Her bir kadının, kişiliğinin, bir topluluk ya da cinsel bir mevcudiyet paydasına indirgenemez tekil gerçekleşmesi, yalnızca mümkün olmakla kalmadı, aynı zamanda gururla üstlenildi de. Ben, ben olduğum, özel olarak ben olduğum için dünyanın çoğunluğuna kadınların katkılarını takdim ediyorum…”
—Julia Kristeva
Merhaba
Peki ya kadınlar? Tıpkı La Bruyere ve diğerlerinin de yazdığı gibi “kadınlar yalnızca el becerileri açısından mı yetenek ve dehaya” sahip? Uzun zaman kadınların yalnızca sabırlarının dehasına sahip oldukları, tarzın ise erkeklere ait bir alan olduğu iddia edildi. . .
20. yüzyıl, kadınların, memelilerin doğurma yetisine sahip yarısı olduğu inancına son verdi. Sanayinin gelişimi ve kadının işgücüne talip olması, ardından bilimin gelişmesi ve üreme sürecinin önüne geçmesi kadınları hayat döngüsünden özgürleştirdi. Bu eğilim birkaç bin yıldır devam etse de yalnızca bazı ayrıcalıklı sosyal azınlıklar ya da istisna oluşturan belirli kişiler dışında bundan faydalanan olmadı. İçinde bulunduğumuz yüzyıl, bu özgürleşmenin en azından gelişmiş ülkelerde çok sayıda kadına ulaşmasını sağladı ve görünen o ki Asya, Afrika ve Latin Amerika’da da kadınlar benzer bir yol izlemeye hazırlanıyor. İyisiyle kötüsüyle gelecek yüzyıl kadın yüzyılı olacak. Bu kitapta göründüğü haliyle kadın dehası, her şeyin iyi olacağına dair bize umut veriyor.
Kadınların uyanışında üçüncü aşama (19. yüzyılın sonundaki seçme ve seçilme hakkı ile erkeklerle her alanda eşitliği savunanların mücadelesinin — ki Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins kitabı bunun manifestosudur — ardından) olan 1968 Mayıs ve sonrasındaki feminist hareket, bu yepyeni özgürlük ile gözler önüne serdiği beklenmedik farklar üzerine etkili bir şiddetle yoğunlaştı: Başka bir cinsellik, başka bir dil, başka bir siyaset. Ancak geleneğin bu reddi, aşırılıkları önleyemedi. Bunlardan en ciddi olanı, anneliğin kadim zamanlardan beri olası ve hayal edilebilir tüm ataerkillikler tarafından sömürülmesinin bir kanıtı olarak damgalanmasıydı. Tıpkı özgürlükçü ‘hareketler’ gibi, feministler de “bütün kadınları” özgürleştirici güç -ya da işçi toplulukları veya üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi devrimci güç içinde birleştirdi. Bu sapmalar, geçmişte kalmak bir yana, baştan çıkarma (yani üreme ve tüketim) fikrinden gayrı bir kadın özgüllüğü ve özgürlüğü fikrini itibarsızlaştırmayı başaran tepkisel bir konformizmle örtüldü._
Bu arada, toplumsal eğilimlerin alışık olduğu bu sarkaç hareketinin de ötesinde pek çok olay, kadın özgürleşmesinin yeniden dönüşünü doğruladı.
Bunlardan biri de kadınların demokrasilerdeki siyasi hayatta giderek daha fazla oynadığı rol. Üstelik bu siyasi ve ekonomik yetkinliğin, yalnızca bizimki gibi ülkelere değil, gelişmekte olan ülkelere de genişleyip kabul göreceğine bahse girebiliriz.
Bir zamanlar bazıları tarafından karalanmaya çalışılan annelik, bilimin de yardımını alarak, en temel kadınlık yeteneği olarak yeniden kendini dayattı: Annelik, anne, baba ve çocuk için bütün olumlu imkânlarla arzu ediliyor, kabul görüyor ve gerçekleştiriliyor. Kadınlar bundan böyle, insanların otomatikleştirilmesinin önündeki tek korkuluk mu olacak?
Her bir kadının, kişiliğinin, bir topluluk ya da cinsel bir mevcudiyet paydasına indirgenemez tekil gerçekleşmesi, yalnızca mümkün olmakla kalmadı, aynı zamanda gururla üstlenildi de. Ben, ben olduğum, özel olarak ben olduğum için dünyanın çoğunluğuna kadınların katkılarını takdim ediyorum.
İşte kadın dehasının pırıltısı tam burada karşımıza çıkıyor. Hayatları ve eserleriyle bu yüzyılın tarihine damga vurmuş birkaç olağanüstü kadının sağladığı önemli katkıyı kabul etmek, her birinin tekilliğine yapılan bir çağrıdır. Kendini aşmak, ister cömertçe özgürlük doktrinini ileri sürsün, ister akıllıca konformist olsun kitleselleştirmelerin en iyi panzehiri değil midir?
Burada sözü geçen üç kadın, yüzyılımızın gittikçe çeşitlenen uğraşlarına damga vurabilmiş, yegane kadınlar değil kuşkusuz.
20. yüzyıl, ivme kazanmış teknik ilerlemelerin, insanoğlunun hem mükemmeliyetini hem de içinde taşıdığı özyıkım risklerini eskiye göre daha etkili biçimde gözler önüne seren bir yüzyıl oldu. Holokost bunun bir kanıtı, buna bir de atom bombası ile küreselleşmenin tehlikelerini eklemeye gerek bile yok.
Değerler sistemlerinin yıkılmasından sonra yaşam artık bizim için nihai iyilik olarak ortaya çıktı. Tehdit edilen yaşam, arzulanan yaşam: Ama hangi yaşam? Hannah Arendt, iki totalitarizm safına karşı, saygın ve “doğurganlık mucizesi”nden ortaya çıkan bir siyasi faaliyete bel bağladığında bu tefekküre dalmıştı.
Ama bir dilin aklını yitirebileceğini ve insanlığa ait “sağduyunun” bir cinnet tehdidini gizleyebileceğini düşünmek istememişti. İnsan aklının bu uçurumlarının sorgulamasını yapmak ise Melanie Klein’a kalmıştı.
New York ve Londra’da siyasetin çekim merkezini ve insanoğlunun sınırlarını İngilizce keşfeden ve anadili Almanca olan iki Yahudi kadın ile maddecilerin ve sofistike ahlaksızlığın ateşini yeniden yakan köylü bir Fransız kadını. Bu kadınların dehaları sayesinde modern Zamanlar’ın farklı farklı yüzleri, karmaşıklıkları ve tamamlayıcı hakikatleri içinde bize geri verildi.
Bu üç kadın yaşadı, düşündü, sevdi, erkeklerle, erkekleriyle çalıştı: Kimi zaman bir efendinin otoritesine tahammül ederek ya da aşkına bağımlı olarak; kimi zaman da masumiyetinin temyizsiz olduğu bu başkaldırıların riskini alarak ama daima az çok saygın bağımsızlıklarını söküp alarak.
Bu kitapta, diğer yazılarının yanı sıra Hannah Arendt’i meşhur yapan antisemitizm ve totalitarizmle ilgili siyasi kitapları bulmak sizi şaşırtabilir. ÇalışmaIarının başlangıcını, siyasi katkılarının övüldüğü ya da yerildiği bu kadın düşünürün portresini burada yeniden anlatmak hayati öneme sahip. Bunun yanı sıra Heiddeger’e göre Dasein’ı nasıl incelediğini ve ‘fırlatılmış varlığın’ yalnızlığının yerine nasıl tehlikeli ama bir o kadar da vazgeçilmez, yeniden başlayan ilişkilerde “görünüm” ustalığını koyduğunu da göreceğiz. “’Herkes” (das man/on) anonimliğinin içinde Heideggerci ‘yanlışlık’ ‘insani meselelerin kırılgan yapısı” yani siyasi alan içinde “her insanın doğumu” olan bu mucize üzerine yoğunlaşan Arendtçı iddiada birden tanınmaz hale gelir.
Büyük filozofun eserlerine daima ilgili bu düşünce aşığı kadın, eşsiz-tartışılan ancak vazgeçilmeyen- bir siyasi kuramcı olmak için ondan kurtulmayı başarır. Arendt, her iki totalitarizmi, insani yaşama yönelik ortak yıkımları itibariyle birleştiren ilk kişi olmakla kalmadı, aynı zamanda görünümün insanlığa içkin bir durum olduğunu da ilk kabul ettiren oldu.
Hem sonra, Arendt’in ölümünün ardından dünyayı çalkalayan medya çılgınlığı yalnızca bir lanet olmayabilir; en azından politik anlamı, göstermenin, incelemenin, anımsamanın bu kadının dehasıyla düşündüğümüzde.
Yaşam, delilik, sözcükler: Bu kadınlar, varoluşlarını olduğu kadar düşüncelerini de seferber ederek, zamanımızın temel meselelerini eşsiz bir ışıkla aydınlatarak bu kelimelerin aklı başında ve tutkulu kâşifleri oldular. Onları, kamuoyunun hemen anımsayacağı ünlü temalara takılıp kalmadan okumaya çalışacağız. Hannah Arendt “kötülüğün sıradanlığı”na, “Eichman davasına” ya da Nazizmin ve Stalinizmin özdeşliğine indirgenemez. Melanie Klein “erken paranoyak yansıtma” ya da anne memesi olan “kısmi nesne” tarafından emredilen “haset ve şükran” ya da içsel psikozu yaratan “çoklu bölünme”yle sınırlandırılamaz. Academie Goncourt’da daha fazla saygı görmek için skandal yaratan asi kızın kışkırtmaları da Colette’in büyüsünü tüketemez. Bunlar yalnızca, daha da çekici, aynı zamanda tehlikeli biçimde karmaşık olan ormanları gizleyen birkaç ağaçtan başka bir şey değil.
Şüphesiz kamuoyu klişeleri, uzmanların büyük çabalarıyla çoktan düzeltildi zira yaşarken kıymeti bilinmeyen hatta hırpalanan bu üç kahramanımız kendi yorumcuları ve fanatiklerine sahip. Burada, büyük bir titizlikle, tartışmaları yeniden kurmaya ve bu üç kadının yürüdüğü yola serpiştirilmiş kaçınılmaz yanlış yorumları aydınlatmaya kendini adamış uzmanların çalışmalarını ayrıntılı biçimde takip edemeyeceğiz.
Bu kadınların özgüllüğünü yeniden kurmak ve her birini kendi perspektifine yerleştirmek için yalnızca sarihlik ve sadakat içinde onları okumaya çalışalım. Bunu, eşsiz olanı karşılaştırmak için değil, bu üç müzik arasında hiç durmayacak olan yankılarda 20. yüzyıla ait kültürün karmaşıklığını ve kadınların bu yüzyılın en hassas alanlarında oynadıkları -yaşam, delilik, sözcükler- büyük rolün resmini çizmek için.
Bu sıra dışı dehalar, bu unutulmaz yenilikler, aslında bu üç kişiden bir o kadar farklı olan kadınlıktan mı ileri geliyor? Soru son derece meşru ve bu üçlemenin adı da bu soruyu ima ediyor.
Kadın Dehası Birinci Cilt, Hannah Arendt, üç bölümden oluşuyor:
- Hayat Bir Anlatıdır
- Beyhude İnsanlık
- Düşünmek, İstemek, Yargılamak
Kadın Dehası Birinci Cilt, Hannah Arendt, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Değerleri” kaybetme tehlikesiyle endişeli XX. yüzyıl, insanlığın daha önce benzer tehlike ve risklerle keşfetmediği soruları sordu: Hayat nedir? Delilik nerededir? Kelimeler ne yapabilir?
Hayat, delilik, kelimeler: üç kadın tüm bunları açıkça ifşa edip, düşünceleri kadar varlıklarını da inşa ederken, çağımızın zorluklarını bizim için aydınlatma konusunda ne kadar tutkulu olduklarını gösteriyorlar.
Hannah Arendt (1906-1975), Melanie Klein (1882-1960) ve Colette (1873-1954). Bu üç mucizevi kadın bu çağın tarihini belirledi. Her birinin eşsizsizliği ve biricikliği nerde gizlidir?
Kadın Dehası üçlemesinin ilk kitabında Kristeva, 20. yüzyılın en parlak entelektüellerinden biri olan Arendt’in hikâyesini anlatıyor. Arendt’in yaşamına olduğu kadar eserlerine de ışık tutan bu kitap özellikle onun siyaset felsefesini, siyaseti kavrayışını, Vita Activa/ Vita Contemplativa (Faal Hayat/Gözlemci Hayat) ayrımını temel alıyor ve Aristoteles, Heidegger gibi filozofların Arendt üzerindeki etkilerini inceliyor. Kristeva kökenleri Aristoteles’e uzanan bir düşünceye, bir hayata ve yapılan işlere ancak “anlatı”nın anlam kazandırabileceği düşüncesini yerleştiriyor.
Julia Kristiva (d. 24 Haziran 1941, Sliven), edebiyat teorisyeni, psikanalist, yazar ve filozof. 1965’ten beri Fransa’da Paris’te yaşamakta ve çalışmalarını esas olarak burada yürütmektedir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın