“Her insan mutlu olmak ister; ne var ki ona ulaşabilmek için, işe mutluluğun ne olduğunu bilmekle başlamak gerekir…”

—Jean -Jacques Rousseau

Merhaba,

13 Mart, yol terapisi… 9 Eylül Hastanesi Radyasyon Onkolojisi bölümünün istediği tetkiklerde son düzlüğe ulaşma vakti. Bahçedeki ağaçları selamlayarak hastane kapısından geçip, radyoloji bölümüne doğru ilerliyorum.

Tomografi, radyolojik teşhis yöntemidir. 1915 yılında Fransız hekim Boccage tarafından icat edilmiştir. Fakat kullanıma geçilmesi 1930’ları bulur. Tomografi, her türlü delici dalgayı kullanan kesitler veya kesitler halinde görüntülemedir. Yöntem radyoloji, arkeoloji, biyoloji, atmosfer bilimi, jeofizik, oşinografi, plazma, malzeme bilimi, kozmokimya, astrofizik, kuantum bilgisi ve diğer bilim alanlarında kullanılır.

BT (Bilgisayarlı Tomografi) çekimi için giriş işlemlerini sekreterlikte yaptırdıktan sonra ilaç reçetesinin gelmediğini fark ediyoruz. “Hastane sms sisteminde dönemsel yaşanan bir sorun var” diyen görevli, doktora tekrar mesaj göndererek, reçetenin yazılmasını talep ediyor.

Ardından bölüm görevlisinin kabinine gidip evrakları teslim ederek, sms’ler de yaşanan sorunu hatırlatıyorum. “Sorun yok, hallederiz” diyor. Yanımda getirdiğim 1.5 litrelik suyun içine ilaç döküyor. Kalabalığın içinde bir koltuk bulabilmek için bakınıyorum, nihayet boş bir yer bulup oturuyorum. İçeceğim ve ben maskenin ardından insanları izliyoruz. Koridor boyunca yaklaşık 10 tane sarı kapı var. Bunların her birinde röntgen çekimi yapılıyor. Arada feryat figan çığlıklar arşa yükselse de bir süre sonra yerini sükunete bırakıyor.

Yanımdaki koltuktan bir kadının sesi geliyor. “Ne içiyorsunuz?” Sorunun geldiği yöne kafamı çevirip, BT (Üst, Abdomen, Pelvis) Kontrastlı çekim yapılacak. Elimdeki pet şişeyi göstererek “Suyun içinde Osmolak 667 mg/ml çözelti 250 mgr var.” Maskenin ardından nefes aldıktan sonra sözlerime devam ediyorum. “Bağırsak ve midenin dolmasını ve bağırsak içinde ya da duvarında bulunan kitlelerin diğer organlardan ayrılması sağlanıyor. Kontrastlı madde ayıracı olarak kullanılıyor.”

Sol tarafımdaki koltuğa sol eli kırılmış bir kadın oturuyor. “Ne kadar kalabalık” diyor. “Evet” diyorum. “Bu koridorda röntgen odaları olduğu için yoğun.” Kadın, “Meme Kanseri geçirdim. Ardından beyne iki kez metastaz oldu.” Eli acıyor belli, kolunu dik tutmak için diğer eliyle destek oluyor. “İki yıldır, İzmir’de yaşıyorum. Daha önce Hatay’da oturuyorduk. Depremi yaşadık.” Yüzünde gölgelenme oluyor ve hemen ekliyor. “Bir mucize yaşadık… Ailecek kendi imkanlarımızla enkazdan çıktık. Oğlum omurgasından yaralandı. Uzun süre tedavi oldu.” Nefes aldıktan sonra sözlerine devam ediyor. “İnsan ister istemez düşünüyor.” “Nasıl oluyor?” “Aynı yerde aynı şeye maruz kalıyoruz. Biz yaşıyoruz, onlar ölüyor.”

Ya içindesinizdir ya da dışında- ya bir birime aitsiniz ya da hiç kimse değilsiniz. Travmanın ardından, dünya bunu bilenler ve bilmeyenler olarak keskin bir şekilde ikiye ayrılır. Kadın, geçmişte yaşadığı travmalarla şimdiye köprü kuruyordu. Çok fazla acı veren olay, aynı zamanda anlam kaynağı olmuştu. Pek çok insan hoş olmayan olay sonunda silikleşir ya da daha yararlı bir şeye dönüşür.

Schopenhauer ve onun gibi düşünenler, “hiçbir doyumun sürekli olamayacağını”, onun ardından “kaçınılmaz olarak yeni bir acının geleceğini” ileri sürerken, acının belirtilerini saptıyor ve bilgisizliğin koşullandırdığı dünyayı betimliyorlar; bu da Budacılığın samsara olarak adlandırdığı durumdur.

Sessizliğin ardından kadın sözlerine şöyle devam ediyor. “Hatay depremini yaşayan birçok insan gibi yakınlarımı, sevdiklerimi kaybettim. Çok üzücüydü. Şunu anladım, yaşam çok güzel… Ve ben yaşamayı seviyorum…”

  • Her şeye kadir olan bir güç neden bunca acıya yol açan durumlar yaratmış olsun ki?
  • Peki, yaşadığımız acılardan en iyi dersi nasıl ders çıkarmalıyız?

“Derin bir acı zihnimizi ve kalbimizi açabilir.” –Dalay Lama

Acı bize olağanüstü bir ders olabilir; onun sayesinde, alışkanlık haline getirdiğimiz uğraşların ne kadar yüzeysel olduğunun, zamanın geriye dönmez biçimde akıp gittiğinin, kendi kırılganlıklarımızın ve özellikle içimizin en derin yerinde çok önem verdiklerimizin kırılganlığının bilincine varmamızı sağlayabilir.

Saat 14.00 olmuş suyum belirlenen sürede bitmiş çekim sırası bana gelmişti. Yanımda getirdiğim malzemeleri hemşireye teslim etmek üzere koridordan geçip, damar yolu açılması için koltuğa oturuyorum. Birkaç saniye sonra görevli adımı sesleniyor. Bilgisayarlı tomografi genellikle BT taraması olarak adlandırılır. Toraks BT, fizik ilke ve kurallarına dayanan, X ışınlarının doku tarafından tutularak elde edilen kesitsel bir görüntü yöntemidir. Röntgen ışınları denilen bu X ışınları, vücudu ince şekilde dilimler ve vücut bu kesitlerle incelemeye alınır. Vücuda enjekte edilen kontrast madde ile tüm bölgelerin net bir şekilde görüntülenmesini sağlar. Hareketsiz uzandığım yerde Biemexol 350 mgI/ml IA, IV enjeksiyon için çözelti damar yolundan verilirken ilacın verdiği yanma hissiyle; bir nefes tutma süresinde tüm vücut cihazla dilimler halinde görüntüleniyor.

Mutluluğa Övgü, adlı eserin yazarı Matthieu Ricard şöyle yazıyordu:

“İnsan aynı zamanda mutlu ve hasta, hatta ölüm döşeğinde bile mutlu olabilir ya da yoksul mutlu, çirkin ve mutlu olabilir… Zevk ve mutluluk farklı bir nitelikte ve farklı düzeyde duyulardır.” –Matthieu Ricard

Varlığımızın en iyi yanını özgeciliğe, huzura ve gelişmeye açılmasını sağlayan yaşama sevinci, yani dünyayı daha iyi dönüştürmeyi sağlayan kendi iç dönüşümümüzdür. Bir sürü yapay, keyif verici ve sabırla yinelenen zevk icat etmek için ne büyük çabalar harcandığı kimsenin gözünden kaçmıyor. Bu “paketlenmiş mutluluklar” ile iç huzur arasında bir uçurum yok mu?

“Farklı fiziksel ve zihinsel zevk ve acı duyularını incelediğimizde zihnimizde olup bitenlerin daha güçlü olduğunu gözlemleriz. İnsan kaygı ya da çökmüşlük duygusu içindeyse, en görkemli dış koşullar bile dikkatini çok az çeker. Bunun tersine, kendini derin bir mutluluk içinde duyumsuyorsa, çok daha zor durumlara kolaylıkla göğüs gerer.” –Dalay Lama

Mutluluk bir varoluş tarzıdır; tarzlar da öğrenilebilir. Varoluş sancısı toprağı yarıp çıkmak için çabalar. İşte tüm bunlar gelişmek, büyümek için yaşanır. Anlamlı şeylerdir. Çünkü mutluluk anlamdır…

  • Varoluşun amacı mutluluk mu?

“Bize mutluluk veren şeyler üzerinde derin düşünmek gerekir, çünkü o var olduğunda her şeyimiz vardı, var olmadığındaysa ona sahip olmak için her şeyi yaparız.” –Epiktetos

Kim acı çekmek İster? Sabah uyandığında kim “Gün boyunca keyifsiz olsam!” der? Hepimiz, bilinçli ya da bilinçsiz, bilerek ya da bilmeyerek, çalışarak ya da tembellik ederek, tutkulu ya da dingin, macera yaşayarak ya da günlük yaşantımızda “daha iyi olmak” isteriz. Yaşadığımız her gün, yoğun yaşamak, dostluk ve sevgi bağları kurmak, araştırmak, keşfetmek, yaratmak, bir şeyler kurmak, kendimizi zenginleştirmek, bizim için değerli olanları korumak, bize zarar veren şeylerden sakınmak için sayısız etkinlikte, girişimde bulunuruz. Zamanımızı ve enerjimizi doyuma ulaşma, kendimiz ya da başkaları için bir “hoşnutluk yaratma” düşüncesiyle harcarız. 

Bunu arama biçimimiz ne olursa olsun, adı yaşama sevinci ya da görev, tutku ya da hoşnutluk, her amacın hedefi mutlu olmak değil mi? “Mutluluk, her zaman onu elde etmek için seçtiğimiz, asla başka bir amaç için düşünmediğimiz tek amaçtı?” diyen Aristoteles böyle düşünüyordu. Başka bir amaç güttüğünü söyleyen kişi, ne istediğini gerçekten bilmiyor demektir: başka bir ad verdiği şeyin peşinde koşarken, aslında mutluluk peşinde koşmaktadır.

Düşünecek olursak, uzun süren çabalar sonucunda zorluklara göğüs gererek ulaşılacak, hak edilmiş doyumda, insanın kendi varlığıyla sağladığı uyumda gerçek mutluluğa, yani sukha‘ya özgü bazı öğelerin tartışmasız yer aldığı görülür. “Görevini” yerine getirirken, “acının ve zorlukların insanın karakterini oluşturduğunu” düşünse bile, bu kişinin kendini ve insanları mutsuz etme peşinde koşmadığı apaçık ortadadır. 

Burada söz konusu olan, sorumluluk duygusudur; her türlü iç özgürlüğü kemiren, zorunluluklardan kaynaklanan, yakınlarımız ve toplum tarafından bize dayatılan, zorlamalar, zorunluluklar yüzünden uymak zorunda kaldığımız şeyler, örneğin “şunu ya da bunu yapmak gerek” ya da “başkaları tarafından kabul edilmek ve sevilmek için kusursuz olmak gerek” türünden uyarılar değildir. 

“Görev”, bir seçim sonucu ortaya çıkmışsa anlam taşır ve daha büyük bir hoşnutluk kaynağı oluşturur. 

İşin üzücü yani şu ki, bu hoşnutluğu yaratmanın yolları konusunda çoğunlukla yanılırız. Bilgisizlik, hoşnut olma isteğimizi soysuzlaştırır. Tibetli usta Chögyam Trungpa bunu şöyle açıklar:

“Bilgisizlik dediğimizde söz konusu olan, hiç de budalalık değildir. Bilgisizlik bir anlamda çok zekicedir, ama bu zekilik bütünüyle tek yönlüdür. Şöyle ki, insan, olup biteni görmek yerine, yalnızca kendi düşünceleri doğrultusunda tepki verir.” –Chögyam Trungpa

  • Bu temel bilgisizlikten nasıl kurtulmalı?

Bunun tek çaresi, bilinçli ve içtenlikli şekilde içebakıştır. Bunu iki yönteme başvurarak gerçekleştirebiliriz: bunlardan ilki çözümlemeli yöntem, ikincisi de derin düşünme yöntemidir. Çözümleme, bizim acılarımızın ve başkalarına çektirdiklerimizin ayrıntılarını dürüstçe değerlendirmek demektir. Bu da, acıyı kaçınılmaz olarak doğuran, buna karşılık hoşnut olmamıza katkıda bulunan düşünceleri, sözleri ve eylemleri anlamamızı gerektirir. Böyle bir girişime elbette varoluş biçimimizde ve eylemlerimizde bir şeylerin gerçekten iyi gitmediğinin bilincine varmakla başlanmalıdır. Ardından, bunları değiştirmeyi ateşli biçimde arzulamak gerekir.

Derin düşünme tutumu ise daha özneldir. Kafamızın içinde kaynayan düşüncelerden bir an sıyrılıp içimizin derinliğine, iç manzaramızı izliyormuş gibi dinginlikle bakmamız, böylelikle bizim için en değerli özlemi keşfetmemiz gerekir. Bu, kimileri için her anı yoğun yaşamak, zevkin bin bir tadını almak olabilir. Ya da amaçladığı şeylere ulaşmaktır; örneğin aile kurmak, toplum içinde başarıya ulaşmak, eğlenceli bir yaşam sürmek ya da daha alçakgönüllü bir özlemle, yaşantımızı fazla acı çekmeden sürdürmektir. Ne var ki bu formüller bütünsellikten uzaktır. İçimize daha derinden bakarsak, başta gelen, tüm ötekilerin önüne geçen özlemimizin, yaşama sevincimizi yeterince güçlü biçimde besleyecek bir doyuma ulaşmak olduğunu görmez miyiz? Dileğimiz şudur: “Kendi yaşamımın ve öteki insanların yaşamının her anı, sevinç ve iç huzur anı olarak geçsin!”

Seneca’nın söylediği gibi: “Acı bizi kötü eder, ama kötülük değildir.” Engelleyemediğimiz bir acı, özünde asla iyilik olmadığının bilincine vararak ondan bir şeyleri öğrenmek, kendimizi dönüştürmek için yararlandığımız zaman kötülük değildir.

Tersine, “Mutluluk isteği insanın özünde vardır; tüm eylemlerimizi harekete geçiren öğe odur. Dünya üzerindeki en kutsal, en iyi anlaşılmış, en açık seçik, en sürekli şeydir; insan yalnızca mutluluğu istemekle kalmaz, onun dışında hiçbir isteği yoktur” diyordu Aziz Augustinus. Bu istek, gerçekleştirdiğimiz her eyleme, her söze, her düşünceye öylesine sinmiştir ki yaşamımız boyunca farkına varmadan içimize çektiğimiz oksijen gibi, varlığının farkına bile varmayız. “Bu gerçektir, hatta sıradan bir şeydir” diye yazıyor Andre Comte-Sponville, “Çünkü mutluluk, neredeyse tanım olarak herkesi ilgilendirir ” Tam olarak herkesi ilgilendirmiyormuş gibi görünüyor, çünkü örneğin Pascal Bruckner’e göre, “Hepimizin mutluluğu, Batı’ya özgü, tarih içinde eskimiş o değeri aradığımız doğru değil. Başka değerler de var, örneğin özgürlük, adalet, aşk, dostluk gibi, mutluluğun önüne geçebilecek değerler de var.” Moliere’in kahramanı Bay Jourdain’ın farkında olmadan düzyazı yazması gibi, bu değerlere inanan kimse de, onların mutluluğun farklı görünümlerinden başka bir şey olmadığının, ona ulaşmanın farklı yolları olduğunun bilincinde değildir. Mutluluk herkesin malı olduğunda, onun benzerleri olan zevk, eğlence, esriklik, şehvet ve daha başka geçici seraplar arasında kaybolup gider. Herkes, mutluluğu başka bir ad altında aramakta özgürdür, ama her yöne rasgele ok fırlatmamak gerekir. Bunlardan bazıları, nedenini tam olarak bilemediğimiz halde, belki hedefi vurur, ama çoğu doğanın içinde kaybolacak, bizi korkunç bir kafa karışıklığına sürükleyecektir.

Kant, “Mutluluk, ne ‘tür’, ne ‘yoğunlukta’ ve ‘süresi’ ne olursa olsun, tüm eğilimlerimizin doyuma ulaştırılmasıdır” derken, onu daha başlangıçta gerçekleştirilemez şeylerin arasına koyuyordu. Mutluluğun, “yaşamı boyunca her şeyin kendi beklentisine ve isteğine uygun olarak gerçekleştiği” bir insanın durumu olduğunu ileri sürdüğünde, insan, her şeyin hangi mucize sonucu bizim beklentimize ya da isteğimize uygun olarak “gerçekleşebileceğini” kendine soruyor. Bu bana bir mafya filminde geçen konuşmayı anımsatıyor: 

Payıma düşeni istiyorum ben,

Neymiş o? Dünyayı, Chico, hem de üzerindeki her şeyle birlikte… 

Burada yine dünyadaki her şeyin kendi isteklerine uygun olmasını dileyen kör iradeyle karşı karşıyayız. Kafamızın içindeki her türlü eğilimi ideal olarak doyuma ulaştırma olanağı bulunsaydı bile, bu bizi mutluluğa değil, yeni istekler üretmeye, öyle olmasa da ilgisizliğe, iğrenmeye, hatta depresyona götürürdü. Neden depresyon? Tüm eğilimlerimizi doyuma ulaştırdığımızda mutlu olacağımızı düşlersek, herhangi bir başarısızlık durumu, bizi mutluluğun varlığından kuşkulanmaya bile götürebilir. ‘Mutlu olmak için her şeye sahip olduğum” halde mutlu değilsem, mutluluk gerçekleştirilmesi olanaksız bir şeydir. Bu durum, mutluluğun nedenleri üzerinde ne büyük yanılgılara düşebileceğimizi gösteriyor. Gerçekten, insanın iç huzuru yoksa, bilgelikten de yoksunsa, mutlu olmak için elinde hiçbir şey yok demektir. İnsan umut ile kuşku, uyarılma ve sıkkınlık, istek ile bıkkınlık arasında gidip geliyorsa, yaşamını yavaş yavaş, farkına bile varmadan kolaylıkla ziyan edebilir; her yana saldırır, ama hiçbir yere varamaz. Mutluluk, dışa dönük sonsuz isteklerin gerçekleştirilmesi değildir, bir iç gerçekleştirme durumudur. 

Mutlu olmak için çaba göstermeye, kim olursa olsun herhangi bir varlığın mutluluk özlemi kadar hakkımız vardır. Başkalarını sevmesi için, insanın önce kendini sevmesi gerekir. Varlığının her anını dolu dolu yaşamak hakkını kendine tanımak anlamına gelir. Kendini sevmek, yaşamayı sevmektir… İnsanın, başkalarını mutlu ederken kendi mutluluğunu oluşturduğunu anlaması esastır.

Gerçek mutluluk, özümüzde var olan, herkesin kendi varoluşuna bir anlam bulmasını dilememizi sağlayan iyilikten doğar. Bu, herkese açık, gösterişsiz, hesap gözetmeksizin beslenen bir sevgidir. İyi bir yüreğin sarsılmaz yalınlığıdır…

Okuduğum satırların getirdiği düşüncelerden ayrılıp, uzandığım yerden kalkıyorum. Koridorda 10 dakika bekledikten sonra damar yolunun çıkarılması için hemşirenin yanına gidiyorum. Telefona düşen sms sonrası ilaçları hastane yakınındaki eczaneden alıp, yetkililere teslim ediyorum. Vücudumun tepkilerini sabırla gözlemleyerek yürürken rotamı İstinye Park’a çeviriyorum. Yürüyen merdivenlerden inip zemin katta bulunan tuvalete giriyorum.

İnsanoğlu olarak son derece dirençli bir türüz. Çok eski zamanlardan bu yana acımasız savaşlar, sayısız felaketler (hem doğal hem de insanların neden olduğu) ve kendi yaşamlarımızdaki şiddet ve ihanetten çıkıp toparlanıyoruz. Ancak travmatik deneyimler, büyük ölçekli (tarihimizde ve kültürümüzde) ya da belli belirsiz bir şekilde, nesiller boyu süren gizli sırlarla evimizde ve ailemizde izler bırakmaktadır. Aynı zamanda zihnimizde ve duygularımızda eğlence ve dostluk kapasitemizde ve hatta biyolojimizde ve bağışıklık sistemimizde de izler bırakıyor.

İnsan organizmasının nasıl çalıştığını anlamanın iyileşmenin anahtarı olduğunu düşünüyorum. Peki, beynimiz, zihnimiz ve sevgi hakkında bir şeyler bilmek… Hala gözle görülür bir şekilde böyle detaylı bir anlayışın çok uzağındayız. Evet, beynin doğal nöroplastisitesinden yararlanan yöntemler ve deneyimler geliştirebiliriz. Kendimize neler olduğunu anlamaya ve bilmeye izin vererek. İç organlara ait deneyimleri yaşamaya izin veren aşağıdan yukarıya yöntemler öğrenerek. İşte tüm bunlar hayatımın çalışması oldu…

Rahatlamanın ardından adını koyamadığım bir mutluluk kaplıyor hücrelerimi. Elimi, yüzümü yıkıyorum. Hemen yakınlardaki bir koltuğa oturup, arkama yaslanıyorum. Koçluk Eğitiminde seansa başlamadan önce burna nefes alma- verme tekniğini öğrenmiştim. Öğrendiğim bu tekniği üç kez uyguluyorum. Varlığı dinlendirmek üzere gözlerimi kapıyorum. Kendi kendine uzun zamandır “Ben Ötesi Koçluk” yapan biri olarak “Görev”leri yerine getirmiş olmak, işte bu büyük bir huzur. Hakikate sükunetle varılacağı için varlığı dinlemek üzere kabuğuma çekiliyorum.

Kendimle olan seanslarda anladım ki! Yol da yolcu da yoldaş da birdir aslında… Üç bir’lenir yolun sonunda. Görürsün ki yol da senmişsin, yolcu da yoldaş da.

Mutluluğa Övgü, Dalay Lama’nın Sözcüsünden Mutluluğun Rehberi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Kim mutlu olmayı istemez? Ama onu nasıl bulacağımızı, nasıl koruyacağımızı ve hatta nasıl tasvir edeceğimizi bilemeyiz. Mutluluk çaba gerektiren, insanı rahatlatan ve herkes tarafından erişilebilen bir şey olarak tanımlanabilir mi? Mutluluğu dışarıda aramak yerine, kendi içimizde mi aramalıyız? Mutluluk kısa süren zevklerle yakalanabilir mi? Yoksa mutluluk, kişisel olmaktan çok şefkat uyandıran, diğer insanların iyiliğini isteyen bir duygu mudur? Gerçekten mutluysak dünyayı değiştirebilir miyiz? İnsanlara duyduğumuz şefkat, nefreti sona erdirme ve sevmediğimiz insanları bile mutlu etme düşüncesine dönüşebilir mi?

“Dünyanın en mutlu insanı” olduğu sinirbilim ölçümlemeleriyle de kanıtlanmış olan Fransız Budist keşiş Matthieu Ricard, bu kitapta kendi mutsuzluğundan yola çıkarak bulduğu mutluluk formülünü paylaşıyor bizimle. Fransa’nın en önemli üniversitelerinden birinde moleküler biyoloji alanında yıldızı parlak bir bilim insanı iken bir anda her şeyi bırakıp tası tarağı toplayarak Hindistan ve Tibet’e doğru uzun bir yolculuğa çıkıyor Ricard. Onun mutsuzluğuna çare arayışının bir sonucu olan bu kitap ise, bizim için mutluluğa ulaşmanın yol haritası oluyor. 

Matthieu Ricard (d. 1946) Nepal’deki Shechen Tennyi Dargyeling Manastırı’nda yaşayan bir Budist rahiptir. Aix-les-Bains, Savoie’da Fransız filozof Jean-François Revel’un çocuğu olarak dünyaya gelmiştir

Institut Pasteur’de moleküler genetik alanında doktora çalışması yapmıştır. 1972’de doktora tezinin tamamlanmasının ardından, Ricard Tibet Budizmi’ni öğrenmek üzere kariyerini yarıda bırakmıştır.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin