. Çoğu çağdaş analist, animanın kadının kendisine ilişkin deneyimine aracılık edebilen bir arketip olup olamayacağını sorgulamıştır. Eğer öyleyse açığa çıkan derin içsel kendilik, dişi bir bilgelik figürü ve tanrıçanın kişileşmiş hali olacaktır.
Jung, kadınlar için animanın üzerinde durmaya hazır değildi. Zamanının kadınlarının kendi bilinçdışı erilliklerini, ki bunun o zaman özellikle erkeklere yansıtılma tehlikesi vardı, gerçekleştirmek için özel bir görevleri olduğunu hissetmişti. Sadece bazı yönlerden animanın benzeri olan animusun yaşam ya da anlam arketipi değil, ruh arketipi olan kendine has bir karakterinin olması gerektiğini anlamıştı. Ruh, Jung’a göre dişil olarak tahayyül ettiği canla kıyaslandığında karakteristik olarak erildi. Animustan kadının can-imgesi olarak bahsederken bile kadının bilinçdışı bir eril ruhu varken erkeğin bilinçdışı bir canının olduğunu kastetmişti. Jung, ruh ve canın hem erkeğin, hem de kadının gelişimini şekillendirebileceğini farketmiş ve bunların zıt eşlerinden ya da bireylerin psikesindeki birleşiminden bahsetmişti. Yine de kadın hastalarıyla beraber İvedi psikolojik çalışmaları olarak ruhun tanınmasına ve entegrasyonuna odaklandı. Bu terapötik animus odaklanması, “Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme” yapılan ikinci derlemede baba aktarımlı kadının kendisine söylediklerinde ve hastası ve aynı zamanda çalışma arkadaşları olan Esther Harding’in kişisel defterine kaydettiği yorumlarında iyice su yüzüne çıkar. Ruh, erkeklere yansıtılmış bilinçdışı bir animusken, kadının kendi doğasına yaklaşmasına yardım eden bir içsel figür şeklinde işleyebilecek kadar serbest bırakılması gerekir. Ancak o zaman tam olarak kim olduğunun ayırdına varabilir.
Erkeğinse aksine özgür kalmış bir animanın yardımı sayesinde kendi doğasıyla doğru duygusal tutum içinde kurmayı öğrenmesi gerekiyordu. Jung gördüğü arasında ilişkide olma olarak tanımlanan—erosun kadınlardakinden daha bilinçdışı olduğunu gözlemlemişti. Ayrımsama yetisi olarak tanımlanan—logos ise daha bilinçdışıdır. Jung, kimi zaman erosun kadın, logosunsa erkek İlkesi olduğunu iddia edecek kadar İleri gitmişti ki günümüz kültürel bağlamında bu, kulağa katı bir cinsiyet ayrımcılığı gibi geliyor.
Simyasal eserini tamamlarken, Jung eril ve dişil ilkelerin bile verili olmadıklarını, oluşma koşulları arketipsel yasaları takip etse bile deneyimle oluşturulduklarını yavaş yavaş anlamıştı. Çoğu zaman yaşamın ortasında erkeğin içindeki dişil ilkenin oluşumunun şu simyasal reçeteye, sadece Jung’da ima edilen ancak diğer yazarlarca da zikredilen bir reçeteye uyduğu: Civayla birleşen tuz Luna’yı üretir. Luna, gelişmiş dişil ilke artık naif olmayan, yeterince acı çekmiş (tuz: acı, gözyaşı) bir animaya tekabül eder ve kendini savunurken hilebaz bir acımazsızlığa muktedirdir (civa: hilebaz, durumu saldıran tarafın aleyhine çevirme kapasitesi). Erkeklerin orta yaşlarda Luna’nın yeterince iyi bütünleştiğini garantilemeye dair özel görevleri vardır (Özellikle tuzla ilgili zorlu denemeden yapılan kısa alıntı bu içsel çalışmayı anlatır). Luna, Sol’un bir kişilik bütünlüğü üreteceği, kahramanlık destekli bilinçle etkileşime hazır, desteklenen bir bilinçdışıdır. Bu, kişilik gelişimine dair Jung’un son imgesidir ve bizatihi kendi eril perspektifinden devşirilmiştir.
“Merkür Cini”, bu ciltteki son seçkilerin kaynağı, özel bir bahsi hak ediyor çünkü bu yukarda bahsi geçen perspektifin arketipsel zeminine en iyi görüş açısını sağlıyor. Jung’un bizatihi karakteristik ruhunun ve psikoloji yazımını yöneten bilincin bir tasviri olması açısından bu, Jung’un arketiplerle ilgili muhteşem makaleleri arasında muhtemelen en şahsi olanı.
Erilliğin Başlangıcı ve Gelişimi “Yaşamın Evreleri”
Jung’un yaşamın evleri kavramı yaşam boyu süren bir başlangıçlar dizisini imler. Gelişen birey sırasıyla yaşamın her bir dönemine özgü sorunlarla mücadele eder ve bu sorunlar hiçbir zaman tamamen çözüme kavuşmaz. Bunlar daha ziyade bilinci desteklemeye hizmet eder. Jung maskülendeki bu gelişimi, bilincin gelişimi için içsel bir talebin gerçekleşmesi olarak transandantal terimleri kafasında kurgularken Schopenhauer ve Nietzsche‘nin Alman Romantik geleneğini devam ettirir. Schopenhauer, kişinin gerçekten kendisi olabilmesi için Jung’un psikolojik dürtü olarak değerlendirdiği bir “bireyleşme İlkesi” öne sürmüştü. Nietzsche, Jung’da kişinin bireyleşme misyonunu başarabilmesinin ahlaki buyruğu haline gelen yaşam görevi fikrini temin etmişti. Yine de Jung gerçek gelişimin bireyi kahramanca hünerler üzerindeki hak iddiasından vazgeçmeye zorlayacağını açıkça görür. Güneşin günlük hareketi metaforunu kullanarak Bireyin psikolojisini yaşamın ilk yarısında parlak bilince doğru bir yükseliş ve bunu müteakip yaşamın ikinci yarısında bu parlaklığı feda ederek bilinçdışına doğru bir iniş şeklinde tasavvur etmişti. Erkekte benin bu kayboluşu, animanın ortaya çıkışıyla ödünlenmişti.
Burada asıl temamıza geliyoruz- yaşamın evreleri sorunu.
761 Hepimiz gençlik döneminde ortaya çıkan sorunların kaynaklarına aşinayız. Çoğu insan için çocukluk rüyasına acımasızca son veren şey yaşamın gerekleridir. Eğer birey yeterince iyi hazırlanmışsa, bir mesleğe yahut kariyere geçiş sorunsuz bir şekilde gerçekleşebilir. Ancak birey gerçeğin karşıtı hayallerden kopamazsa, elbette birtakım sorunlar ortaya çıkacaktır. Kimse belirli varsayımlarda bulunmadan yaşama adım atamaz ve kimi zaman bu varsayımlar yanlış- yani kişinin içine atıldığı koşullara uymaz. Bu durum çoğunlukla abartılmış beklentiler, zorlukların hafife alınması, yersiz iyimserlik veya olumsuz tavır meselesidir. İlk bilinç sorunlarına yol açan yanlış varsayımların uzun bir listesi yapılabilir.
762 Ancak sorunlara yol açan şey her zaman öznel varsayımlarla dış etmenler arasındaki çelişki değildir; bu şey çoğu zaman içsel, psişik zorluklar da olabilir. Bu zorluklar dış dünyada her şey yolunda giderken de var olabilir. Böyle bir zorluk çoğu zaman cinsel dürtünün sebep olduğu psişik dengenin bozulmasıdır; aynı zamanda dayanılmaz bir hassasiyetten kaynaklanan aşağılık hissidir. Bu içsel çelişkiler dış dünyaya bariz bir çaba harcanmaksızın adaptasyon sağlandığında bile var olabilir. Varoluş için zorlu bir mücadele vermiş gençlerin içsel sorunlardan muaf oldukları, birtakım sebeplerden dolayı hiçbir adaptasyon sorunu yaşamamış olanlarınsa cinsel sorunlar veya aşağılık hissinden kaynaklanan çalışmalarla karşılaştıkları görülebilir.
763 Mizaçları sorun çıkaran insanlar çoğunlukla nevrozludur ancak sorunların varlığını nevrozla karıştırmak ciddi bir yanlış anlama olabilir. İkisi arasında bariz bir fark vardır: Nevrozlu kimse sorunlarının bilincinde olmadığı için hastadır; zorlu bir mizacı olan kimseyse hasta olmaksızın bilincinde olduğu sorunlarından mustariptir.
764 Gençlik döneminde karşılaşılan bireysel sorunların neredeyse sonsuz çeşitliliği arasından yaygın ve temel etmenleri bulup çıkarmaya çalışırsak bütün vakalarda tek bir ortak özellikle karşılaşırız: iyi kötü açık bir biçimde çocukluğun bilinç düzeyine tutunma, bizi dünyaya müdahil eden içimizde ve etrafımızdaki hayati güçlere karşı bir direnç. İçimizdeki bir şey çocuk kalmak, bilinçsiz olmak ya da olsa olsa yalnızca benin bilincinde olmak, garip olan her şeyi reddetmek veya kendi İsteğimize tabi kılmak, hiçbir şey yapmamak ya da kendi haz veya güç arzumuzun tadını çıkarmak ister. Bütün bunlarda maddenin eylemsizliğine ait bir şey vardır; bilinç düzlemi ikili fazınkinden daha küçük, daha dar ve daha bencil olan önceki halde kalma ısrarı. Çünkü burada birey farklı ve tuhaf olanı kendi yaşamının bir parçası, bir nevi “ben de” olarak tanıyıp kabullenmenin gerekliliğiyle karşı karşıya gelir.
767 İlkel kavimlerin yeniden doğuş ritüellerine taşımaya değin dini eğitimin asıl amacı İnsanoğlunu yeni, geleceğin insanına dönüştürmek ve eskisinin ölüp gitmesini sağlamaktır.
767 Psikoloji bize psikede bir anlamda eski olan hiçbir şeyin olmadığını, aslında hiçbir şeyin ölmediğini öğretir. Aziz Pavlus bile bu zorluğu deneyimlemeye mecbur kalır. Her kim kendini yeni ve alışılmadık şeylere karşı koruyup geçmişe sığınırsa kendini yeniyle özdeşleştirip geçmişten kaçan adamla aynı nevrotİk duruma düşer. Tek fark birinin geçmişten, diğerininse gelecekten uzaklaşmasıdır. Prensipte ikisi de aynı şeyi yapar: Karşıtlıkların geriliminde dar bilinçlerini parçalarlar ve daha geniş, yüksek bir bilinç inşa etmek yerine mevcut bilinci pekiştirirler.
771 Oysa hayattaki ciddi sorunlar hiçbir zaman tamamen çözülmez. Çözülmüşe benzeseler bile bu aslında bir şeylerin muhakkak kaybolduğunun bir işaretidir. Bir sorunun anlamı ve amacı çözümünde değil, onun üzerinde durmadan çalışmamızda yatar. Bu tek başına bizi küçük düşmekten ve taşlaşmaktan korur. Bu yüzden gençlik döneminin sorunları kendimizi elde edilebilir olanla sınırlandırarak çözmek de sadece geçici bir süreliğine geçerlidir ve derinlemesine kalıcı değildir. Elbette toplumda kendine bir yer edinmek ve bu tür varoluşa İyi kötü uygun hale gelerek doğasını dönüştürmek nerden bakılırsa bakılsın önemli bir başarıdır. Bu, dışarda olduğu kadar kişinin kendi içinde de sürdürdüğü, çocuğun ben için verdiği mücadeleye benzer bir savaştır. Bu mücadelenin büyük bir kısmı gözlemlenemez çünkü karanlıkta gerçekleşir, ancak sonraki yıllarda hâlâ inatla çocuksu hayallere, varsayımlara ve bencil alışkanlıklara nasıl tutunulduğunu gördüğümüzde bunları oluşturmak için gereken enerjiye dair bir fikir edinebiliriz. Gençlik döneminde uğrunda mücadele edip acı çektiğimiz ve zaferler kazandığımız bize hayatta yol gösteren idealler, inançlar, yönlendirici fikir ve tutumlar için de aynı şey geçerlidir: (bütün bunlar) kendi varlığımızla beraber büyürler, aleni bir şekilde onlara dönüşürüz ve doğal olarak tıpkı genç bireyin dünyaya ve çoğu zaman kendine rağmen benini öne çıkarması gibi onları süresiz devam ettiririz.
777 Nevrozlu biri öncesinde çocukluktan kaçamadığından şimdi de gençliğinden ayrılamaz. Yaklaşan yaşının gri düşünceleri onu ürkütür; önündeki bu olasılık onun için dayanılmaz olduğundan sürekli geriye bakmaya çalışır. Tıpkı çocuksu kişinin dünyada ve insan varlığındaki bilinmezden kaçışları gibi yetişkin kişi de yaşamın ikinci yarısından kaçar. Sanki bilinmez ve tehlikeli vazifeler onu bekliyordur ya da kabul etmek istemediği kurban ve kayıplarla tehdit ediliyordur veya şimdiye dek olan yaşamı ona öylesine güzel ve değerli görünür ki ondan vazgeçemez.
789 Ancak hayatta yalnızca çok az kimsenin sanatçı olduğunu ve yaşam sanatının bütün sanatların içinde en seçkin olduğunu unutmamalıyız.
795 Sonuç olarak bir anlığına güneş benzetmesine geri dönersek yaşam yayının yüz seksen derecesi dört bölüme ayrılır. Doğuya doğru eğik ilk çeyrek, diğerleri için bir sorun oluşturduğumuz ancak henüz kendimize ait her hangi bir sorunun farkında olmadığımız çocukluktur. Sorunların bilincine varmak İkinci ve üçüncü bölümlere denk gelir. Son bölümdeyse yaşlılıkta bilincin durumuna bakılmaksızın tekrar diğerleri için sorun olduğumuz döneme geri döneriz. Çocukluk ve yaşlılık elbette tamamen farklıdır ama yine de bunların ortak bir yanı vardır: Bilinçdışı psişik olaylara bakmak. Bir çocuğun zihni bilinçdışından doğduğu için kolay kolay ulaşılır olmasa da, psişik süreçlerinin farkına varılması yeniden bilinçdışına gömülen ve giderek onun içinde kaybolan yaşlı bir kimseninki kadar zor değildir. Çocukluk ve yaşlılık, yaşamın herhangi bir sorununun bilincinde olunmayan evreleridir.
Maskülen Erilliğin Farklı Yüzleri, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Maskülen kavramı sadece Jung’un insan ruhu hakkındaki devrimci teorileri için değil kişiliğin gelişimi için de dikkate değerdir. Eğer Jung’un inandığı gibi “modern insan halihazırda, kendi aklının ışığı ötesinde hiçbir şeyin dünyasını aydınlatamayacağı fikriyle zihnini bulandırmış” ise her insana idrak kabiliyetinin sınırlarını ve bu sınırları nasıl aşacağını göstermek temel bir mesele haline gelir. İşte Jung’un Maskülen adlı eserinde yapmaya çalıştığı budur. Erilliğin dürtüsünü ve doğasını ilgilendiren ünlü sezgilerini kaleme alır ve bunların kişiliğin gelişimini nasıl etkilediğini açıklar. Kişisel ve klinik tecrübelerinin ürünü olan eşsiz perspektifi sayesinde Jung, erilliğe dair anlayışımız konusunda uzun yıllar daha psikanalistlerin zihnini meşgul edecek sorunları ortaya atmıştır.
Carl Gustav Jung, İsviçreli psikiyatr. Analitik psikolojinin kurucusudur. Derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisidir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın