“Psikanalist olmak bütün hikayelerin aşktan söz etmek anlamına geldiğini bilmektir. Bana sırlarını dile dökerek emanet edenlerin bütün dertleri; geçmiş ya da şimdiki, gerçek ya da imgesel aşk yoksunluklarıdır. Ben bu durumu ancak kendimi bir sınırsızlık, acı ya da hayranlık noktasına yerleştirirsem anlayabilirim. Öteki, macerasını ancak benim zaafımla anlamlandırabilir…”

—Julia Kristeva

Merhaba

Yirmi küsürlü yaşlarımı seyrettiğim yıllar… 1996-97 yılı İstanbul’da fabrika hayatına alışmaya çalıştığım bir dönem. Bayram tatili ve ben Ankara’ya Annemi görmeye gideceğim için çok sevinçliyim. Bir arkadaşım “Ankara’ya beraber gidelim mi?” diye sordu. Ertesi gün arabayla yola çıktık… Yolda sohbete radyoda çalan şarkı da eşlik ediyordu. Arkadaşıma “Bir insanı neden sevdiğini ya da ilgi duyduğunu hatırlıyor musun? Ya da şimdiye kadar yaşadığın Aşk’lardan hangisi gerçekti?” diye sordum.

Palto Sahaf‘ın sahibi, hem yazar hem de sahaf olan Batıgün’ün tavsiye ettiği kitaplardan biri. Aşk Hikayeleri adlı eserinde Julia Kristeva “Aşktan söz ettiğimizde aynı şeyden mi söz ediyoruz? Ve hangi aşktan?” diye benzer bir soruyla okuruna sesleniyor.

Aşk deneyimi dilin sınavdan geçirilmesidir; dilin tek anlamlılığının, göndergesel ve iletişimsel gücünün sınavdan geçirilmesi.

  • Aşık olduğumuzu söylerken sevgililerimize tutkularımızın tam anlamıyla neyi ifade ettiğini iletebiliyor muyduk?

Emin değildik bundan; çünkü sevgililerimiz de bize aşık olduklarını söylediklerinde, biz de bunun, kendileri için ne anlam ifade ettiğini kesin olarak bilemiyorduk. Bu tartışmadaki saflık belki metafizik ya da hiç değilse dilbilimsel bir derinlik içeriyor. Cinsiyetleri ayıran uçurumun açığa çıkarılmasının- bir kez daha- ötesinde bu soru, aşkın iletilemez olması nedeniyle her halükarda yalnızlığa mahkum olduğu düşüncesini esinliyor. Sanki birey kendi yoğun hakikatini, güçlü öznelliğini aynı zamanda da öteki için her şeyi yapmaya hazır olduğundan ahlaklılığını da yoğun biçimde hissedip keşfettiğinde aynı zamanda koşullarının sınırlılarını ve dilinin güçsüzlüğünü de keşfeder. İki aşk temelde bireysel ve dolayısıyla da ölçüsüz değil midir, bu nedenle partnerleri sadece sonsuzlukta buluşmaya mahkum etmez mi? Bir üçüncü ile duygu ve düşünce ortaklığı (ideal, tanrı, kutsal topluluk) kurulsa da… Ama bu başka bir hikayedir; bizim laik ergenliğimiz bedenlerimizi alt üst ediyordu ve ideolojileri, ilahiyatları safdışı ediyordu… Kısacası aşktan söz etmek belki de muhatabında sadece metaforik kapasitelerini harekete geçiren basit bir dilsel tatmindi: anahtarını sadece farkında olmadan sevilenin elinde bulundurduğu denetlenemeyen, çözümlenemeyen hayali bir tufan… O benden ne anlar? O denince benim anladığım nedir? Her şey mi? Eksiksiz oldukları kadar dile getirilemeyen birleştirici zafer anlarımızda inanma eğilimi içinde olduğumuz için mi? Yoksa hiç mi? -benim düşündüğüm gibi, onun, aynalardan yapılmış kırılgan saraylarımızı alt üst etmeye gelmiş ilk yaralanmada söyleyeceği gibi…

Kimlik baş dönmesi, sözcüklerin baş dönmesi: aşk, bireysel ölçekte, birden bire gelen bir devrim, ancak sonradan etkiyle sözü edilebilecek çaresi olmayan bir felakettir. Tehdit altında söz edilmez ondan. Sadece, daha sonra, gerçekten ilk kez sözü edileceği izlenimi vardır. Ama gerçekten bir şey söylemek için mi? Zorunlu olarak değil. 0 halde nedir tam olarak? Aşk mektubu bile, oyunu yavaşlatmak ya da canlandırmak için bu masumca sapkın girişim sadece “ben”den ve “sen”den hatta biri ve öteki arasında gerçekten oynanan şeyden değil, bir özdeşleşmeler simyasından çıkmış “biz”den söz edemeyecek kadar çok dalmıştır aniden yanmış ateşin içine. Mantığın tüm barajlarını yerle bir edebilecek bu kriz, çöküş ve delilik halinden bahsetmez; tıpkı gelişim içindeki canlı bir organizmanın, bir hatayı yenilenmeye dönüştürebilmesi ve bir bedeni, bir zihniyeti, bir -hatta iki- yaşamı yeniden modelleyebilmesi, yeniden oluşturabilmesi ve yeniden diriltebilmesi gibi.

Bununla birlikte inançsız âşık genç kızlarımızın tersine, duygunun ve kahramanları tarafından sergilenen duygulanım ve duyumun ölçüsüzlüğüne rağmen bir aşktan, Aşk’tan söz edilebileceğini kabul edersek, aşkın, ne kadar hayat verici olursa olsun, bizde, bizi yakmadan barınamayacağını da kabul etmek zorundayız. Aşktan, sonradan etki ile söz etmek sadece ve sadece bu yanmaktan hareket etmek şartıyla mümkündür. Âşık Benlik’in olağanüstü şaşırtıcı büyümesiyle ilgili, hem kibrinde hem aşağılanmasında tuhaf olan bu harikulade yetersizlik, deneyimin ta kendisidir. Narsistik yaralanma mı? Hadım edilme korkusu mu? Kendiliğin ölümü mü? -bu canlı kırılganlık durumuna, aşk çağlayanından fışkıran ya da âşık çağlayanın terk ettiği ama yeniden fethedilmiş egemenlik havası altında sürekli ruhsal ve fiziksel bir acı noktası barındıran dingin güce yaklaşan sözcükler zalim. Bu hassas nokta -beni gözlediği tehdit ve hazla ve ben, hiç kuşkusuz geçici olarak bir an olanaksız gibi gözüken başka bir aşkın bekleyişi ile içime kapanmadan önce- bana aşkta “Özne-ben” in bir öteki haline geldiğini gösteriyor. Bizi şiire ya da hezeyanlı bir halüsinasyona götüren bu çözüm bireyin artık bölünmez olmadığı ve ötekinde, öteki için kaybolmayı kabul ettiği bir istikrarsızlığı akla getirir. Öte yandan da trajik olan bu risk aşkla kabul edilmiş, normalleştirilmiş ve olabildiğince güvenli bir hale getirilmiştir.

Yine de baki kalan acı gerçekten mucizevi bu maceranın bir öteki için, ötekinde, ötekinin karşısında var olabilmiş olmasının tanıdığıdır. Mutlu, ahenkli, ütopik bir toplum düşlendiğinde bu toplumun, aşk üzerine inşa edildiği düşünülür çünkü aşk beni hem coşturur, hem aşar ya da tüketir. Ama bir anlaşmadan uzak olan “tutku-aşk” kendi kendileriyle uzlaşmış uygarlıkların sakin uykusundan çok onların hezeyanları, çözülmeleri ve kopuşları denk düşer. Bu, ölüm ve yenilenmenin iktidar için mücadele ettikleri kırılgan doruk noktasıdır.

Aşk, arzunun üstünde, hazzın ötesinde ya da berisinde çevrelerinde dolaşır ya da onların yerlerini değiştirerek beni evrenin boyutlarına yükseltir. Hangi evren? Bizim ki, benimki ve onunki karışmış, büyümüştür. Yetersizliklerimle, araya giren sevgili aracılığıyla anımsadığım ideal bir düşünceyi dile getirdiğim genişlemiş, sonsuz uzam. Benim ki mi? Onun ki mi? Bizim ki mi? İmkansız ama aynı zamanda gerçek.

  • Aldanma zevkin koşulu mu?

Platon’dan Descartes’a, Kant’tan ve Hegel’e, aşk deneyimine gerçeklik karşısında bir etki gücü sağlamayı amaçlayan tüm düşünce filozofları, onu yüce iyi veya mutlak Akıl tarafından arzulanan bir başlangıç yolculuğu düzeyine indirgemek için, onun yarattığı sıkıntıdan söz etmezler. Yalnızca teoloji -yine kendi mistik avuntuları içinde- İlahiler İlahisi’nden Aziz Bernard’a veya Abelard’a , kendisinin aziz aşk deliliğinin tuzağına sürüklenmesine izin verir… Modernlerin ilki ve bir postromantik olan Sigmund Freud aşkı bir tedavi biçimi yapmayı dener. Aşkın, tüm hatalarıyla, aldatmalarıyla ve halüsinasyonlarıyla birlikte konuşan varlıkta ortaya çıkardığı kafa karışıklığının ve hatta fiziksel acıların doğrudan içine dalar. Her şeyi yerli yerine koyabilmeyi umut ederek yapar, ki bu şu demektir: Gerçeği yeniden kurmak, tümünü değil belki ama küçük bir parçasını… Aşk ateşiyle oynanan bu oyunda, analiz ve aktarımın rehabilite ettiği, suçluluktan arındırdığı, ama aynı zamanda yatıştırdığı (kimileri “yokettiği” der) iki itici gücü göz önüne alıyor.

Öncelikle analizde cinsiyetin hakkı cinsiyete teslim edilir. Kaygıda, belirtilerde ya da halüsinasyonda yorum arzunun ya da cinsel travmanın bastırılmış yanını ortaya çıkarır. Bunu kişinin bilgisine sunarak, özneye gerçekliğin bir kısmını göstermek için düşlemlerinin bir bölümünü ondan alıkoyar. Gerçeklik, cinsiyettir: Freud’un başladığı nokta işte budur, ve bu minimalizm ne kadar indirgemeci gözükse de, doğal olarak her zaman okültizme değilse de, yine de yakınmalara ve deliliklere sebep olan gerçek-imgesel-simgesel karmaşasını çözmenin nihai güvencesi olarak kalır. Böylelikle kabul edilmiş olan arzunuzdan hareketle, kendi gerçekliğinizi, aşk hayatınızın az ya da çok kırılgan sınırı olarak inşa etmekte özgür olursunuz.

Sonsuz mutluluğun sadece kendimizde olduğunu anlamamızı sağlayanlar gerçek bilgelerdir.

Analiz insanların aşk yaşamlarıyla ilgili bir kitap üstüne varsayımsal, bağımsız, yumuşatılmış bir yazı değildir: tamamlayıcı bir parçasıdır onun. Freud da böyle bir kitap yazmayacaktır hiçbir zaman. Ancak eserinin tamamını, sessizlikten patlayan bir sözle libidosunun üstesinden gelmekten vazgeçmeyen, saçmanın ötesine geçmiş bir aşığa, şüpheci bir Don Juan’a, aklı başında bir Narkissos’a benzeyen “insan aşkıyla dolu bir yaşam” olarak kabul edersek, durum değişir…

Dolayısıyla bir kadın analistin kaleminden çıkacak olanlar erkeklerin ve kadınların aşk yaşamları değildir. Aşkla ilgili düşüncelerin eksiksiz ya da nesnel bir hikâyesi de değildir yazdıkları. Ama seçimler, gözlemler, belirtiler… bunlar, aşkın -en saçma ve en yüce- başarımız ve başarısızlığımız olduğu, üstesinden gelinemez bir libidonun çok sayıda kanıtlarıdırlar.

Ama karşılıklı özdeşleşme ve vazgeçme (âktarım ve karşı aktarım olarak aşk ilişkisinin (imgesel de olsa) ideal ruhsallık işleyişin modeli olarak ele alınmasının İlk kez Freud’la birlikte gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Ruhsallık artık düşler üstü bir dünyaya doğru açılmış, kanatlı, platonik bir ruh olmadığı gibi, en azından Plotinus’tan bu yana batı çileciliğine musallat olan basit düşçü bir ruh da değildir. Ruhsallık bir ötekiyle bağlantılı açık bir sistemdir ve sadece bu koşullarla yenilenebilirdir. Ruhunuz yaşıyorsa âşıktır. Âşık değilse ölmüştür. “Ölüm, insani bir yaşam sürer” demiştir Hegel. Âşık değilsek ya da analizde değilsek doğrudur bu.

Sonuç olarak aktarım aşkı istikrar sağlayıcı-istikrar bozucu her aşk deneyimine özgü bu bağlantının ideal biçimidir. İdeal biçimidir çünkü hem füzyonel-aşkın karmaşık aşırı iletkenliğinden hem de aşksızlığın öldürücü istikrarından kaçarak aksaklıkların yüksek bir simgesel örgütlenme düzeyinde telafi edilmesine olanak verir: ben/öteki ilişkisi ben/Öteki ilişkisi içinde yeniden kurulur. Analitik yorum temelde açık ‘ve sürekli, yeniden kurulan, bir yandan dürtüsel bir sesten kaynaklanan kendi kendine örgütlenmeye bağlı arzular öte yandan da dilde bulunan ve aktarılabilen bir geçmişin bellek-bilinci arasında kararsız kalan dinamik bir ilişki kurarak bu süreci kesin biçimde sağlayan etkendir.

Aşk etkisini yenilenme, yeniden doğuşumuz olarak gösterir. Bu yenilenme açılıp saçılır ve libidoya ilişkin kendi kendine örgütlenme Ötekinin sağladığı bilinç-bellekle karşılaşıp simgeleştiğinde alt üst eder bizi; ve tersine bilinç-bellek mekanizması tutucu sistemliliğini (üstbenliğine ilişkin) terk edip istikrarsızlaşmış-istikrara kavuşturabilir kendi kendine örgütlenmenin beklenmedik yeni olgularına uyarlanır.

Âşık olmak şaşırtıcı bir dinamik olduğu kadar kesin biçimde çok yüce bir yeniden doğuş ise kökenleri Platon’a kadar giden metafizik söylem bağlamında yaratmayı başardığı coşkuyu anlamak mümkündür. Aşkın, onların yoğunlaşması ve edebi çok değerliliği olan bu işaretler tutkusunun ayrıcalıklı bir yeri olduğunu da anlamak mümkündür.

Aziz Augustinus’a göre sevmek: “Yaşamın diyalektiği değilse de, ikiye bölünmesi işte böyle ortaya çıktı: ebedi Varlık’ın mutlak dışsallığı ile onun, sevenin içselliğine girişi; bir aşk yaşamı zaten bir Yaşam’dır. Aşk olan Tanrı, zorunlu olarak, yaşamayı ebedi Varlık’la özdeşleştiren olarak belirir. Çıkan sonuç ise Tanrı’ya yalnızca… aşkla yaşayarak ulaşılabildiğidir. Ama nasıl?”

Aşk Hikayeleri, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Felsefe, din, şiir, roman? Aşk hikayeleri. Platon’dan Aziz Tommaso’ya, Romeo ve Juliette’ten Don Juan’a, saz şairlerinden Stendhal’e, Meryem’den Baudelaire ya da Bataille’a kadar. Büyük simgesel irdelemeler her gün karanlıkta dinlenen şeylerin dışında bir şey söylemiyorlar. Ruhsal olarak hayatta olmak aşık olmak demektir; analizde ya da edebiyata maruz kalarak. Tüm insanlık tarihi muazzam ve sürekli bir aktarım sanki.

Julia Kristiva (d. 24 Haziran 1941, Sliven), edebiyat teorisyeni, psikanalist, yazar ve filozof. 1965’ten beri Fransa’da Paris’te yaşamakta ve çalışmalarını esas olarak burada yürütmektedir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin