“Duygusal yaşamlarını daha sakin ve özbilinçli bir şekilde idare edebilenler kesin ve ölçülebilir bir sağlık avantajına sahip görünürler; bu artık pek çok araştırma tarafından doğrulanmıştır…”
— Daniel Goleman
Merhaba
Dr. Daniel Goleman ile Karakteri Değiştirmek, Richard Davidson &Daniel Goleman ve Akıl, İnsan Olmanın Özüne Yolculuk, Daniel J.Siegel‘in eserlerini okurken tanıştım. Goleman, Duygusal Zeka adlı eserin giriş bölümden okura şu sözlerle seslenir:
İş yaşamında liderlik ve meslekler hakkındaki araştırma bulgularının çizdiği resim ise daha karmaşıktır. IQ puanları, belirli bir konumun karşımıza çıkardığı bilişsel zorlukların üstesinden gelip gelemeyeceğimizin kestirimini gayet iyi verir. Yüzlerde, belki binlerce inceleme, bir kişinin hangi kariyer sorunlarıyla baş edebileceğinin kestirimini IQ’ nun verdiğini göstermiştir. Bu tartışmasızdır. Ancak sıra, entelektüel zorlayıcı bir meslek içerisindeki yetenekli adaylar havuzundaki kimin en güçlü lider olacağını kestirmeye geldiğinde, IQ yetersiz kalmaktadır. Bunun nedeni kısmen “taban etkisi”dir. Belirli bir mesleğin üst kademelerinde ya da büyük bir kuruluşun üst düzeylerinde yer alan herkes, zaten zekâ ve uzmanlık kalburundan geçirilmiştir. O görkemli düzeylerde yüksek IQ sadece, kişinin oyuna girip yerini koruyabilmek için ihtiyaç duyduğu “eşik niteliğinde” bir yetenektir.
- Soralım o zaman: Kendini Biliyor musun?
Eski bir Japon masalına göre, kavgacı bir samuray günün birinde bir Zen ustasını cennet ve cehennem kavramlarını açıklamaya davet eder. Ancak rahip onu küçümseyen bir tavırla, “Sen eşeğin tekisin. Senin gibilerine zaman harcayamam,” der. Onuru zedelenen samuray, öfkeden köpürerek kılıcını kınından çıkarıp, “Seni bu küstahlığın için öldürebilirim,” diye bağırır. “İşte,” der Zen rahibi sakince, “bu cehennemdir.” Samuray, kapıldığı öfkeyi ima eden ustanın doğru sözleri karşısında irkilir ve sakinleşerek kılıcını yerine koyar. Sonra da eğilip, kendisine kazandırdığı içgörü için rahibe teşekkür eder. “İşte bu da cennettir,” der rahip.
Samurayın nasıl bir sinire kapıldığını birden fark etmesi, duygunun rüzgârına kapılıp gitmekle bunun bilincinde olmak arasındaki önemli farkı sergiliyor.
Sokrates’in “Kendini bil” öğüdü, duygusal zekânın bu temel taşına, yani kişinin duygularının farkında olabilmesine değinir.
İlk bakışta duygularımızın zaten ortada olduğu düşünülebilir, ancak üzerinde daha dikkatlice durduğumuzda, çoğu kez bir şey hakkında ne hissettiğimizi pek hatırlayamadığımızı, ya da hissettiğimiz şeyi olup bitenden sonra fark ettiğimizi görürüz. Psikologlar biraz süslü terimler kullanarak bu tür durumları üstbiliş (metacognition), yani düşünce süreçlerinin farkında olmak; ve üsthal (metamood), yani kişinin duygularının farkında olabilmesi, diye adlandırırlar. Goleman, “Benim tercihim ise, kişinin iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olması anlamındaki özbilinçtir.” der. Bu kendine yönelik bilince sahip olan zihin, duygular da dahil olmak üzere, yaşananları gözlemler ve inceler.
Bu nitelikteki bir bilinç, Freud’un psikanalize gireceklere tavsiye ettiği “eşit dağılmış dikkat” kavramına benzetilebilir. Böylesi bir dikkat, farkında olunan her şeyi ilgili ancak tepkisiz bir tanık tarafsız bir biçimde kaydeder. Bazı psikanalistler buna, söylediklerine kendisinin verdiği tepkileri ve yine hastada serbest çağrışım sürecinde ortaya çıkanları gözden geçirmesini sağlayan özbilince sahip olma yeteneği anlamında, “gözleyen benlik” demektedirler.
Bu tarz bir özbilinç, özellikle de uyandırılan duyguları tanımlayıp adlandırmayı sağlayan dil alanlarını ve uyarılmış bir neokorteksi gerektirir. Özbilinç, duyguların yoğunluğuyla dağılabilecek abartılı bir tepki vermeye ya da algılananı abartmaya açık bir dikkat hali değildir. Tam tersine, fırtınalı duygular içinde bile kendine yönelik olabilmeyi sürdüren tarafsız bir haldir. William Styron derin depresyon halini yazarken, “ikinci bir ben’in—dublörünün çılgınlığını paylaşmadan onun mücadelesini sakin bir merak içinde izleyen hayalet benzeri bir gözlemcinin— kendisine eşlik ettiği” hissinden söz ederek zihnin tam da bu özelliğine değinmektedir.
Kendini gözlemleyebilme, en iyi yanıyla, tutkulu ya da çalkantılı duyguların böylesine bir kayıtsızlık içinde bilincine varılmasını sağlar. En azından, deneyimden biraz geri çekilme, “meta” düzeyde paralel bir bilinç akışı şeklinde kendini gösterir: Ana akımın üzerinde veya yanında kalarak, olayların içine karışıp kaybolmak yerine, farkında olunur. Bu, örneğin birine ölümcül bir öfke beslemekle, o öfke sırasında “Şimdi öfkeye kapıldım,” gibi kendine yönelik bir düşünceyi aklından geçirebilmek arasındaki fark gibidir. Bilincin sinirsel mekaniği açısından, zihinsel faaliyetteki bu ince değişim büyük olasılıkla neokorteks devrelerinin duyguyu etkin bir biçimde takip ederek, onun üzerinde bir kontrol sağlamaya yönelik ilk adımı attığına ilişkin bir işarettir. Duyguların farkında olma, duygusal özdenetim gibi diğer yetilerin üzerine inşa edildiği temel duygusal yeterliliktir.
Yale’den Peter Salovey’le birlikte duygusal zekâ kuramını geliştiren New Hampshire Üniversitesi’nden psikolog John Mayer’in deyimiyle, Özbilinç kısaca, “kişinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında olabilmesi” demektir. Özbilinç, iç dünyaya karşı tepkisiz ve yargısız bir dikkat olabilir. Ancak Mayer, bu duyarlılığın her zaman bu denli kayıtsız olmadığına işaret etmektedir “böyle hissetmeliyim”, “neşelenmek için iyi şeyler düşünüyorum” gibi, ya da daha kısıtlı bir özbilinç hali olarak, çok moral bozucu bir şeye tepki verirken zihninden geçiveren “bunu düşünme düşüncesi olabilir.
Hislerin farkında olmakla, onları değiştirmek için harekete geçmek arasında mantıksal bir fark olsa da, Mayer uygulamada bu ikisinin el ele gittiğini görmüştür: Berbat bir ruh halinin farkında olmak, aynı zamanda ondan kurtulmayı istemek anlamına gelir. Ancak bu farkında olma durumu, duygusal bir dürtü yüzünden fevri hareketlerde bulunmayı engellemeye çalışmaktan farklıdır.
“Öfkeye kapıldım” düşüncesi daha büyük bir özgürlük sağlar; salt hissedilen duyguya kapılarak harekete geçme seçeneğini değil, aynı zamanda bu duygudan kendini kurtarmayı deneme seçeneğini de sunar.
Mayer, kişilerin duygularını birbirlerinden farklı şekillerde ele alıp baş ettiğini görmüştür.
• Özbilinçli. Ruh hallerinin farkında olan bu kişiler, duygusal hayatları hakkında belli bir anlayışa sahiptir. Duygularının bilincinde olmaları, diğer bazı kişilik özelliklerini destekleyebilir: Özerk, kendi sınırlarından emin, psikolojik açıdan sağlıkları yerinde ve hayata olumlu bir gözle bakan insanlardır. Kötü bir ruh haline girdiklerinde, bunu dert edinip kafalarına takmaz ve daha kısa bir süre içinde kendilerini bu durumdan kurtarırlar. Kısacası, özbilinçleri duygularını idare etmekte kolaylık sağlar.
• Kendini kaptırmış. Bunlar, genelde duygularına kapılıp giden ve bu durumdan kendilerini kurtaramayan, adeta duyguların hükmü altında yaşayan kişilerdir. Değişken, duygularının pek farkında olmayan, bir perspektiften bakmak yerine duyguların içinde kaybolan insanlardır. Sonuçta kendilerini kötü ruh halinden kurtarmak için pek çaba harcamaz ve duygusal yaşamlarını kesinlikle denetleyemediklerini düşünürler. Çoğu kez duygularının kontrolden çıkıp kendilerine baskı yaptığını hissederler.
• Kabullenmiş. Bu kişiler genelde ne hissettiklerini bilseler de, bu durumlarını kabul eder ve değiştirmeyi denemezler. Bu teslimiyetçi kişiler ikiye ayrılır: Genelde kendini iyi hissedip bu durumu değiştirmeye pek az çaba harcayanlar ve bir de ruh hallerinin açıkça farkında oldukları halde, kendilerini arada bir kötü hissettiklerinde, ne olacaksa olsun şeklinde, bunu kabul edip değiştirmek için bir şey yapmadan sızlananlar; yılgınlığa teslim olmuş depresif kişilerde gördüğümüz budur.
- Tutkulu mu, yoksa umursamaz mısınız?
Bir an için, New York’tan San Francisco’ya giden bir uçakta bulunduğunuzu düşünün. Her şey yolunda giderken, Kayalık Dağlar’a yaklaşıldığında pilotun şu anonsunu duyuyorsunuz: “Bayanlar ve Baylar, birazdan bir hava akımına gireceğiz. Lütfen koltuklarınıza dönüp emniyet kemerlerinizi bağlayınız.” Bir süre sonra uçak, düşündüğünüzden çok daha kuvvetli bir hava akımına giriyor, dalgalara kapılmış bir sandal gibi, aşağı yukarı ve sağa sola yalpalanıp duruyor.
- Soru şu: Ne yaparsınız? Siz, kendini okumakta olduğu kitaba ya da dergiye veren, ya da film izlemeyi sürdürüp dışarıdaki anaforu zihninizden atanlardan mısınız? Yoksa acil durum kartını çıkarıp alınabilecek önlemleri okuyan, personelde herhangi bir panik işareti olup olmadığına bakan, ya da motorları dinleyip ters giden bir şey olup olmadığını anlamaya çalışanlardan mısınız?
Bu tepkilerden hangisini yaşıyorsanız, o sizin acil durumlar karşısında dikkatinizin nereye yöneldiğinin işaretidir. Bu uçak senaryosu Temple Üniversitesi’nden psikolog Suzanne Miller tarafından kişilerin stres karşısında tüm ayrıntıları değerlendirip her an tetikte bulunmayı mı, yoksa bu kaygılı dakikaları kendilerini başka bir işe vererek atlatmayı mı tercih ettiğini anlamak üzere geliştirilmiş psikolojik testin bir maddesidir. Stres karşısında ortaya çıkan bu iki farklı dikkat hali, kişilerin duygusal tepkilerini nasıl değerlendirdikleri açısından da farklı sonuçlara yol açar. Stres karşısında her şeye fazlasıyla dikkat eden kişi, özellikle de bu yoğunlaşma özbilinçten kaynaklanan sükunetten yoksunsa, istemeden tepkisinin şiddetini artırır. Sonuçta duyguları daha da yoğunlaşmış görünür. Kendini başka şeylere vererek olayın dışında tutanlar ise, tepkilerinin pek az farkındadır ve duygusal tepkilerinin boyutunu olmasa da, deneyimini en aza indirgerler.
- “Ne söyleyeceğimi bilemiyorum, olumlu ya da olumsuz hiçbir güçlü duygu hissetmiyorum” diyenlerden misiniz?
Psikiyatrların alexithymia diye adlandırdıkları bir durum. Bu Yunanca deyim, a (yoksunluk), lexis (sözcük), thymos (duygu) sözcüklerinin birleşiminden oluşmakta. Bu tür kişiler duygularını dile getiremez. Hatta hiçbir şey hissetmezler; bu, doğal duygu eksikliğinden çok, duyguları ifade edememekten kaynaklanan bir durumdur. Bu tür kişiler ilk kez psikanalistler tarafından, kullandıkları yöntemle tedavi edilemeyen; his, fantezi dile getiremeyen renksiz rüyaları olan, kısacası konuşulacak bir duygusal yaşamları olmayan bir hasta grubu olarak fark edildiler. Aleksitimya halinin teşhisine yardımcı olan klinik özelliklerin, kendisinin ve başkalarının duygularını betimleme zorluğu ve oldukça kısıtlı bir duygusal sözcük dağarcığı olduğu söylenebilir. Bundan da öte, duyguları ve duygularla bedensel duyumlar arasındaki farkı ayırt etmekte güçlük çekerler. Sözgelimi, içlerinin pır pır ettiğinden, çarpıntıdan, terlemeden, baş dönmesinden söz edebilir, ancak bunu kaygı diye adlandıramazlar.
1972’de aleksitimya kavramını ortaya atan Harvardlı psikiyatr Dr. Peter Sifneos, bu durumu “Duyguların merkezi bir yere sahip olduğu toplumumuzda, bu insanlar farklı, yabancı, hatta başka bir dünyadan gelmiş izlenimi verirler,” şeklinde tanımlıyor. Aleksitimikler ender olarak ağlar, ağladıklarında ise bol gözyaşı dökerler. Ancak neden ağladıkları sorulduğunda, yanıt veremezler. Aleksitimik bir hasta, kanserden ölen sekiz çocuklu bir anneyi konu alan filmi izledikten sonra kendini kötü hissederek uyuyup kalana kadar ağlamış. Terapisti ona, bunun belki de o sırada kanserden ölmek üzere olan annesini hatırlattığını söylediğinde ise hareketsiz, suskun ve şaşkın bir ifadeye bürünmüş. O andaki duyguları sorulduğunda ise, kendini “berbat” hissettiğini söylemiş, ama bunun ötesinde bir açıklama yapmamış. Zaman zaman nedenini hiç bilmeden kendini ağlar bir halde bulduğunu da eklemiş.
Sorunun özü de budur. Aleksitimiklerin hiçbir şey hissetmedikleri söylenemez, duygularını tam olarak adlandıramaz, en önemlisi, sözcüklere dökemezler. Duygusal zekanın temel becerisi olan özbilinçten yoksundurlar, yani içimizi altüst eden duyguların bize ne hissettirdiğini bilemezler. Aleksitimiklerin durumu, ne hissettiğimizin kendiliğinden belli olduğu yolundaki sağduyusal kavramı yalanlıyor: Onların, ne hissettiklerine ilişkin en ufak bir fikirleri yoktur. Bir şey, ya da birisi onlara bir şey hissettirdiğinde, bunun üstesinden gelemez, ne pahasına olursa olsun kendilerini aşan, kaçınılması gereken bir şey olarak görürler. Bir şey hissedecek olurlarsa, sinemada ağlayan hastanın dediği gibi, bunu “berbat” bir sıkıntı yumağı olarak yaşarlar; ancak ne tür bir berbatlık olduğunu tam olarak ifade edemezler.
Duygular hakkındaki bu temel karışıklık, çoğu zaman onları duygusal bir sıkıntı yaşarken belirsiz tıbbi sorunlardan yakınmaya iter. Bu, psikiyatride somatize etmek olarak bilinen, duygusal acıyı fiziksel acı sanma olgusudur (ve psikosomatik rahatsızlıklardan, yani duygusal sorunların gerçekten tıbbi sorunlara yol açması durumdan farklıdır). Aslında psikiyatrinin aleksitimiklere ilgisinin asıl nedeni, onları doktora gelen esas hastalardan ayırt edebilmektir, çünkü ortada duygusal bir sorun varken, uzun ve sonuçsuz teşhis ve tedavi süreçlerine girebilmektedirler.
Şu ana dek aleksitimyanın nedeni bilinmemekle birlikte, Dr. Sifneos’a göre limbik sistem ve neokorteks, özellikle de neokoteksin sözel merkezleri arasında bir kopukluk söz konusudur. Bu da duygusal beyin hakkında öğrendiklerimize uyuyor. Şiddetli nöbetler geçirdiği için semptomları gidermek üzere bu bağı ameliyatla kesilmiş kişiler, Sifneos’a göre, aleksitimiklerde olduğu gibi duygusal açıdan donuklaşıyor, hislerini dile getiremiyor ve hayal kurma yeteneğini aniden kaybediyorlar. Kısacası, duygusal beynin devreleri duygusal tepkiler verebilse de, neokorteks bunları ayırt edip dillendirme özelliğini ekleyemiyor. Henry Roth, Call It Sleep (Buna Uyku De) adlı romanında dilin bu gücüne şöyle değiniyor: “Ancak ne hissettiğini kelimelere dökebilirsen o senin olur.” Bunun doğal sonucu, aleksitimiklerin çıkmazıdır: Hisleri ifade edememek, onları kendine mal edememek demektir.
Hayatın akışı içinde alınabilecek sonsuz sayıda bir rol oynadığıdır. Güçlü duygular muhakeme sürecinde kaos yaratabilse de, duyguların farkında olmamak, özellikle geleceğimizi belirleyen kararları almakta yıkıcı sonuçlar doğurabilir: Hangi mesleğin seçileceği, iş güvencesi yüksek bir yerde mi, yoksa daha riskli ama ilginç bir işte mi çalışılacağı kiminle flört edileceği, ya da evlenileceği, nerede yaşanacağı, hangi evin kiralanacağı ya da satın alınacağı gibi. Bu tür kararlar salt mantığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyimlerden derlenmiş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır. Kiminle evlenileceği, kime güven duyulabileceği, ya da hangi mesleğin seçileceği gibi konularda salt biçimsel mantık işe yaramaz; bunlar duygular olmadığında aklın köreldiği alanlardır.
Bu anlarda bize yol gösteren sezgisel işaretler iç organlarımızdan limbik sistemce güdülenmiş dalgalar şeklinde gelir; Damasio’nun “somatik işaretleyiciler” dediği, kelimenin tam anlamıyla içimizden geçen hislerdir. Somatik işaretleyici bir çeşit otomatik alarmdır ve tipik olarak bir hareketin doğurabileceği olası tehlikeye dikkat çeker. Genellikle bu işaretleyiciler, deneyimlerimizin temkinli olmayı öğrettiği bazı seçeneklerden bizi uzaklaştırır, aynı zamanda altın değerinde bazı fırsatları görebilmemizi de sağlar. Biz çoğunlukla o anda hangi deneyimimizin böylesi olumsuz bir hisse yol açtığını hatırlamayız; ihtiyacımız olan tek şey, bir sinyalin, belirli bir olası davranıştan kaynaklanan sonucun yıkıcı olacağını bildirmesidir. Ne zaman içimizden bu tür bir his geçse, ya o işi bırakırız, ya da daha büyük bir güvenlik duygusuyla o düşünce yolunda devam ederek seçenekleri eler ve önümüzdeki seçenekler dizisini daha kolay karar verebileceğimiz bir kalıba sokarız. Kişisel açıdan doğru kararlar verebilmenin anahtarı, özetle hislerine kulak vermektir.
Arkadaşlarıma yaşadıkları süreçte şu önemli farkındalık sorusunu sorarım: “Şu an ne hissediyorsun?” Evet, umarım yukarıdaki bilgiler ışığında sorunun ve cevabının ne denli önemli olduğu anlaşılmıştır…
Nöroloji mantığına göre, bir sinir devresinin işlemeyişi herhangi bir yetenekte bozukluğa yol açıyorsa, beyinlerinde herhangi bir araz olmayan kişilerde o devrenin görece daha kuvvetli ya da zayıf oluşu, kişilerin o yeteneğinin birbirinden farklı derecelerde olmasını gerektirir. Duygularla uyum açısından prefontal devrelerin oynadığı role bakacak olursak, nörolojik nedenlerden dolayı bazıları içlerinde gelişen korku ya da coşkuyu diğerlerinden daha kolay algılayabilmekte, dolayısıyla da duygularının daha fazla farkında olabilmektedir.
Psikolojik içgörü yeteneği de bu devreyle bağlantılı olabilir. Bazılarımız duygusal zihnin özel simgesel biçimlerini yakalamaya daha yatkındır: Şiirler, şarkılar ve masalların yanı sıra mecaz ve benzetme de hep gönül dilinde seslenir. Anlatının akışını birbiriyle bağlantısız gözüken çağrışımların belirlediği düşler ve mitler de duygusal zihnin kurallarına uyarak aynı dilden konuşur. İster roman, ister şarkı sözü yazarı ya da psikoterapist olsun, “kalbinin sesini” ani duyguların dilini dinlemeye yatkın olanların, oradan gelen mesajları daha iyi anlayabilecekleri kesindir. Bu iç uyumlulukları onlara “bilinçaltının bilgeliğini”, yani en derin dileklerimizi içeren simgeler olan düş ve hayallerimizin saklı anlamlarını dillendirme becerisini verir.
Psikolojik içgörünün temeli özbilinçtir; psikoterapinin çoğunlukla güçlendirmeyi amaçladığı yeti de budur. Aslında Howard Gardner’ın içsel zekâ için örnek aldığı kişi de, ruh dünyasının gizli dinamiklerinin haritasını çıkarabilmiş olan Sigmund Freud’tur. Freud’un dediği gibi, duygusal hayatın büyük bir kısmı bilinçaltındadır; içimizde hissettiklerimiz çoğu kez bilinç düzeyine erişmez. Bu psikolojik olgunun gözlemsel olarak doğrulanması, sözgelimi kişilerin daha önce gördüklerinin farkında bile olmadıkları şeylere karşı kesin bir hoşlanma duygusu beslemeye başlamaları gibi, dikkate değer bir bulgunun ortaya çıktığı bilinçaltı duygularla ilgili deneylerle mümkündür. Her duygu bilinçaltında olabilir, zaten çoğu zaman da öyledir. Fizyolojik açıdan duygu, genellikle kişi onu fark etmeden önce başlar.
- Duygusal okur yazarlık bir fark yaratır mı?
Buna empati diyoruz… Ötekinin bakış açısını daha iyi kavrayabilme. Empatinin ve başkalarının hislerine karşı hassasiyetin gelişmesi. Başkalarını daha iyi dinleyebilme. Tüm bunları yapabilmek için içgörü yeteneğinizin gelişmiş olması gerekli. Kendinize, “Beynimizin mimarisi nasıl değişir?” sorusunu yöneltmek isterseniz Akılgözü, Daniel J. Siegel‘in eseri “akılgözü haritanızı” çıkarabilmek için yardımcı olacaktır. Çünkü bu tür haritalar olmadan kendi içimizdeki ya da başkalarının içindeki zihni denizi kavrayamayız. Öznel özü, başkalarının içsel zihinsel denizini duyumsayabilmeniz dileğiyle…
Duygusal Zeka Neden IQ’dan daha önemlidir? okumayanlara tavsiye okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Dr. Daniel Goleman, yıllarca New York Times’da beyin ve davranış bilimleri konulu makaleler yazmış ve Harvard Üniversitesi’nde ders vermiştir. Merkezi Rutgers Üniversitesi’nin Profesyonel ve Uygulamalı Psikoloji Okulu’nda bulunan ve duygusal zekâ becerilerini geliştirmenin en iyi yöntemlerini bulmayı amaçlayan Örgütlerde Duygusal Zekâ Konsorsiyumu’nun eş-başkanlığını yapan Goleman, profesyonel gruplara ve üniversite kampüslerinde öğrencilere konferanslar vermektedir. Times’daki makaleleriyle iki kez Pulitzer Ödülü’nü kazanan yazarın layık görüldüğü diğer ödüller arasında, Amerikan Psikoloji Derneği’nin Kariyer Başarı Ödülü de bulunmaktadır.
Duygusal Zeka Neden IQ’dan daha önemlidir?, Odak Mükemmeliğin Gizli Anahtarı ve Yeni Liderler bize, duygusal zekâ ile odaklanma ve ölçülebilir iş sonuçları arasındaki doğrudan bağı gösteriyor.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın