Sersem kişi varolan üzerinde kurar hayatını. Olasılığı, Hiçliğe açılan bu pencereyi keşfetmiş değildir…

—Emil Michel Cioran

Merhaba,

Sersemlik doğuştan gelen en yüce kök salmadır, doğadan ayrılamaz ve şöhretini bilmezden geldiği tehlikelerden alır. Zira kimse sersemden daha az baskı altında değildir; baskı ise mutluluğun rehavetinden ve anonimliğinden uzak bir yazgının işaretidir.

Uzun bir ruhsal buhranın en güçlüsünde bir araya getirilen sonra da- büyük oranda– ham halde bırakılan fragmanlar derlemesi olan bu metin 1943-1945 yıllarına, muhtemelen 1944’e tarihlenir.

Elyazmasının başlığı yoktur; Hiçliğe Açılan Pencere metnin ilk sayfasından ve birçok bakımdan programatik olan ilk aforizmasından alınmadır: Hiçlik motifi bilhassa açık olan bu metnin bütününe hakimdir; yazar kendini “ihtimal fanatiği” olarak tanımlar ve in statü nascendi olan her yazıya özgü bulgusal ve geçici boyut ile ereklilik —rahatsızlığı tükenerek yenmek— metne sürekli nüfuz eder. Her boş sayfa sonsuzluğa açılan bir penceredir ve bu pencerede kendini yitiren, hiç durmadan yazmaktan başka bir şey yapmayan, hiçbir şey yayınlamayan, yazdıklarını tekrar tekrar da pek okumayan yazarlar, Emily Dickinson gibi orada, Olasılık’ta yaşarlar. Yazarak zaman geçirirler, her gün ve her gece kısırlığa biraz daha gömülmek dışında hayatlarında hiçbir şey yapmamanın depresif duygusunu korurlar.

Fransızca yazdığı ilk iki kitabında Çürümenin Kitabı ile Buruklukta toplayacaktı, hatta Hiçliğe Açılan Pencere derlemesinden bu yana yerini değiştirdiği dağınık bir aforizmaları da bunlara dahil edecekti. Sürgüne gömüldükçe, felsefi “kabiliyet” sinik ve kuşkucu bir pus içinde buhar olup uçmuştur ve bu “kabiliyetle” birlikte de artık hiçbiri daha tercih edilebilir ya da doğrulanabilir olmayan tüm inançları yok olmuş, hatta bunca değer verdiği yalnızlığını bile sonunda yavaş yavaş da olsa cins-i latif uğruna feda etmiştir. Acılı ve yaralı haliyle yeni bir yol tutmaya, bağlantısızlık yoluna girmeye kendini mecbur görür; zira hayat çıkmaz bir yoldan ibarettir, giderek de daralmaktadır.

Cioran şöyle der:

“Düşünceyle kelimenin ayrılmazlığının bilincine varan kişi üslup yoksunu her şeyi sürülerin manevi gıdası kabul eder. “Başlangıçta söz vardı” kadim metnini yeniden ele alan bir Deyimler Kitabı Olmalı ki bu metin düzanlam edinebilsin. Teolojiden kelimelerin evrenine düşeriz; mutlağın, samimiyetin ve zevksizliğin mecbur kıldığı bayağılığa karşı incelikli parlatmalarıyla bizi koruyan yegâne evrene. Her duyumsal kazada yaşanan saf dilsel çabalar Anlamı sıkıntının ve mahzurlarının dışına çıkartır ve onu anlaşılması güç aşikar olanın küçüklüğüne paralel kılar, hatta ötesine geçer. Kelimeleri sonradan kapladığımız bu yaldızlı süsler sayesinde, tıpkı tiksindiğimiz gibi onların da ruhtan ayrı olduklarını unuturuz.”

“İçsel çürümemizi hissetmek, bunu marazi bir durum olarak yaşamak sağlıklı olduğumuzu sandırır bize. Zira hastalık faaldir, bir adı, bir yazgısı vardır, uzuvlarımızın pasif tarazlanmasına ise bizi edimlerin çerçevesi dışına çıkartır. Anlamış olduğumuz bir rahatsızlığa katlanmak oluşun ritminden pay almak anlamına gelir; nitelenemeyecek olan bir diğerini yüklenmek ise bizi maddenin anonim karanlıklarına fırlatır. Hastalık belki de işte bu yüzden sıkıntıya karşı etkin bir çaredir, bizim içsel çürümemiz ise bizi kendi içine alıp kapatır.”

“Sağlık eksik bir hastalıktır…”

“Her damla düşünce uzamda bir başka düşüncenin mezarını kazar…”

“Her şeyin- en başta kendinin- ardında kalacağı noktaya kadar yüksel…”

“İnsan kibrinin dünyaya dair imgesine ve bu imge karşısındaki konumuna bağlı olduğunu düşünenler nasıl da yanılıyor! Modern kozmoloji bu savı iyice zayıflattı. Büyük boyutlar karşısında ne yeryüzü ne de insan gerçekliğe göz dikebilir. Bilim bu boyutların görünmezliğini kanıtlama çabasında. Yaratılmış varlığın kibri bu devasa boyutlara ne zaman erişti? Kibir insanın kendi gerçek dışılığına cevabıdır; edimleri ise aşikâr hiçliğine karşı mücadelesidir. Yeryüzünün evrenin merkezi olduğu dönemde bu kibir ne şarttı ne de gösterilen tepki haklıydı. Bugün, daha çok da yarın, sonsuz bir ben’den başka dayanağı kalmayacak varlığın.”

Hiçliğe Açılan Pencere* okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Kendini “ihtimal fanatiği” olarak tanımlayan E. M. Cioran, sürgün yaşamının doğurduğu azaba çare işlevi gören kalemini saplantılarını yatıştırmak ve hıncını dindirmek için oynatır. Politik görüşlerini aşındıran savaş sonlanmışken, yenilgiden ibaret gördüğü kaderinin yarattığı buhranın ana motifleri Cioran külliyatında yeni yeni belirmeye başlar.

30’lu yaşlarının keskin virajında yeni bir yol tutmaya, köksüzlük yoluna girmeye kendini mecbur gördüğü, felsefi “kabiliyetinin” sinik ve kuşkucu bir pus içinde buhar olup uçtuğu dönemde, Paris sokaklarının isimsizleri arasında dolaşır ve küçük otel odalarında Hiçliğe Açılan Pencere‘nin iskeletini oluşturacak yüzlerce okunaksız sayfa karalar.

Emil Michel Cioran Hayatı ve Kariyeri

Emil Michel Cioran, 1911 yılının Nisan ayında, Transilvanya’nın Rășinari köyünde dünyaya geldi. Babası Ortodoks bir papazdı, annesi ise onun doğumunu “hayatımın en büyük talihsizliği” olarak niteleyecek kadar kırgın. Cioran’ın yaşamına ve düşüncesine sirayet eden trajik kaderin ilk ipuçları burada gizlidir: sevilmemekten değil, doğmaktan duyulan utanç. Daha o yaşlarda hayatla girdiği bu gergin temas, onun tüm yazın serüvenine yayılacak temel sarsıntıydı.

Bükreş Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Bergson üzerine yazdığı lisans tezinde, zamanın sezgisel doğasına duyduğu kısa süreli hayranlık vardı. Ancak çok geçmeden bu iyimserliğin hayata dair hiçbir hakikat taşımadığını anladı. Yaşadığı kronik uykusuzluk, düşüncelerini karanlıkta pişirdi. Uykusuzluk, onun için yalnızca bir biyolojik bozukluk değil, varoluşun içine sızan bir hakikat biçimiydi. “Uyuyabilenleri hep hor gördüm” diyecekti yıllar sonra, “çünkü benim tek bir isteğim vardı: Uyumak.”

1934’te, yirmili yaşlarının başında yayımladığı Umutsuzluğun Doruklarında, genç bir ruhun felsefeyle ateşli, düzensiz, ama içten bir hesaplaşmasıydı. Bu ilk kitap, aynı zamanda onun ruhsal haritasının da özeti gibiydi: acı, boşluk, Tanrı’dan arta kalan sessizlik, ve her şeyden önce doğmuş olmanın yadsınması. Üç yıl sonra yayımladığı Gözyaşları ve Azizler, dindar bir aileden gelen Cioran’ın Tanrı’yla yaşadığı tutkulu ama çelişkili iç savaşı metne dönüştürdü. Bu kitap, mistik olanla, onun sonsuz saçmalığı arasında gidip gelen bir düşünürün dua ile lanet arasında gidip geldiği bir iç monologdu.

1937’de bursla gittiği Paris, onun için bir sığınaktan çok bir kopuştur. Ne tam bir göçmen, ne de tam bir yerli oldu. Fransızcayı yazı dili olarak seçmesi, kimlikten, ana dilden, köklerden vazgeçmenin bilinçli bir kararıydı. Artık yalnızca fikrî değil, ontolojik olarak da sürgündeydi. Fransızca döneminde yazdığı ilk kitap olan Çürümenin Kitabı (1949), aforizmalarla örülü ve iğneleyici diliyle, bir felsefe sisteminden çok bir parçalanma günlüğü gibidir. Bu kitabı, onu uluslararası düzeyde tanınan bir yazar haline getirdi.

Ardından gelen Yeni Tanrılar, Var Olma Eğilimi, Tarih ve Ütopya, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine, Zamana Düşüş ve Parçalanma gibi eserlerinde Cioran, varoluşun hakikatle değil, aldanışla kurulu olduğunu savunur. Tarihe, ideolojiye, dine ve her türlü ilerleme anlatısına karşı geliştirdiği eleştiri; onun yalnızca bir düşünür değil, bir “lanetli bilge” olarak anılmasına neden oldu. O, “kurtuluş” kavramının tüm biçimlerine şüpheyle yaklaşırken, yaşamı sürdürmeyi bile bir zayıflık olarak görüyordu. Yine de intiharı hiçbir zaman gerçekleştirmedi; çünkü acının sürekliliği, sonluktan daha cezbediciydi.

Nietzsche, Pascal, Kierkegaard, Chamfort ve Schopenhauer; onun felsefî akraba halkasını oluşturdu. Ama o, bu soydan gelenlerin bile daha uzağında, daha da sessiz, daha da kırgın bir yerde durdu. “Sistemsizliğin sistemini” kurmaya çalışmadı, çünkü onun için hakikat, dağınık ve yoğun olanın içindeydi. Ne bir felsefeci oldu ne de tam anlamıyla bir edebiyatçı. Aforizma onun silahıydı, ama bu silahla okuru öldürmek değil, yaralı bırakmak istiyordu.

Hayatının son yıllarında, Alzheimer’ın karanlığında yavaş yavaş silindi. 1995’te Paris’te hayata veda ettiğinde, ardında hiçbir miras bırakmadı; çünkü onun derdi miras değil, hiçliğin yankısını duyurmaktı. Cioran, çağdaş felsefenin kenarında duran ama merkezini sarsan o tekinsiz ses olarak hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.

“Yalnızlık, doğduğun günü affetmenin tek yolu olabilir.”

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin