Felsefenin büyük soruları aşk karşısında yetersiz kalır; çünkü aşk, ne mantıkla ne de kelimelerle tamamen kavranabilir…
-Andrew Shaffer
Merhaba
Felsefe, insan aklının en büyük sorularını yanıtlamaya çalışır: “Ben kimim?”, “Gerçek nedir?”, “Nasıl yaşamalıyım?”… Ancak bu soruların arasında belki de en karmaşığı şu: “Aşk nedir?” İlginçtir ki, insan ruhunun en derinlerine inmeye çalışan filozoflar bile aşk karşısında çoğu zaman çaresiz kalmıştır.
Andrew Shaffer’ın Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar adlı kitabı, tarihin en etkili düşünürlerinin karmaşık, çelişkili ve çoğu zaman hüsranla sonuçlanan aşk hayatlarını eğlenceli ve sarkastik bir üslupla gözler önüne seriyor. Bu yazıda, bu eserden ilhamla dört büyük filozofun —Nietzsche, Sartre, Wittgenstein ve Schopenhauer— aşk karşısındaki çıkmazlarını, felsefeleriyle olan çelişkilerini ve bu kırılmaların düşünce dünyalarına nasıl yansıdığını birlikte inceleyeceğiz.
Friedrich Nietzsche – Aşkı Ararken Yalnızlığa Mahkum
“Ah kadınlar! Yüceyi yüceltir, aşağılık olanı yaygınlaştırırlar.”
Friedrich Nietzsche, felsefe tarihinde cesur fikirleri, birey vurgusu ve “üstinsan” (Übermensch) kavramıyla tanınır. Ancak özel hayatında bir o kadar yalnız, hatta trajik bir figürdür. Nietzsche’nin hayatında önemli bir yere sahip olan kadın Lou Andreas-Salomé, onun için tutkulu bir aşk nesnesiydi. Fakat Lou, Nietzsche’nin evlilik teklifini reddetti. Üstelik bu sadece romantik bir hayal kırıklığı değil, dostlukların da dağıldığı bir fiyaskoyla sonuçlandı.
Nietzsche, yalnızlığını felsefi bir erdem gibi sunar: “Yalnızlık, güçlünün kaderidir” der. Ancak Lou Salomé’nin reddi, onun bu yalnızlığı bir seçim değil, zorunluluk olarak yaşadığını gösterir. “Üstinsan” teorisi, belki de duygusal yaraların ardından gelişmiş bir savunma mekanizmasıydı.
Aşk hayatındaki başarısızlık, onun nihilist dünya görüşünü daha da derinleştirmiş olabilir. Belki de Nietzsche’nin “Tanrı öldü” deyişi, bir kadının onu sevmemesiyle baş başa kaldığında daha çok anlam kazandı.
Jean-Paul Sartre – Özgürlük Aşkı Yenebilir mi?
“Elbette çirkin kadınlar var, ama ben güzel olanları tercih ediyorum.”
Varoluşçuluğun öncüsü Jean-Paul Sartre için insan, özgür olmaya mahkumdur. Bu düşünce, onun aşk hayatına da doğrudan yansımıştır. Sartre’ın Simone de Beauvoir ile olan ilişkisi, klasik aşk anlayışını altüst eden bir “açık ilişki” modeliyle sürmüştür. Onlar, birbirlerine duygusal olarak bağlı olduklarını kabul etmiş, ama birbirlerinin yaşamlarına müdahale etmemeyi seçmişlerdi.
Bu ilişki biçimi, Sartre’ın bireysel özgürlüğe verdiği önemle tutarlıydı. Ancak yine de ikilinin zaman zaman kıskançlık, kırgınlık ve duygusal çalkantılar yaşadığı bilinir. Aşk, her ne kadar özgürlük ilkesiyle temellendirilmiş olsa da, duygular çoğu zaman mantığı aşar.
Sartre, aşkı bir “cehennem” olarak nitelendirirken belki de kendi ilişkilerinin karmaşasını da ifade ediyordu. Açık ilişki deneyi, onun felsefi ilkeleriyle tutarlı olabilir; ama insan kalbi bazen felsefeden daha güçlüdür.
Ludwig Wittgenstein – Duygulara Karşı Dilin Sessizliği
Dil üzerine felsefesiyle tanınan Ludwig Wittgenstein, düşüncenin sınırlarını dilin sınırlarıyla çizer. Ancak ironik biçimde, aşkı dile dökmede en büyük zorlukları yaşayanlardan biri de kendisidir. Hayatındaki birkaç kısa ama yoğun ilişki, çoğunlukla hüsranla sonuçlanır. Bastırılmış duygular, ifade edilemeyen arzular ve sürekli değişen ruh halleri… Wittgenstein’ın aşk hayatı, düşünsel derinliğinin altında ezilen bir yalnızlık öyküsüdür.
Onun en meşhur sözü olan “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” belki de aşk için yazılmıştır. Aşkın karmaşasını, diliyle çözemeyen Wittgenstein, çoğu zaman onu bastırmakla yetinmiştir. Bu bastırılmışlık ise, onun hem felsefesinde hem de özel hayatında bir tür sıkışmışlık olarak kendini gösterir.
Arthur Schopenhauer – Kadın Düşmanlığı mı, Kalp Kırıklığı mı?
“Aşk sadece türün hayatta kalması, soyunu devam ettirmesi ihtiyacıdır.”
Karanlık felsefesiyle tanınan Arthur Schopenhauer, genellikle “hayatın acı, arzunun boş, aşkın ise aldatıcı bir yanılsama” olduğunu savunur. Peki bu karamsarlığın ardında sadece soyut düşünceler mi vardır, yoksa kişisel bir kırgınlık mı?
Schopenhauer, hayatı boyunca hiçbir ciddi ilişki kurmamış, evlilikten ve aşktan özellikle uzak durmuş bir figürdür. Kadınlara karşı açık bir güvensizlik ve küçümseme taşıyan ifadeleriyle tanınır. Hatta, kadınları “çocuk kalmış varlıklar” olarak tanımlar ve onların doğaları gereği yüzeysel, bencil ve ahlaki bakımdan zayıf olduklarını iddia eder. Bu görüşleri, hem döneminde hem günümüzde yoğun eleştirilere konu olmuştur.
Ama Schopenhauer’ı biraz daha dikkatli incelediğimizde, bu sert bakışın ardında bastırılmış bir hayal kırıklığı görürüz. Hayatı boyunca yalnız kalmış, sosyal ilişkilerde beceriksiz, annesiyle olan çalkantılı ilişkisiyle şekillenmiş bir adam portresi çıkar karşımıza. Annesi Johanna Schopenhauer da onu hiçbir zaman tam olarak kabul etmemiş, hatta uzak durmuştu. Kadınlara yönelik soğuk ve düşmanca tutumunun kökeni, büyük ölçüde bu erken dönem duygusal eksikliklere dayanıyor olabilir.
Schopenhauer’in aşkı reddedişi, aslında aşkın onda uyandırdığı acının ve kontrolsüzlüğün bir tür savunmasıydı. Aşkı iradenin bir oyunu, insanı iradesizleştiren bir yanılsama olarak tanımlaması, onun duygusal zayıflığını örtmeye çalışan bir zihinsel kalkan gibidir. Ona göre insanlar, sevgiyle değil, sadece üremeye hizmet eden kör bir içgüdüyle birbirine çekilirlerdi. Bu yüzden aşk, yalnızca doğanın “aldatıcı tuzağı”ydı.
Filozofun kadın düşmanlığı sıklıkla eleştirilse de, bu duygunun ardındaki derin yalnızlık ve aidiyet yoksunluğu göz ardı edilmemelidir. Belki de onun asıl düşmanlığı kadına değil, ulaşamadığı sevgiye, yaşanılmamış bir yakınlığa yöneliktir.
Simone de Beauvoir – Aşkın Felsefesi: Bağımsızlık ve Bağlılık Arasında
“Kocayı elde etmek sanattır, onu elde tutmaksa iş.”
Simone de Beauvoir, varoluşçuluğun önde gelen isimlerinden biri olarak, aşkı ve ilişkileri özgürlük, bağımsızlık ve sorumluluk bağlamında ele almıştır. Jean-Paul Sartre ile olan ilişkisi, onun düşüncelerini somutlaştıran önemli bir örnektir. Beauvoir, aşkı bir “özgürlük projesi” olarak görmüş, ancak bu özgürlüğün sorumluluk ve bağlılıkla dengelenmesi gerektiğini savunmuştur.
Sartre ile olan ilişkileri, açık ilişki anlayışını benimsemiş ve bu durum, onların felsefi görüşlerini yansıtan bir deneyim olmuştur. Beauvoir, aşkın bireysel özgürlüğü kısıtlamadan, karşılıklı saygı ve anlayışla var olabileceğini öne sürmüştür. Ancak, bu yaklaşımın pratikte ne kadar sürdürülebilir olduğu, onların ilişkilerinde zamanla sorgulanmaya başlanmıştır.
Beauvoir’ın aşk ve ilişkiler üzerine düşünceleri, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Modern ilişkilerde, bireysel özgürlük ve bağlılık arasındaki dengeyi kurmak, birçok insan için önemli bir mesele olmuştur. Beauvoir’ın bu konudaki görüşleri, bireylerin kendi kimliklerini koruyarak sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmalarına yardımcı olabilecek bir rehber niteliği taşımaktadır.
Tarihsel Bir Not: Kadın Filozofların Az Temsili
Andrew Shaffer’ın Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar kitabı, çoğunlukla erkek filozofların aşk hayatlarına odaklanır. Bu durum, felsefe tarihinin erkek merkezli yazımı ve kadın filozofların tarih boyunca yeterince görünür olmamasıyla açıklanabilir. Kadın filozofların az yer alması, sadece kitabın değil, genel olarak felsefe literatürünün de önemli bir eksikliğini yansıtır. Bugün, kadın düşünürlerin sesini duyurmak ve tarihsel eşitsizliği gidermek hepimizin sorumluluğudur.
Aşkta Kaybeden Filozoflar, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Andrew Shaffer’ın Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar adlı kitabı, yüzeyde eğlenceli anekdotlarla dolu gibi görünse de, altında oldukça ciddi bir mesaj barındırıyor: En zeki, en derin düşünen insanlar bile aşk karşısında şaşırabiliyor, tökezleyebiliyor, hatta yıkılabiliyor.
Günümüzde ilişkiler, kimlikler ve duygusal bağlar her zamankinden daha karmaşık. Teknoloji, bireysellik ve özgürlük kavramları insanların bağ kurma biçimlerini değiştiriyor. Böyle bir çağda, tarihteki büyük düşünürlerin aşk hayatlarını irdelemek, aslında şunu hatırlatıyor: Ne kadar bilinçli, eğitimli veya entelektüel olursak olalım, duygusal kırılganlık hepimizin ortak paydasıdır.
Shaffer’ın eseri, felsefeyi gündelik hayatın merkezine çekiyor. Filozofları yalnızca fikirleriyle değil, zaafları ve zaferleriyle bir bütün olarak düşünmemizi sağlıyor. Bu yaklaşım, “felsefe yalnızca soyut düşünce değildir” fikrini destekler nitelikte. Aşk gibi kontrol edilemeyen, irrasyonel duygularla karşılaşan filozoflar, aslında bize insanlığın değişmeyen yüzünü gösteriyor.
Ayrıca kitap, çağımızda sıklıkla romantize edilen “zeki insanlar mükemmel insanlardır” algısını da yerle bir ediyor. Tam tersine, bazen zekâ duygusal dengeyi daha da karmaşık hâle getirebiliyor. Shaffer bu ironiyi mizahla örerek sunuyor — böylece okuyucu hem gülüyor, hem düşünüyor.
Sonuç olarak Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar, günümüz insanına iki şey söylüyor:
- Aşkta başarısız olmak, insan olmanın doğal bir parçasıdır.
- Filozoflar da bizim gibi yalnızca düşünen değil, aynı zamanda hisseden, yanılan, özleyen insanlardı.
Ve belki de en önemlisi: Aşk, felsefeden daha eski, daha derin ve hâlâ çözülememiş bir problem olarak karşımızda duruyor.
Andrew Shaffer Hayatı ve Kariyeri
Andrew Shaffer, 9 Kasım 1978’de Iowa’nın Cedar Rapids şehrinde doğan Amerikalı yazar, mizahçı ve illüstratördür. Iowa Writers’ Workshop’ta yazarlık eğitimi aldıktan sonra Chicago’daki ünlü The Second City’de komedi yazarlığı üzerine çalıştı. Kariyerine kitap eleştirmenliği ve köşe yazarlığı yaparak başlayan Shaffer, özellikle mizah türünde kaleme aldığı eserlerle tanınır.
En çok bilinen çalışması Great Philosophers Who Failed at Love (Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar) adlı kitabıdır. Bu eserinde, tarihin en büyük filozoflarının aşk hayatlarındaki başarısızlıkları mizahi ve düşündürücü bir dille anlatır. Shaffer, ayrıca Fifty Shames of Earl Grey gibi parodi romanlarla da geniş bir okuyucu kitlesi kazandı.
Louisville, Kentucky’de eşi Tiffany Reisz ile birlikte yaşayan Shaffer’ın eserleri, mizahi üslubu ve yaratıcı anlatımıyla hem edebiyat dünyasında hem de popüler kültürde önemli bir yer edinmiştir. Yazarlık dışında illüstrasyon ve televizyon projelerinde de yer alan Shaffer, çağdaş mizahın başarılı isimlerinden biridir.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın