“Hayır, “anima” erkeğin psikolojisinin dişil kısmıdır; bu yüzden doğal olarak kadında var olamaz. Olursa mutlak surette kadının bilinç ilkesiyle özdeş olur ve bu durumda ona Eros derdim. Aynı şeyin tersi erkek için de geçerli. Erkeğin içindeki animus bir kişi değil, onun bilinç ilkesidir ve bu durumdaysa ona Logos derdim…”

— Carl Gustav Jung

Merhaba,

Jung, Maskülen Erilliğin Farklı Yüzleri adlı eserinde şöyle der:

“Çin felsefesinde erkeğin eril ve dişil ruhlarından bahsederler. Bu yüzden, Wilhelm animus ve animayı tamı tamına benim kullanacağım gibi kullanır. Anima ve animus terimleri Çince hun ve kwei terimlerine karşılık gelir ancak her zaman erkeğe yönelik kullanılırlar. Çinliler- maalesef benim kadar- kadın psikolojisiyle ilgilenmemişlerdir. Ortaçağda bile kadınların bahse değer ruhlarının olmadığı ya da Anatole France’ın Penguenler Adası‘ndaki gibi “küçük ruhlar”ının olduğu söylenirdi. Onları St. Mael vaftiz ettiği için ruhlarının olup olmadığı bir mesele haline gelir ve sonunda İskenderiyeli Azize Katerin’ya danışırlar. O da bu ruhani görüş ayrılığına şu sözüyle son verir: ” Onlara ölümsüz ancak küçük ruhlar verilmiştir!” Bu yüzden Ortaçağ’da kadın psikolojisi “bilinmeyen bir şey” idi ve benzer şekilde eski Çin filozofları eril animusun cennet için varolduğu, dişil ruhunsa sadece ölümden sonra yere batan bir hayalet, heyula olduğu düşüncesine sahiptiler. Biri sonsuzluğa kadar varolur, diğeriyle bir nevi musallat hayalete, iblise dönüşür. Bu yüzden Çinliler erkeğin içindeki animusla bizim Logos ya da bilinç ilkesi dediğimiz şeyi kastetmişlerdir.”

“Ancak ben erkek psikolojisinin yanı sıra kadın psikolojisiyle de uğraşmak durumunda olduğumdan erkeğin içindeki bilinç ilkesine Logos, kadının içindeki ilişkide olma ilkesineyse Eros demeyi daha uygun buldum. Erkeğin içindeki aşağı Eros’u anima, kadının içindeki aşağı Logos’uysa animus olarak adlandırdım.”

Carl Gustav Jung

Bir erkek kendi tercih ettiği kadının, denildiği gibi, bir tercih olmadığını, kendisinin yakalandığını anlayabilecek kadar zekidir! Onun işe yaramaz, çok kötü biri olduğunu görür ve şunu söyler “Tanrı aşkına doktor, bu kadından kurtulmama yardım et!” Kurtulamaz çünkü kadının elinde oyuncak olmuştur. Bu, arketiptir, anima arketipidir. Ve biliyorsun hepsinin bir ruhu olduğunu sanır! Kızlar için ise aynı şey geçerlidir. Bir erkek yüksek sesle şarkı söylediğinde kız o erkeğin yüksek oktavda sesi olduğu için harika bir ruhsal karakteri olduğunu sanır ve bu kişiyle evlenince de korkunç bir hayal kırıklığına uğrar. İşte bu, animusun arketipidir…

Feminen Dişilliğin Farklı Yüzleri, Jung’un önemli bir kısmını şiirde kadının yüceltilmesi konusuna ayırdığı Psikolojide Tiplerden (1921) iç içe geçmiş, gölge, anima ve animus kavramları üzerine olgun bir tartışma sunduğu, son dönem çalışmalarından Aion’a (1951) kadar uzanan yazıları içerir.

Mary Ann Mattoonn yakın dönemde şöyle yazmış:

“Jung’un dişil psikolojiye muhtemelen en büyük katkısı, dişil psişenin karşıcins (eril) arketip unsuru, yani animus kavramıdır. Jung, olumsuz yönleri vurgulama eğilimindeydi… Animusun olumlu kısmıyla ilgili yazılanlar çok azdı. Jung, animusun ‘kadın bilincine muhakeme, düşünüp tartma ve kendini tanıma yeteneği sağlayan’ ‘ayırt edici işlevinden’ ve yaratıcılık, üretkenlik, girişkenlik ve teşebbüs niteliklerinden bahsetmişti.” —Mary Ann Mattoonn

296 Pratikte ruhlar arasında en önemlisi, ebeveynlerin ruhlarıdır; ata kültünün evrensel boyutlarda yaygın olmasının nedeni de budur. Ata kültü ilk başlarda ölüp de hayalet olarak dönenlerin gönlünü kazanmanın bir aracı iken, daha üst düzey kültürde, Çin’de olduğu gibi, esas olarak bir ahlak ve eğitim kurumuna dönüşmüştür. Çocuğun en yakın ve en etkili ilişkileri ebeveynlerle olan ilişkileridir. Fakat büyüdükçe bu etki bölünür; sonuçta ebeveyn İmagoları giderek bilinçten dışlanmaya başlar ve arada sırada yaptıkları sınırlı etkiler de kolayca olumsuz bir özellikle yüklenir. Ebeveyn imagoları bu şekilde ruhun “dışında” bir yerlerde yabancı unsurlar olarak var olmaya devam eder. Yetişkin erkeğin yaşamındaki en yakın çevresel etki olarak ebeveynlerin yerini artık kadın alır. Kadın onun yoldaşı olur, yaşamını paylaştığı ölçüde erkeğe aittir ve aşağı yukarı aynı yaştadır. Kadın ne yaş, ne otorite ve ne de fiziksel güç olarak üst konumda değildir. Ancak çok etkili bir faktördür ve tıpkı ebeveynler gibi görece bağımsız yapıda bir imago üretir- bu, ebeveynlerde olduğu gibi ayrı değil, bilinçle ilişkili tutulması gereken bir imagodur. Kadın erkeğinkine hiç benzemeyen psikolojisiyle her zaman erkeğin ilgilenmediği şeyler hakkında bir bilgi kaynağıdır. Erkeğin esin kaynağı olabilir: çoğunlukla erkeğinkinden üstün olan sezgi gücü onu zamanında uyarabilir, her zaman kişiye özel olan duyguları da erkeğe, kişisel vurgusu daha az olan kendi duygularını keşfetmesinin yollarını gösterir.

297 Ruhun kadınsı özelliğinin başarı kaynaklarından biri kuşkusuz budur. Ama tek kaynak değildir. Hiçbir erkek bütünüyle eril değildir, içinde kadınsı bir yan da vardır. Gerçek şudur ki, çok eril görünen erkekler, genellikle yanlış bir şekilde “kadınsı” olarak nitelenen çok duygusal yanlarını dikkatle kontrol altına alır ve gizlerler. Erkek kadınsı yanlarını olabildiğince bastırmayı bir erdem kabul eder, tıpkı kadının, en azından son zamanlara kadar, “erkeksi” olmayı yakışıksız bulması gibi. Kadınsı özelliklerin ve eğilimlerin bastırılması doğal olarak bilinçdışında bu karşıcins taleplerin birikmesine yol açmaktadır. Doğal olarak kadın imagosu (ruh-imgesi) da bu talepler için bir depo haline gelmektedir. Nitekim, bir erkeğin aşık olacağı kişiyi seçerken, kendi bilinçdışı kadınsılığıyla en fazla örtüşen kadın ruhunun yansımasını tereddüt etmeden kabul edebilecek bir kadın- elde etme eğilimi göstermesinin nedeni işte budur. Böyle bir seçim genellikle ideal görülmesine karşın, erkeğin açıkça kendi en zayıf yanıyla evlenmiş olması mümkündür. Bu kimi tuhaf birliktelikleri açıklar.

298 0 yüzden, kadınsı ruh-kompleksinin doğasını açıklarken, kadının etkisi dışında, ayrıca erkeğin kendi kadınsılığını göz önünde bulundurmak gerekir.

303 Ruh-kompleksinin bağımsızlığı doğal olarak, görünüşe göre bizimkinden çok farklı bir dünyada yaşayan, görünmez, kişisel bir varlık kavramına destek olur. Bu nedenle, ruhun faaliyetini ölümlü maddeyle hiçbir bağı olmayan bağımsız bir varlık olduğu bir kez hissedilince, bu varlığın muhtemelen bir görünmez şeyler dünyasında tamamen bağımsız bir varlığa dönüştüğünü hayal etmek zor değildir. Ancak bu bağımsız varlığın görünmezliğinin neden aynı zamanda ölümsüzlüğü çağrıştırdığı pek açık değildir. Ölümsüzlük özelliği pekâlâ daha önce üstü kapalı söz ettiğim başka bir gerçekte, ruhun tipik olarak tarihsel boyutundan kaynaklanabilir. Rider Haggard Ayişe’sinde buna dair en güzel tariflerden birini yapmıştır, Budistler meditasyon aracılığıyla aşamalı yetkinleşmenin geçmiş enkarnasyon anılarını uyandırdığını söylerken, kuşkusuz aynı psikolojik gerçekliğe gönderme yapmaktadır. Tek fark, Budistlerin tarihsel faktörü ruha değil Nefse (atman) atfetmesidir. Bedenimizden az çok ayırt ettiğimiz ve kadınsı özellikleriyle aynı zamanda Benden de farklı olan bir ruha hem duygusal hem de geleneksel olarak ölümsüzlük atfetmek Batılı zihniyetin tamamen dışadönük tutumuyla uyumludur. Ruhsal kültürümüzün ihmal edilen içedönük yanını derinleştirecek, içimizde ölümsüzlük özelliğinin kendini belirsiz bir ruh figüründen (anima) kendiliğe dönüştürdüğü Doğulu düşünce yapısına daha benzer bir dönüşüm gerçekleşmesi bütünüyle mantıklı olacaktır. Çünkü (telafi ve kendini-düzenleme amacıyla) içeride manevi ve ölümsüz bir figür oluşturan dışarıdaki maddi nesneye aşırı değer verilir. Esasen tarihsel faktör sadece kadınsı arketipe değil, her çeşit arketipe, örneğin zihinsel veya fiziksel her tür kalıtımsal birime eklemlenir. Aslında yaşamımız her zamanki gibidir. Sözcüğün tam anlamıyla, hiçbir şekilde geçici değildir; çünkü yüz binlerce yıldır insanı etkileyen aynı fizyolojik ve psikolojik süreçler hâlâ devam etmekte ve yaşamın “ebediliği”ne dair bu şiddetli önseziyi yüreklerimizin derinlerine işlemektedir. Fakat bütün canlı organizmamızı kuşatan kapsayıcı bir terim olarak kendilik, yalnızca bütün geçmiş yaşamın deposunu ve tamamını içermekle kalmayıp, aynı zamanda bir başlangıç noktası ve gelecekteki bütün yaşamın fışkırdığı verimli bir topraktır. Tıpkı tarihsel boyut gibi gelecek önsezisi de en derin duygularımıza işlemiştir. Ölümsüzlük fikri işte bu psikolojik öncüllerden kaynaklanmaktadır.

304 Daha önce de belirttiğimiz gibi, Doğulu bakış açısında anima kavramı ve bunun sonucu olarak da persona kavramı yoktur. Bu kesinlikle rastlantı değildir, çünkü daha önce de gösterdiğim üzere, persona ile anima arasında telafi edici bir ilişki vardır.

305 Persona, bireysel bilinçle toplum arasında mevcut olan karmaşık bir ilişkiler sistemi; bir yandan da başkaları üzerinde belli bir izlenim yaratmak, diğer yandan da bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmış bir tür maskedir. Personasıyla artık kendini tanımayacak kadar fazla özdeşleşen kişilerde ikinci işlev gereksiz hale gelir; birinci işlev ise ancak çevresindekilerin gerçek doğasını hiç tanımayan kişiler için gereksizdir. Toplum her bireyin kendisine atfedilen rolü elinden geldiğince iyi oynamasını bekler ve de aslında beklemelidir, öyle ki rahiplik yapan bir kişi yalnızca resmi işlevlerini nesnel olarak yerine getirmekle kalmayıp, her zaman ve koşulda, kusursuz bir rahip rolü oynamalıdır. Toplum güvence adına böyle bir şey ister; her şey yerli yerinde olmalı, ayakkabıcı ayakkabıcılığını, şair şairliğini yapmalıdır. Hiç kimse bunların her ikisi birden olmamalıdır, olması da uygun değildir, çünkü “tuhaf’ kaçar. Böyle bir kişi diğerlerinden “farklı” olacak ve pek güvenilir bulunmayacaklar. Akademik dünyada amatör, politikada “ne yapacağı önceden kestirilemez”, dinde kısaca özgür düşünceli biri olarak görülecek, güvenilmez ve yetersiz biri olarak her zaman kuşkuyla bakılacaktır, çünkü toplum ancak şair olmayan bir ayakkabıcının usta işi ayakkabı yapabileceğine inanmıştır. Dünyaya samimi bir yüz göstermek önemlidir: sıradan insan -toplumun hakkında bilgi sahibi olduğu tek insan tipi- işe yarayabilecek bir şey başarmak için burnunu yalnızca tek bir şeye sokmalıdır, iki tanesi fazla olur. Kuşkusuz toplumumuz böyle bir ideal üzerine kurulmuştur. O yüzden sorunsuz yaşamak isteyen biri bu beklentileri göz önünde tutmak zorundadır. Tabii hiç kimse bireyselliğini bu beklentilere tam olarak uyduramaz; o nedenle yapay bir kişilik oluşturmak kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelir. Görgü kuralları ve iyi huy gibi talepler güzel bir maske edinmeyi daha da teşvik eder. Maskenin ardında olup bitenlere “özel yaşam” denir. Bilincin rahatsız edici bir şekilde, çoğunlukla birbirinden oldukça farklı iki figüre bölünmesi, bilinçdışı üzerinde yansımaları olan acılı bir psikolojik operasyondur.

306 Kolektif olarak uyumlu bir persona oluşturmak demek, dış dünyaya müthiş bir taviz vermek, Beni doğrudan persona ile özdeşleştirecek bir özveride bulunmak demektir. Öyle ki, bazı insanlar gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanırlar.

307 Bu tür toplumsal rolle özdeşleşme durumları oldukça verimli bir nevroz kaynağıdır. Hiç kimse bedelini ödemeden, kendinden kurtulup yapay bir kişiliğe bürünemez. Böyle bir şeye kalkmak bile, bütün olağan vakalarda, kötü ruh hali, duygu boşalması, fobiler, takıntılı yola sapmalar, ahlaki bozukluklar, vb. gibi bilinçdışı tepkiler doğurur. Toplumsal yaşamdaki “güçlü adam” özel yaşamında, duygu durumları bakımından sadece bir çocuktur; toplum önündeki (başkalarından da özellikle beklediği) disiplini özel yaşamda darmadağın olur. “İş yaşamındaki mutluluğu” evde acıklı bir görünüm alır.

308 Kişi dünya tarafından ne kadar maskesiyle özdeşlemeye davet edilirse, içindeki etkilere de o kadar açık hale gelir. Lao-tzu “Yüksek ve alçak birbirine ihtiyaç duyar,” der. Karşıt olan, içeriden dışarı çıkmaya çalışır; bilinçdışı Beni, Beni personanın içine çeken tam da aynı güçle bastırmış gibidir. Personanın çekiciliğine karşı görünüşte direnç göstermemek demek, bilinçdışının etkisine karşı içerde de benzer bir zayıflık söz konusu olduğu anlamına gelir. Görünüşte etkili ve güçlü bir rol oynanırken, içeride bilinçdışından gelen her etki karşısında kadınsı bir zayıflık gelişmektedir. Huysuzluklar, kuruntular, çekingenlikler, hatta (iktidarsızlığa varan) cinsel aksaklıklar giderek öne çıkmaya başlar.

309 Persona, kişinin olması gerektiği ideal resmi, kadınsı zayıflık tarafından içten telafi edilir ve birey dışta güçlü adamı oynarken, içten bir kadın yani anima olur, çünkü personaya tepki gösteren şey animadır. Fakat iç dünya karanlık olduğu ve dışadönük bilinç tarafından görülemediği için bir kişi zayıflığını anlayabilmesi azaldıkça persona ile daha fazla özdeşleşir, personanın karşıtı anima tamamen karanlıkta kalır ve derhal yansıtılır ve kahramanımız eşinin insafına kalıverir. Eğer bu eşin gücünün çok fazla artmasıyla sonuçlanırsa, sonuç eş için olumsuz olur. Ast konuma düşer ve böylece kocasına, özel hayatta ast konumunda olanın kahraman, yani kendisi değil eşi olduğuna dair sıkı bir kanıt vermiş olur. Bunun karşılığında kadın da çoğu kişiye çekici gelen, en azından bir kahramanla evli olduğu ve işe yaramazlık halinden rahatsız olmadığı yanılsamasını besler. Bu küçük yanılsama oyunu bazen bütün hayatın anlamına dönüşüverir.

310 Bireyleşmek ya da kendini-gerçekleştirmek için kişinin ne olduğu ile kendisine ve başkalarına nasıl göründüğünü birbirinden ayırt etmesi gerekiyorsa, aynı amaç için ayrıca bilinçdışı ile görünmez ilişkiler sisteminin ve kendini animadan ayırt edebilmek için özellikle de animanın farkında olması gerekir.

“Kişi ne olması ne olabileceğine dair güçlü bir duyguya sahiptir. Bu keşiften uzaklaşmak hata, sapma, hastalık demektir…”

313 Görece bağımsız olan kompleksin kişileşmeyi yönlendirme eğilimi aynı zamanda personanın neden, Benin “gerçek” kişiliğin hangisi olduğu konusunda kolayca aldanmasına yol açacak şekilde bir “kişisel” etki yaptığını da açıklamaktadır.

314 Artık persona ve bütün bağımsız kompleksler için gerçek olan her şey aynı zamanda anima için de gerçektir. O da aynı şekilde bir kişiliktir ve bir kadına kolayca yansıtılmasının nedeni de budur. Anima bilinçdışı olduğu sürece kişilik her zaman yansıtılır, çünkü bilinçdışı olan her şey yansıtılır. Ruh-imgesinin ilk taşıyıcısı her zaman annedir; daha sonra erkeklerin duygularını uyandıran kadınlar tarafından -olumlu ya da olumsuz anlamda- doğurulur. Annenin ruh imgesinin ilk taşıyıcısı olması nedeniyle ondan ayrılmak hassas ve eğitim yönünden çok önemli bir konudur. Bu yüzden bu ayrılığı organize etmek üzere ilkel insanlar arasında çok sayıda ayinler düzenlendiğini görürüz. Sadece yetişkin olmak ve dış ayrılık yeterli değildir; anneden (ve dolayısıyla çocukluktan) gerçek bir kopuş için hâlâ etkileyici “erkek evi”ne kabul törenlerine ve yeniden doğuş seremonilerine ihtiyaç duyulmaktadır.

315 Babanın dış dünyanın tehlikelerine karşı bir koruyucu gibi hareket etmesi ve böylece oğlu için bir model persona oluşturması gibi, anne de onu ruhunun karanlıklarından kaynaklanan tehlikelere karşı korur. O nedenle yeni üye ergenlik töreni sırasında “öbür taraf’taki şeyler hakkında ders alarak anne korumasından vazgeçme noktasına getirilir.

316 Modern uygar insan bu ilkel ama yine de hayranlık uyandıran eğitim sisteminden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Sonuç, animanın anne-imagosu şeklinde eşe aktarılması olur; ve erkek evlenir evlenmez, çocuklaşır, duygusallaşır, bağımlılaşır ve uysallaşır ya da saldırganlaşır, acımasızlaşır, aşırı duyarlı hale gelir ve sürekli olarak üstün erkekliğinin saygınlığını korumayı düşünür. Sonuncusu elbette birincisinin tam tersidir. Modern insanın eğitiminde, annenin ifade ettiği bilinçdışına karşı korumanın yerini hiçbir şey almaz; dolayısıyla evlilik ideali, bilinçdışı olarak annenin büyülü rolünü eşin üstlenmesini sağlayacak şekilde düzenlenir.

317 Ben, belli tipteki bir modern erkeğin yalnızca personadan değil, animadan da farklı olduğunu mutlaka bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü gerçek Batılı tarzda, bilincimizin büyük bir bölümü dışa bakar, iç dünya da karanlıkta kalır. Ancak aynı yoğunlaşma ve eleştiriyi kendini dışarıda değil de özel yaşamımızda dışa vuran ruhsal malzemeye uygulayabilirsek bu güçlüğün üstesinden kolayca gelinebilir. Bu öbür taraf hakkında utangaç bir sessizliğe gömülmeye -hatta bize ihanet etmesinler diye eşlerimizin önünde tir tir titreriz!- ve acıklı “zayıflık” itiraflarında bulunmaya o kadar alışığızdır ki, zayıflığı mümkün olduğu kadar ezmek veya bastırmak ya da en azından başkalarından gizlemek için tek bir eğitim yöntemi var gibi görünmektedir. Ancak bu bizi bir yere götürmez.

318 Ne yapılması gerektiğini belki de en iyi, personayı örnek olarak kullanmak suretiyle açıklayabilirim. Burada her şey açık ve nettir, anima ise Batılı gözler için tamamıyla karanlıktadır.

327 İç dünyanın şeylerinin bizi artan bir şiddetle bilinçdışı olmaya zorlamasından dolayı, kendini geliştirmek (Hem zaten bütün kültür bireyle başlamıyor mu?) isteyen kişinin, animanın etkilerini nesnel hale getirip, ondan sonra bu etkilerin altında hangi içeriklerin yattığını anlaması gereklidir. Kişi bu yolla görünmez olana uyum sağlar ve ondan korunur. Her iki dünya da ödün vermeden uyum sağlamak mümkün değildir. İç ve dış dünyaların iddialarının ya da onlar arasındaki çatışmanın sonucunda mümkün ve gerekli olan meydana gelir. Maalesef bu bakımdan kültürden yoksun olan bizim Batılı zihnimiz, iç deneyimin en temel unsuru olan, Çinlilerin Tao konseptine karşılık gelebilecek karşıtların birliğinin orta yolla sağlanması için hiçbir kavram yahut isim üretememiştir. Bu kesinlikle en bireysel ve en evrensel gerçek olup, bireyin yaşamının anlamının en meşru şekilde yerine getirilmesidir.

328 Şimdiye kadar yaptığım açıklamalarda yalnızca erkek psikolojisini anlattım. Dişi cinsiyet taşıyan anima, sadece erkek bilinci telafi eden bir figürdür. Kadında telafi edici figür erkektir ve dolayısıyla yerinde bir ifadeyle animus olarak adlandırılır. Animayla neyin kastedildiğini açıklamak ne kadar zorluysa, animusun psikolojisini anlatmaya kalkmak da bir o kadar zorludur.

329 Bir kişinin, bağımsız bir kompleksle gerçekten özdeşleşemeyeceğini görmeden, anima tepkilerini naif bir biçimde kendine yorması, kadın psikolojisinde daha belirgin bir şekilde tekrarlanır. Sorunu anlamanın ve tanımlamanın bu kadar güç olmasının asıl nedeni, kalıtımsal belirsizliği ve tuhaflığı dışında, bu bağımsız kompleksle özdeşleşmedir. Her zaman kendi evimizin efendisinin kendimiz olduğu şeklindeki naif varsayımla yola çıkarız. İlk olarak, en derin ruhsal yaşamımızda dahi, dünyaya açılan kapıları ve pencereleri bulunan bir tür ev içinde yaşadığımız, ancak bu dünyanın nesne veya içeriklerinin bize göre hareket etmesine karşın bize ait olmadıkları düşüncesine kendimizi alıştırmamız gerekmektedir. Tıpkı komşularının psikolojisinin kendilerininkine benzemediğini anlamanın ve kabullenmenin kolay olmaması gibi, birçok kişi için bunu da anlamak hiç kolay değildir.  Okuyucu bu sözleri biraz abartılı bulabilir, zira insanlar genelde bireysel farklılıkların farkındadır. Ancak bireysel bilinçli psikolojimizin bilinçdışının ilk durumundan kaynaklandığını ve dolayısıyla ayrım yapamadığı unutulmamalıdır. Bu nedenle, farklılaşmanın bilincine varma insanoğlunun görece geç ulaşacağı bir başarı olup, büyük olasılıkla sonsuz ölçüde büyük olan ilk kimliğin küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Farklılaşma bilincin olmazsa olmazıdır. Bilinçdışı olan hiçbir şey farklılaşmamıştır ve bilinçdışı gerçekleşen her şey ayrım yapmama temelinde gerçekleşir, yani bir şeyin kendine ait olup olmadığı belirlenmiştir. O şeyin ben mi yoksa başkasının yoksa her ikisini de mi ilgilendirdiği a piriori bilinemez. Bu anlamda duygu da bize herhangi bir ipucu vermez.

Anima ve animusla neyin kastedildiğini hemen anlamak zor. Ama en azından bunların “metafizik” bir sorun olmayıp, aynı şekilde akılcı ve soyut dille de ifade edilecek epeyce ampirik gerçekler olduğunu anlamak gerekiyor. Kişi bunları yaşamadığı sürece gerçekten anlaması mümkün değildir. Jung, deneyim yokluğundan dolayı özünde boş bir sözcük ağı olarak kalmaya mahkum entelektüel kaideler oluşturmaktan çok, bu deneyime ulaşmanın olası yollarını göstermekle ilgileniyor. Bu konuyla ilgili psikolojik gerçekler yeterli sayıda insan tarafından öğrenildiği zaman, görece geçerli kuramlar yazabilecek durumda olunacaktır. Keşfedilecek ilk şey kuramlar değil gerçeklerdir.

Arketip Kavramı

149 Eski çağlarda bazı karşıt fikirlere ve Aristoteles etkisine rağmen Platon‘un İdea kavramını tüm fenomenlere üst ve öncü olarak anlamak zor değildi. Modern bir terim olmadığı anlaşılan “arketip” kavramı Aziz Augustine döneminden önce de kullanılmıştı ve Platoncu yaklaşım içerisinde “İdea” ile eşanlamlıydı. Muhtemelen III. yüzyıl dolaylarında “arketip ışık” biçiminde tanımlarken onun tüm ışıklara veya “ışık” fenomenine üst ve öncü olma niteliği taşıyan bir prototip olduğu düşüncesini ortaya koymaktadır. Jung , Ben bir filozof olsaydım bu Platoncu çizgide kalmaya devam eder ve şunu söylerdim:

“Göklerin ötesinde bir yerde” genel anlamda “annelik”in de mevcut olduğu tüm fenomenler içerisinde öncü ve üstün nitelikli prototip ve ilkel bir anne imgesi vardır.”

Dört Arketip adlı eserde Anne Arketipi, Anne Kompleksine de geniş yer verilmiş. Feminen Dişilliğin Farklı Yüzleri, üçüncü kısmında ise Kore’nin Psikolojik Yönleri, Gölge ve Zıt Eşler bilgisine yer veriliyor. Şimdiye kadar paylaştığım Jung eserlerindeki ana temaları bir araya getirdiğimde tek bir kitap ortaya çıkabiliyor. Yukarıdaki bilgiler ve dahası için; Kendinizin farkında olduğu günlerin yakında olmasını umarım.

Feminen Dişilliğin Farklı Yüzleri, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Sevgi, bir kader gücüdür, öyle ki bu gücün enerjisi cennetten cehenneme uzanır” der Jung, kitabın içindeki “Bir Öğrencinin Sevme Sorunu” adlı bölüm üzerine düşüncelerini dile getirirken. Ne var ki Jung bu kitapta sadece sevgi veya aşk sorunundan bahsetmez: Geniş alanlara ve kitlelere ulaşan, kişinin iç dünyasıyla ilgili teorilerini açıklamaya ve yorumlamaya devam eder. Feminen ilke ışığında, mitolojik anne figürü arketiplerinden yirminci yüzyıl Avrupa kadınının tecrübelerine kadar okuyucuya rehberlik yapar. Bu arada animus ve anima gibi kendi kişilik anlayışı içinde son derece önemli kavramları aydınlatmayı ihmal etmez. Jung’un fikirlerinin çoğu yirmi birinci yüzyılda yetişen nesiller için kaynak niteliğindedir. Feminen, Jung’un iddialarının radikalliğini göstermesi açısından da kışkırtıcı bir eserdir.

Carl Gustav Jung’un “Feminen – Dişilliğin Farklı Yüzleri” adlı çalışması, yalnızca kadın psikolojisini değil, insanlığın kolektif bilinçdışındaki dişil enerjinin dönüşümünü de ele alır. Günümüzde bu eser, bireysel ve toplumsal düzeyde ruhsal dengeyi yeniden kurmak isteyenler için güçlü bir kaynak niteliği taşır.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

  • Kadının Ruhsal Gücünü Tanıma Jung, dişil psişenin doğaya benzer şekilde dolaylı ama etkili bir işleyişe sahip olduğunu vurgular. Bu, modern kadının içsel gücünü ve sezgisel zekâsını anlamak için bir rehber sunar.
  • Eros’un Birleştirici Gücü Jung’a göre dişil enerji, ayrıştırıcı Logos’un karşısında birleştirici Eros’u temsil eder. Bu, günümüzün kutuplaşmış dünyasında empati, bağ kurma ve bütünlük arayışına ışık tutar.
  • Toplumsal Yapıların Dönüşümü Kadının bilinçdışı eğilimi, evlilik gibi geleneksel yapıları sorgularken onları yıkmak değil, dönüştürmek ister. Bu, ilişkilerde daha özgür ve psişik mesafeye dayalı bir bağlanma biçimini teşvik eder.
  • Kültürel Yeniden Doğuş Jung, günümüz kadınının “muazzam kültürel bir görevle” karşı karşıya olduğunu söyler: insan ruhunun açlığını doyurmak ve yeni bir çağın doğuşuna katkı sağlamak.

Ruhsal Gelişim ve Psikolojik Denge:

  • Dişil arketipler (örneğin: anne, bakire, bilge kadın) bireyin içsel dengeyi kurmasında rehberlik eder.
  • Jung’un anima ve animus kavramları, kadın-erkek ilişkilerinde daha derin bir anlayış ve uyum sağlar.
  • Dişil enerjinin bastırılması, nevrozlara ve içsel çatışmalara yol açabilir; bu nedenle onun tanınması ve bütünleştirilmesi ruhsal sağlığın temelidir.

Jung’un bu çalışması, sadece kadınlar için değil, herkes için dişil enerjinin farklı yüzlerini tanıma ve içsel bütünlüğe ulaşma yolunda bir davet niteliğindedir.

Carl Gustav Jung Hayatı ve Kariyeri – Ruhun Derinliklerine Yolculuk

Carl Gustav Jung, 26 Temmuz 1875’te İsviçre’nin Kesswil kasabasında doğdu. Babası Protestan bir papaz, annesi ise mistik eğilimleri olan bir kadındı. Bu iki zıt kutup, Jung’un iç dünyasında erken yaşlardan itibaren bir gerilim ve merak uyandırdı. Çocukken yalnız ve içe dönük bir karaktere sahipti; doğa, mitoloji ve sembollerle kurduğu bağ, ilerideki teorilerinin temelini oluşturdu.

Bilimsel Temeller ve Akademik Yolculuk:

  • Basel Üniversitesi’nde tıp eğitimi aldı; ilk ilgisi arkeoloji olsa da psikiyatriye yöneldi.
  • 1900’de Zürih’teki Burghölzli Akıl Hastanesi’nde Eugen Bleuler’in asistanı olarak çalışmaya başladı.
  • 1902’de doktorasını tamamladı; tez konusu “okült fenomenlerin psikolojik ve patolojik bağlantıları”ydı.
  • Paris’te Pierre Janet ile bilinçdışı üzerine çalıştı.

Freud ile Dostluk ve Ayrılık: 1907’de Sigmund Freud ile tanıştı; aralarındaki entelektüel bağ kısa sürede derinleşti. Jung, Freud’un “Rüyaların Yorumu” kitabından etkilenmişti. Ancak Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketipler gibi kavramları, Freud’un cinsellik merkezli kuramlarıyla çatıştı. 1913’te yolları ayrıldı—bu ayrılık, Jung’un kendi psikoloji sistemini kurmasına zemin hazırladı.

Analitik Psikolojinin Doğuşu: Jung, insan ruhunu sadece bireysel deneyimlerle değil, kolektif bilinçdışı aracılığıyla da anlamaya çalıştı. Ona göre tüm insanlık ortak semboller, mitler ve arketipler aracılığıyla birbirine bağlıydı.

  • Arketipler: Anima, animus, gölge, persona gibi evrensel ruhsal imgeler.
  • İçe dönüklük ve dışa dönüklük: Kişilik tiplerinin temel yönelimleri.
  • Bireyleşme süreci: Kişinin kendi öz benliğini keşfetme ve bütünleşme yolculuğu.

Eserleri ve Etkisi:

Jung’un yazıları hem akademik hem de mistik bir derinlik taşır. En bilinen eserleri:

  • Psikolojik Tipler
  • İnsan ve Sembolleri
  • Anılar, Düşler, Düşünceler
  • Kırmızı Kitap – kişisel vizyonlarını ve içsel yolculuğunu içerir.

Ayrıca simya, mitoloji, dinler tarihi ve doğu felsefeleri üzerine kapsamlı çalışmalar yaptı. Rüya analizi, aktif imgeleme ve sembol çözümlemeleriyle psikoterapiye yeni bir boyut kazandırdı.

Kişisel Yaşam ve Ruhsal Derinlik: 1903’te Emma Rauschenbach ile evlendi; beş çocukları oldu. Hayatının ilerleyen dönemlerinde Toni Wolff ile derin bir entelektüel ve ruhsal bağ kurdu. Jung’un yaşamı boyunca mistik deneyimler, vizyonlar ve içsel keşifler onun ruhsal yönünü besledi.

1959’da bir röportajda “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” sorusuna şu cevabı verdi: “İnanmıyorum… Biliyorum.”

Veda ve Miras: 6 Haziran 1961’de Küsnacht’ta hayata veda etti. Ardında sadece bir psikoloji sistemi değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine dair bir harita bıraktı. Bugün bile Jung’un fikirleri, psikoterapi, sanat, edebiyat ve ruhsal gelişim alanlarında ilham vermeye devam ediyor.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin