Ölüm ve Labirent, Michel Foucault

Bu kitap, dünya edebiyatında tam anlamıyla ayrıksı bir yere sahip olan, edebiyatı dilin dille gerçekleştirdiği bir deney(im) olarak kurgulayan Raymond Roussel’in yapıtını çözümlemeye yönelik ilk girişim. Michel Foucault bu kitabında, felsefe ve sosyal bilimlerde çığır açan temel meselelerinden birini, dilin doğası ile dış dünya arasındaki, yani “kelimeler” ile “şeyler” arasındaki ilişkiyi ele alıyor.

“Şüphesiz en güçlü yankı aynı zamanda en az anladığımızdır. En görünür olan taklit de, gözümüzden en kolay kaçanı.”

— Michel Foucault

Merhaba

Michel Foucoult, Ölüm ve Labirent eseriyle yeni bir kazı çalışmasına çıktık.

Katmanları atarak ilerlediğimiz yerlerde farkındalık adına karşılaştığım aynada yansıyanlarla bazı bölümleri not aldım.

Blanchot’yu saygıyla anacak olan Foucault yazısına “Dışarının Düşüncesi” başlığını verecektir, orada şöyle yazar:” Edebiyat, dilin yakıcı tecellisini görünceye dek kendi kendine yaklaşması değil, dilin kendi kendisinden mümkün olduğunca uzak bir yere yerleşmesidir; şayet dil bu ‘kendi dışına’ yerleşme sırasında öz varlığını faş ederse, bu hakim aydınlık bir kendi üstüne kapanmadan ziyade bir aralık olduğunu, göstergelerin kendilerine dönmekten ziyade etrafa dağıldığını ortaya çıkarır. İç uyum ve samimiyet efsaneleri de bu darbeyle tasfiye edilir: “Batı düşüncesinin, dilin varlığını düşünmeye bu kadar uzun süre tereddüt etmiş olması şüphesiz bu nedenledir, adeta dilin çıplak deneyiminin ‘Ben varım’ gibi bariz bir ifadeyi içine atacağı tehlikeyi önceden sezinlemiştir. Foucault bu noktaya ileride dönmek zorunda kalacak, şu soruyu ortaya atacaktır: “Peki ama insanların konuşuyor olmasında ve söylemlerinin sınırsızcasına çoğalmasında bu denli tehlikeli olan ne var? Nerede o zaman tehlike?”

Bu bapta edebiyat bir estetik dışavurum biçiminden ziyade öncelikle bir deneyim alanı, dilin varlığının soruşturulmasıyla çakışan bir düşünce deneyinin gerçekleştiği yer olarak boy gösterir. Raymond Roussel’in eserlerini okurken ve yazarın ‘tekil deney(im)inden’ çıkarılacak dersi araştırırken Foucault’un peşine düştüğü şey işte bu deneydir: “Şeylerin yüzeyi altında, görünür nesnelerin iç yüzlerini görünmez çekirdeklerinin çeperinden ayıran şu namevcut mekan ile dil arasındaki bağ.”

Roussel’in deliliği ancak bizim de deliliğimiz olduğu ölçüde, kendi içimizden değil, ait olduğumuz dünyadan ve o dünyayla kurduğumuz sapkın iletişim biçiminden gelen bir delilik olduğu ölçüde konuşur bizimle. Bu yorum Foucault’nun kitabının “zavallı hasta” vakasını tümden tasfiye eden, negatif kullanım kılavuzudur bir bakıma. İşte bu nedenle Roussel kitabını, Deliliğin Tarihi‘ne yapılmış uzun, sırf uzunluğundan dolayı da ayrı basılmış, deliliğin modern çağda tıbbileştirilmesinin kurbanlarından birinin talihsiz hikayesini anlatarak genel temasına yeni bir örnek sunan bir zeyl gibi okumamak gerek.

Foucault için Roussel ne hastaydı ne mistik ne de safın teki.

Roussel’de Foucault’yu koca bir kitap yazdıracak kadar büyüleyen şey, Roussel’in kendisine uyguladığı bu benlik disiplinidir.

Gerçeklik dünyasının üstündeki haritalar dünyasına açılan kapının anahtarını vermekten alabildiğine uzak olan Roussel’in deneyi, kapının (tabii varsa ve açılabiliyorsa) tamda onu kapatan sırrın ikiye katlanmasından, yani ölümden başka bir şeye açılmadığını anlamamızı sağlar.

Kelimeler ve Şeyler‘in sonuç kısmında Foucault, Roussel okumasından elde ettiği bilgilere dönünce de neredeyse aynı kelimeleri kullanır: “Roussel’de sistemli bir şekilde yönetilen bir rastlantının toz haline getirmiş olduğu dil hep ölümün tekrarını ve ikiye ayrılmış kökenlerin esrarını anlatır. Yazı ölümlüdür, Roussel de eseriyle daha iyi bütünleşebilmek için bunun bedelini hayatıyla ödemiştir”

“Ölümden sonra kitaplarımın çevresinde az da olsa serpilip gelişeceğim umuduna, daha iyisi olmadığı için bu umuda sığınıyorum.” Roussel’in son ve ifşa amaçlı eserinin başına yazdığı “nasıl” kelimesi bize kılavuzluk etmek için değil, aksine silahlarımızı elimizden almak için, söz konusu sırrı birdenbire açılan bir zulada duran bu gönülsüzlüğü belirleme konusunda çekilen sıkıntıyla karşı karşıya bırakmak için bizi yalnız dilinin sırrına değil, böyle bir sırla kurduğu ilişkinin de sırrına eriştirir.

Yokluk içinde zengin olabilen kelimeler hep uzağa, daha uzağa götürür ve sonra kendilerine geri getirirler ; kaybolur, sonra yeniden yollarını bulurlar; defalarca ikiye bölünerek ufka doğru kaçar, sonra tam bir kavis çizerek başlangıç noktasına dönerler: kelimelerin meydana getirdiği düz çizginin dairesel bir hat olduğunu fark ettikleri zaman, o bilardo masasının etrafında dönen, hayretler içinde kalmış misafirlerin anlamaları gereken şey tam da buydu işte.

Dilin bu hayret verici özelliğini, yoksulluğundan ötürü zengin olabildiğini 18. yüzyıl gramercileri de yakından biliyordu; salt ampirik olan gösterge anlayışları nedeniyle bu gramerciler bir kelimenin “anlamıyla” bağlı olduğu şeyden kopup, bir başka şeye bağlanabilmesine, kendisi için hem sınır hem de kaynak teşkil eden bir muğlaklık sayesinde o yeni şeyin adı olabilmesine hayranlık duyarlardı. Dil, kendi içinde olup biten bir hareketin kökenini buluyordu bu noktada: Kendi biçiminin değişmesine gerek kalmadan, söylediği şeyle arasındaki bağ değişebiliyordu.

İster istemez aynı kelimeleri farklı amaçlarla kullanmak gerekmiştir. Bu hayranlık verici hal çaresinin konuşmaya daha çok enerji ve çekicilik kattığı fark edildi zamanla;bu işi oyuna, zevke çevirtmemek olmazdı. Böylelikle hem ihtiyaçlar hem de tercihler nedeniyle, kelimeler ilkel anlamlarından kopup o anlamdan az çok uzaklaşmaya, arada iyi kötü bir bağ bulunan birtakım yeni anlamlar edinmeye başlamıştır. Kelimelerin bu yeni anlamlarına mecazi anlam deniyor, mecazi anlamı üreten bu dönüştürmeye, bu çevirme hareketine de mecaz.”

Dumarsis

Dumarsis’in sözünü ettiği “döndürme” ve “çevirme”ler işte bu yer değiştirme hareketinin yarattığı mekanda doğar: Bütün o kaydırmalar, düzdeğilmeceler, ötelemeler, kapsamlamalar, dolaylı adlandırmalar, yeğindemeler, eğretilemeler, değişlemeler ve kelimelerin dilin üç boyutlu mekanında döndürülmesiyle çizilen daha nice hiyeroglifler.

Roussel’in deneyimi söz dağarcığının “mecaz mekanı” diyebileceğimiz kısmına yerleşir.

Roussel o dili, o terse çevrilmiş üslubu, aynı kelimelerle gizlice iki ayrı şey söylemeye çalışır durur. Kelimelerin normalde mecaz denen harekete göre “kımıldamalarına” ve derinlerindeki özgürlüğü açığa çıkarmalarına imkan tanıyan o burkulmayı, o hafif dönüşü acımasız bir daireye çevirir Roussel; kelimeleri sınırlayıcı bir yasanın gücüyle başlangıç noktalarına geri döndüren bir daireye.

Bir kenardan öbürüne değin harflerle doldurulacak bir beyaz boşluk.

Gözle görülen bir yanılsamayla çehrenin üstüne bir katmer daha çeken ve büyük kartonlarıyla kusurlarıyla, allı pullu rengiyle, karanlık göz delikleri kendini hem doğru hem de sahte bir ikiz olarak gösteren maske; o maskeyi titizlikle karşılayan, kusurlarını bir bir ortaya çıkaran, ikiz ve dublörü olan karakterden maskeyi ayıran alana kayıp geçen dil.

Kendisinin ortadan kaybolması anlamına gelen bir tekrar içinde yolunu bulan bir kelimeler ve şeyler döngüsü içerir.

Kelimelerde geçmişten kalıp yaşayan şeyi tekrar ederler. Dilin hem öldüğü hem de öldürdüğü, kendi kendisinin hem dirilişi hem de yok edilişi olduğu o muğlak anın etrafında yankılanan kafiye. O anda dil hayatın içinde sürüp giden bir ölümden beslenerek yaşar, ölümle uzar ömrü. İşte bu noktada dil tekrardır, ölüm ile hayatın birbirine gönderme yaptığı ve birbirini sorgulamaya açtığı yansımadır. Roussel öyle dil makineleri icat etmiştir ki, bu makinelerin her dilin ölümle kurduğu, çözülünce bir daha ördüğü ve sonsuza dek tekrarladığı şu derin ve görünür bağdan başka sırrı yoktur tabi tekniği de saymazsak…

Ölüm ve Labirent Michel Foucault eseri, kazı çalışmasından edinilecek çok daha fazla bilginin varlığı ile şimdilik taslak olarak yazıyı buraya bırakıyorum.

Okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle, okuyunuz…

Ben’i Sorgula
Kategoriler
%d blogcu bunu beğendi: