“Zafer, ‘Zafer benimdir’ diyebilenindir. Başarı ise ‘Başaracağım’ diye başlayıp ‘Başardım’ diyebilenindir.”

—Mustafa Kemal Atatürk

Merhaba,

Bu sözler, yalnızca bir milletin kaderini değil, bireyin kendi içsel zaferini de anlatır. Benim yolculuğum da tam olarak böyle başladı…

Çeşme Kalesi’nin taş merdivenleri, sadece bir yapının zirvesine değil, aynı zamanda tarihe ve insanın derinliklerine uzanan bir yol gibidir. Her bir basamak, geçmişin izlerini barındırır; her adım, bu topraklarda yaşanmış mücadelelerin yankısını taşır.

Çeşme Kalesi’nin merdivenleri, sadece taş basamaklardan ibaret değil—onlar hem mimari zekânın hem de askeri stratejinin birer parçası. Dar, dik ve yüksek basamaklıdır. Bu yapı, savunma amaçlıdır. Düşman saldırısı sırasında kaleye hızlı erişimi zorlaştırmak için böyle tasarlanmıştır. Kesme taştan yapılmıştır. Zamanla aşınsa da hâlâ sağlamlığını korur.

Biz bugün bu merdivenleri çıkarken zorlanıyoruz; peki ya o gün, savaşın ortasında bu basamakları tırmanan askerler ne hissediyordu?

Kalenin merdivenlerini çıkarken bedenim kadar zihnim de zorlandı. Merdivenler dikti, adımlar aldatıcıydı. Her an kayabilecekmişim gibi hissettim. Sanki tarih, bana “kolay kurtuluş yok” diyordu. Merdivenleri çıkarken yüzyıllar önce oradan geçen askerlerin ayak seslerini hayal ettim. Geçmişin derin izlerinin gölgesinde, bugünün mücadelesi hangi yöne akıyordu? Merdivenleri tırmanırken yaşadıklarımızı gözden geçirdim. Kaybolmuşluğun o tanıdık duygusu içimi sarıyordu… Zirveye yaklaştıkça yükseklik arttı, duvarlar azaldı, korunaksız kaldım… Tereddüt ettim… Ardından “Şimdi değilse, ne zaman?” dedim.

Benim için o dik merdivenler, Çeşme’nin kurtuluşuna çıkan bir metafordu. Her adımda geçmişin yükünü, bugünün sorumluluğunu ve geleceğin umudunu taşıdım. Zirveye vardığımda yalnızca manzarayı değil, kendi içsel gücümü de gördüm.

Taşın Öyküsü

Zirvede, Ege deniziyle mavinin her tonuyla buluştuğumda, gökyüzünden bir ses yükseldi: “Yolunu, taşın hikâyesinde bulabilirsin.” O an anladım ki, bu yalnızca benim yolculuğum değildi—bu taşlar, bir milletin yürüyüşünü de taşıyordu. Karşımda duran manzara yalnızca bir deniz değil—tarihin, emeğin ve insanlığın birikimiydi. Bu hikaye, yalnızca bir çağrı değil; aynı zamanda Çeşme’nin kurtuluş hikâyesinin özüdür. 16 Eylül 1922’de Fahrettin Altay Paşa’nın birlikleri bu toprakları düşman işgalinden kurtardığında, halk da kendi içsel zincirlerini kırdı. O gün, yalnızca bir şehir değil, bir ruh özgürleşti.

Bugün Çeşme’nin taş sokaklarında yürürken, kalenin gölgesinde dururken, o tarihi anın izlerini hâlâ hissedebilirsin. Kurtuluş, yalnızca bir askeri zafer değil; aynı zamanda korkuyla, tereddütle, belirsizlikle yüzleşmenin ve yine de ilerlemenin adıdır.

Çeşme’nin kurtuluşu, bir milletin yeniden ayağa kalkışıdır. Ama aynı zamanda, her bireyin kendi içsel kalelerini aşma cesaretidir. Çünkü bazen en büyük zafer, “şimdi değilse, ne zaman?” diyerek atılan o ilk adımdır.c

Çeşme Kalesi’nin Tarihi ve Mimari Dokusu

Çeşme Kalesi, Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1508 yılında inşa edilmiştir. Yapım emrini veren kişi Sultan II. Bayezid, uygulayıcı ise dönemin Aydın Valisi Mir Haydar’dır. Kaleyi inşa eden mimar ise Ahmet oğlu Mehmet olarak kayıtlara geçmiştir.

Tarihsel Arka Plan

Kale, Çeşme’nin stratejik konumu nedeniyle Venedik saldırılarına karşı savunma amacıyla yapılmıştır. 1472 ve 1501’de yaşanan saldırılar, bölgenin askeri bir koruma altına alınmasını zorunlu kılmıştır. O dönemde Çeşme, önemli bir liman ve ticaret merkeziydi; bu da onu hedef haline getiriyordu.

Çeşme Deniz Savaşı

1770’te Çeşme açıklarında yanan gemiler, yalnızca bir donanmanın değil, bir çağın sonunu ve yeni bir uyanışın başlangıcını ateşle yazdı.

Çeşme Kalesi’nin çevresi yalnızca taş duvarlarla değil, tarihin büyük komutanlarının izleriyle de çevrili. Kale girişinde yer alan Çaka Bey ve Gazi Umur Bey heykelleri, Ege’nin denizci ruhunu ve Türk denizcilik tarihinin köklü mirasını simgeliyor.

  • Çaka Bey Heykeli: 11. yüzyılda yaşamış olan Çaka Bey, Türk denizcilik tarihinin ilk büyük komutanı olarak kabul edilir. İzmir ve çevresinde kurduğu beylik ile Anadolu’da deniz gücünü kullanan ilk Türk liderdir.
  • Gazi Umur Bey Heykeli: 14. yüzyılda Aydın Beyliği’nin ünlü komutanı olan Gazi Umur Bey, Akdeniz’de düzenlediği seferlerle tanınır. Cesareti, stratejik zekâsı ve denizcilikteki öncülüğüyle Osmanlı öncesi Türk deniz gücünün simgesidir.
  • Cezayirli Gazi Hasan Paşa: Cezayirli Hasan Paşa, 18. yüzyılda Osmanlı donanmasının kaptan-ı deryası olarak görev yapmış, özellikle 1770 Çeşme Deniz Savaşı sırasında gösterdiği kahramanlıkla tanınmıştır. Heykelde yanında bir aslan figürü bulunur. Bu aslan, onun cesareti ve liderliğini simgeler; hatta anlatılanlara göre Hasan Paşa gerçek bir aslanı evcilleştirip yanında gezdirmiştir.

Sokakların Hikayesi

Bugün kalenin arka kapısından girmeye çalışan bir çiftle karşılaştım. Isparta’dan geldiklerini söylediler. “Gelmişken görmemiz gerekir,” dediler. Onlara ön kapıdan girilmesi gerektiğini söyledim—çünkü o kapıdan geçmek, yalnızca bir giriş değil; bir yolculuğun başlangıcıydı. Zirveyi yaşamak, sadece manzarayı görmek değil, o taşların anlattığı hikâyeye kulak vermekti. Belki de kurtuluş, kestirme bir yol değil; her basamağın hakkını vererek çıkılan bir merdivendi.

Merdivenlerin arkasındaki patika beni taş evlere götürdü. Sokak dar, sessiz ve zamana direnen duvarlarla çevriliydi. Karşılaştığım bir kadın, evin kendilerine ait olduğunu söyledi. Dış düzenlemesi yapılmıştı. Ama asıl dikkatimi çeken, kadının büyüklerinden aktardığı bir söz oldu: “Yunanlar diğer sokakta yaşarmış, Türkler bizim sokakta.” Bu cümle, geçmişin sessiz tanıklığını taşıyordu. Her taş, her sokak, bir zamanlar burada yaşanmış hayatların izini sürüyordu.

Kadının söylediği söz, tarihî bağlamla uyumlu ve yerel bellekte karşılığı olan bir anlatıdır. Kesin akademik doğruluğu için arşiv belgeleri gerekse de, bu tür tanıklıklar yerel tarih yazımında oldukça değerlidir.

Peki, sen kendi sokaklarının hikâyesini hiç dinledin mi?

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin